sevgili kaçakkova,
erteleyip durmakla parça parça ettiğim şu rusça dersine dün tekrar başladım. başlayınca da çok hoşuma gidiyor. bugün, bu mektuptan sonra da yapacağım iş, rusça kitaplarımı mutfak masasına yaymak olacak. rusça'ya çalışmak bir dil öğrenmekten çıktı da başlıbaşına sonsuz bir meşguliyete döndü benim için. yapmaktan hoşlandığım, sonu olmayan bir meşguliyet. bir tür matematik problemi çözer gibi yaklaşıyorum ona, dil öğreniyor gibi değil de. rusça öyle çünkü. bir basit cümle kurmak bile çok bilinmeyenli bir denklemi çözmek gibi.
geçen gün ev üstüne bir denem okudum*. sözden, dilden çıkarak evi tanımlıyor. sözün olmadığı yerde, hiç bir şeyin olmayacağını savlıyor, ki meselesi dille olan hasan ali toptaş'ı okurken ne kadar anlamlı bu söz. kişilikli her ulus, evinde diğerlerinde başka tarzda oturur, diyor. bavyera'da evler beyaz badanalı, kırmızı çatılıyken, ren bölgesine çıkıldıkça çatıların sivrileştiğini, sahile inildikçe evlerin duvarlarının, sıvasız tuğlalarla kaplı olduğunu, prusya'da evlerin saman kaplı çatılı, sıvalı duvarlı olduğunu, ağaç memleketi finlandiya'da ağaç kokulu, ağaç dokulu olduğunu evlerin... sonra, "kendinden başka hiç bir şeyi göstermeyen, göstergeler alanı" olarak japon evlerinden bahsediyor. yalnız, kentlerin merkezlerinin, evlerin içlerinin değil, tüm toplumsal yapıların ve tüm değerlerin de içi boş olduğundan japonya'da batılılaşmanın, zaten içi boş olan bu biçimlerin batılı değerlerle içlerinin doldurulmasıyla gerçekleştiğini söylüyor, ki türkiye'de tam tersi diye de belirtiyor. bizde biçim batılı, içerik türk.
ama denemede benim hoşuma giden şurası; geleneksel türk evi ile türk dilini örtüştürüyor. bora'ya anlattım dün ve çok zorlama buldu, gökyüzüne bakıp buluttan şekil çıkarmaya çalışmak kadar zorlama! öyle de olsa seviyorum dünyanın böyle rastgele değil de birbirinin nedeni sonucu olduğu şekliyle kaynaşmasını. şöyleymiş: eskiden yan yana, ayrı ayrı çadırlarda yaşayan ana baba, çocuklar, gelinler ve damatlar, türk evinde, yan yana ayrı odalarda ama bir çatı altında yaşamaya başlıyorlar. odaların birbiriyle çevresel ilişkisi ve bağlantısı yok. tam tersine her odanın, ortak bir alana, yani sofaya açılan bir kapısı var. odaların iç düzenleri de bir evin tüm işlevlerini karşılayacak şekilde donatılmış. yani her oda kendi başlarına bir bütün. diyor ki yazar, türkçe cümlede de birimlerin yan yana gelişleri birbirini etkilemediği için, cümledeki yerleri ne denli değişirse değişsin, bu yetkin söz dizim tarzından dolayı anlam bozulmamaktadır. yüklemin işlevini sofa yüklenir, odaların işlevini ise cümlenin diğer birimleri. odalar arsında ilişkisizlik, sözdizim birimleri arasındaki etkisizliğe denk gelir. örnek vermiş: dün gece evde herkes ayaktaydı. tümlecin, öznenin, zarfın yerini istediğimiz kadar değiştirelim; yüklemin bu birimlerle kurduğu bağ öylesine güçlü ki, anlam değişmiyor gerçekten de.
deneme, haremlik, selamlık bölgelerine ve türk misafirperverliğine doğru alanını genişletiyor, ama benim sevdiğim yer burasıydı ve dün rusça çalışırken düşündüm, eğer bu savın doğruluğuna inanırsak, rusça dilinden yola çıkarak geleneksel rus evinin odalardan odalara geçişli bir tür labirent ev olduğunu düşünmemiz gerekir. öyle mi acaba? bana kalırsa, rus evleri sürekli biçim değiştiren, değişen her birimle birlikte bütünü tümden farklılaşan, asla sabit olmayan çok karmaşık bir yapı.
aklım oradan oraya savrulurken ve aralık ayı geldi diye, dikkatini en çok kendine veren bu akılla rusça çalışmak epey zor oluyor işte. aralık ayı, evet, dediğiniz gibi, “her arada olma zamanı ya da durumu gibi bizi kendimize döndürüyor....” aralık. kapı. aralık kapı. yaşanmış bir zamandan yaşanacak olana geçişin resmi kapısı gibi aralık. “aralık” deyince, kapı da geliyor insanın aklına işte. aralık kapı, çıkmamıza izin veren bir duruş içindeyse de, dışarıdakine davet daha çok. “gel,” diyor, “gelebilirsin.” ama kapı, kapı olmakla gelmenin ve gitmenin, ayrılığın ve birleşmenin, bağlılığın ve terk edişin, iki yanlı bir edimin sürekli vurgulanışı gibi aynı zamanda, değil mi? yüreğimiz, kapının kanatlarının açılma ve kapanma sahnesinin imgesiyle pır pır eder durur. ne kadar tıklatırsanız tıklatın, kapı, açılma olanağı varken açılmamakla reddedilmenin o korkunç, soğuk yüzü bazen.
içeri ya da dışarı çıkma olanağı sunarken, olacakların tüm sorumluluğunu bize bir kez daha anımsatan tarafsız, tarafsızlığıyla soğuk bir sınır bölgesi. önünde, olacakları hesap ettiğiniz eklemli bir duvar. kapı açıldı. kapı aralık. eşikteyiz şimdi. eşik de bir tereddüt bölgesi işte. karar vermenin, seçim yapmanın zamanı. dediğiniz gibi kendimize dönüp bu eşikten geçmeyi, eşiğin öncesini ve sonrasını iyice tarttığımız bölge. hem bu kapı bakalım bizim kapımız mı? kapıdan geçince karşılaştığımız kişinin de kapısı belki. yani kapı iki yüzüyle iki ayrı kişiye ait belki de. o halde açılan kapıdan geçtiğimiz anda başka bir insanın kapısıyla tanışacağımız gibi, geçmekle değişen kendimizi tanımamız da başlıbaşına bir sorun.
belki de kapı, hiç böyle karamsar bir anlamlandırmayı haketmiyordur. eh işte kapı dediğiniz de, duvar olmamakla, eklemli bir hareket olanağı olduğunu anımsatmakla, bize sonsuz kere giriş çıkış güvencesi vermektedir belki. bir şekilde içeriyi ve dışarıyı bizim için hazır halde tutmaktadır. hem belki bir sınır bölgesi olma haliyle, kendi varoluşumuzu anlamlandırmaya daha çok olanak veriyordur. belki kendimizi anlamamız için bir geçittir. içeriyi almak veya dışarıda bırakmakla görevli kapı, aralık ayında bu görevinden vazgeçer ve işinin gücünün sadece kendi varoluşumuza bir geçit olduğunu vurgulamak için öylece aralık kalır. biz de düşünürüz işte, aralık geldi, yaşasın yılbaşı, bu yıl kesinlikle sigarayı bırakacağım:P
nedir bu kapı mapı hikayesi yahu! :)sevgili kaçakkova, siz burayı okumaya, kahvenizi hazırlamak ve bir zaman parçası ayırmakla tören havası da vermiş oluyorsunuz ya, hoşunuza giden bir yazıyla karşılık vermek istedim de ondan konuşup duruyorum. siz sonsuz inceliğiniz ve şefkatinizle ne yazsam beğendiğinizi söyleyerek bir kapı aralamış oluyorsunuz bana ve ben bu iltifatları kabul ederek sizin açtığınız bir kapıdan da geçmiş oluyorum. cömertçe söylediğiniz güzel sözlerinizle size ait olan bu kapıya gire çıka azıcık, azıcık da olsa sizi andırmak istiyorum. beceriyor muyum? yooo... ama niyetim iyi gördüğünüz gibi ve yazının tek derdi size bir tür teşekkür etmek.
ben size asıl hasan ali toptaş’tan bahsedecektim söz verdiğim gibi. öncelikle söyleyeyim; çok, çok sevdim hasan ali toptaş'ı. henüz üçüncü kitabındayım ve yayınlanma sırasına göre okuyorum ya, zamanla sanki o daha iyi oluyor ve zamanla ben onun diline alışıp daha çok anlayıp seviyorum onu. lawrence durrell gibi kibirli bir yazar okuyucuyla arasına ne kadar mesafe bırakırsa, hasan ali toptaş kadar alçakgönüllü bir yazar da o kadar mesafe bırakıyor. böylesine pür alçakgönüllülük, sizin beğeninize, onayınıza da ihtiyaç duymuyor. toptaş, “hayatı kelime kelime genişletmek”isteğiyle yazdığını söylerken, kendi yazma halini bundan daha iyi açıklayamazdı herhalde. şiir sevmeyen birinin onu anlaması, sevmesi ne kadar zor olurdu. ilk kitabını yavaşça okudum. buna kitap zorladı biraz da. nasıl ki bazı şiirleri, eğer coşkulu melodisi son dizeye kadar koşturarak gitmenize neden olmuyorsa, yavaşça ve tekrar tekrar okumanız gerekir, bu da öyleydi. hasan ali toptaş’ın sözcüklerini, sözcüklerin öyle şaşırtıcı bir şekilde bir araya gelişine nasıl hayran kaldım, anlatamam. anlatamıyorum, canım sıkılıyor. onun sözcükleri tuhaf bir matematikle, şaşırtıcı bir labirentte dolaştırıp hiç de zorlamadan yan yana getirişi var ya, sözcüklerin bu kadar lezzet verdiğini şiir dışında ilk onda gördüm. bana kalırsa hikaye ya da roman değil de düpedüz şiir yazıyor zaten. ben bu kitabının daha başından onun borges’i sevdiğini sezmiştim. okuyacak olanlar bana hak verecektir, kimi öykülerde epey belirgin bu.
ikinci okuduğum kitap “sonsuzluğa nokta,” bir roman. şiirse güzel bir şiir, romansa, karakterler çok güçlü anlatılmamış bana kalırsa ve ilginç bir kurgu denemiş, fena da olmamış, ama nasıl desem sonlara doğru epey aceleye gelmiş gibi. üslup deseniz, mükemmel! eğer kurgunun akıntısında hızla kayarak bir sona gitmek istersen, dille alıp veremediğin yoksa toptaş’a haksızlık edip, sıradan bir kitap olduğunu düşünebilirsin. ama sözcükler seni heyecanlandırıyorsa, dünyanı sözcüklerle genişletmek ve anlamlandırmak istiyorsan, hasan ali toptaş’tan daha iyisi yok bence. bu romanında, örtülü kalmış bir nokta var. niçin bu kadar örtülü bıraktığını bilemedim. isvan’ı turan vurmadı mı? hem de gülderim için. o halde, arka planda kalmış turan’ın hikayesi çok, çok çekici bir hale geliyor. Ama öyle kuytuda kalmış ki gizemli olmaktan çıkıp, okuyucu için tümden karanlık bir hadise olarak fark edilmeyebilir bile. bir de kitabın evlilik kurumuna, mülk edinmeye, bir işte çalışmaya vs çok bildik, klişe bir karşı duruşu var. hiç gereği yokken, çok bildik argümanlarla ve biraz safcana bir karşı duruşla eleştirisi var ki, insan, dilin olanaklarını bu kadar cesurca, titizlikle, incelikle, bu kadar lezzetli kullanan bir yazarın dünyayı anlamlandırışının bu kadar zayıf olmasına şaşırıyor.
dün akşam “gölgesizler”e başladım. henüz başındayım, ama dil desen hasan ali toptaş’ın mükemmel dili, kurgu desen şahane görünüyor ve karakterler inanılmaz hoş anlatılmış. öyle sevdim ki kitabı, heyecandan devam edemedim de, kitabı kapayıp kapayıp şöyle bir dolaşıp yine döndüm. bakayım kaçıncı sayfadayım… henüz yirmibeşinci sayfadayım. ama nasıl desem, birkaç günüm çok ama çok keyifli geçecek onunla. ben her ne kadar yazarın yazış sırasıyla okuyorsam da, neolitik hanım'a önerim, ilk kez gölgesizler ile başlayıp, aşık olması hasan ali toptaş'a ve sonra diğerlerine geçmesi.
kısaca, hasan ali toptaş ile tanıştığıma çok sevindim. tüm kitaplarını okuyup bitirdiğimde de dönüp dönüp okurum onu. en çok şiir okumak istediğimde okurum, hikaye okumak istediğimde de okurum. muhtarı özlerim, cıngıl nuri’yi merak ederim. bedran, yorganın altındaki elinde tabancasıyla öyle beklerken, kapı açılacak mı diye heyecanlanırım. çok iyi oldu bu. okumasam ayıp etmiş olurdum. onu okumayı seçtiğiniz biçimiyle büyük bir yazar bence. türkçe onunla daha da güzelleşen bir dil. ne desem bilmem, edebiyata meraklı herkesin okumasını şiddetle öneririm.
peki kaçakkova, siz nasıl buldunuz hasan ali toptaş’ı? merakla bekliyorum yanıtınızı. ben ısrarla "siz" diyorum size ya, bende bu senler sizler çok karışır. sen diyip durduğum arkadaşıma sizli bizli ettiğim sohbetler de vardır. bir soğukluk olarak değerlendirmeyin bunu, lütfen. bir şey olarak... hmmm... daha iyi bir açıdan görmek için bırakılmış bir mesafe olarak değerlendirin. bora, sosyal ilişkilerde soğuk olduğum tesbitinde bir açıdan haklı. o açı da kendi açısı elbette, karışamam. ama eğer bana neden böyle olduğunu sormuş olsa; ona sosyal ilişkilerde onunla çok farklı iletişim biçimlerimiz olduğunu, be nedenle, onun yanında kurduğum iletişim biçimlerimin utangaç, çekimser, giderek sessizliğe dönük olduğunu söylerdim. ama bana bağımsız olarak kurduğumuz iletişim biçimlerinde kiminkinin daha akıllıca olduğunu sorsanız, bora'nın ki derim. ben insanlardan heyecan duyarım, merak ederim, yaklaşırım, çok yaklaşırım, sorularımla özel hayatı ilgilendiren alanları ihlal ederim, coşarım... merakım geçer, durulurum. uzaklaşmam ama ilgim karşımdakinden, karşımdakinin bende bıraktığı izlenime dönüktür artık. bu da istikrarsızlık yaratır. belki bir tür küskünlük de yaratır. iletişimimi kopardığım ama deliler gibi sevmeye devam ettiğim bir sürü insan vardır zihnimde böyle. sosyal hayatı genel olarak bilmem. beceremem. genel, düz ayak ilişkilerde, kime nasıl davranılır, kim ne diyerek ne anlatmak ister, anlamam. bana bir şeyin ima edilmesinden hiç hoşlanmam. beni en çok kızdıran şeydir bu. sorulara açık yüreklilikle yanıt vermeye çalışırım ve bu konuda müthiş içten olmaya gayret ederim. açık yüreklice kendim hakkında reklamcıların kullandığı SWOT analizini yaparım. bundan gocunmam.
böyle olmakla beraber, çok da sağlam bir duruşum yoktur. nasıl desem, çok merhametli, çok etkiye açık, insanlara çok güvenen, çok yumuşak bir tabiatım var. üzülmeye filan çok açığım. bir şekilde kendimi korumaya alıp, kabuk bağladığım, bu kabuğun zamanla buz tuttuğu haller de yok değil. bu nedenle soğuk bulunduğum ilişkiler oluyordur.
ayrıca çok utangacım. zamanla bunu atlattım biraz ama, hala çok utangaç olduğum, utangaçlığımı kibirli bir suskunlukla gizlediğim hallerim de var.
neyse, bora böyle demekle haklı mı? evet, onun bakış açısıyla yerden göğe kadar haklı ama işte siz de biliyorsunuz çoğu kez sıcak olan benim, "soğuk" bulunma hallerimin nedenlerini. bunu bildikten sonra dümdüz, soğuksun, sen denir mi? denmez!
endişeliperi'yi sıcak buluyorsunuz, ki gerçekten de öyle, onun kadar sıcak değilim sanırım. ama hep diyorum, en yakın arkadaşım endişeliperi'ye zamanla daha çok benziyorum ve ileride, "eminim kitap kapaklarinin içlerine ve buraya yazdiklarima baktigimda kendimi endişeliperi'de taniyacağım, belki bambaska bir "benlik kurgusu"yla ama yine de "kendi hakikatim"e sadik olarak...."
sevgiler.
----------------------------------------------------
* ömer naci soykan, ev üstüne felsefece bir deneme
Çarşamba, Aralık 9
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
9 yorum:
Ben de sanki inatla sizli bizli konusmayi yuceltiyorum. Sanirim saygisizligin diz boyu olmasindandir. Saygi gostermeyi ve gormeyi ozledik belki de...
merhaba eleştirel günlük,
"siz"den "sen"e geçiş, ilişkilerdeki süreçle ilgili bir şeydir belki biraz da. yani konuşmanın silindiri sözcükleri öğütüp semsert siz'i bir sen tozuna dönüştürüyordur. bu sen tozunu, pembeleşinceye kadar kavurduğun sözcüklere serpersen, sıcak sıcak, mis kokulu, baharatlı bir konuşma çıkıyordur. belki. ama bu biraz zamana ve bu zaman için de birbirinle çok konuşmana bağlı.
benim "sen" dediğim arkadaşlarla ilişkim bu noktada. sen dediğim arkadaşlarıma saygıda kusur etmemeye çalışırım. bağışlanmak için kredim olduğunu bilmekten dolayı belki daha dikkatsiz, daha rahat konuşuyordumdur, siz dediğim konuşmalarda ise soğukluk ya da ekstra bir saygı yoktur da, insiyaki bir ölçülülük vardır.
ben bir konuşma içinde farklı konularda sen ya da siz demek de istiyor olabilirim. nasıl desem, mesela çok özel bir soru mu soracağım; içimden siz, demek geçiyor o zaman. bu siz ile şunu demek istiyorum sanırım, "yakın ilişki içinde olmamızı istismar ederek sormuyorum bu soruyu." ayrıca bu sizler bir çit görevi yüklenecekmiş ve konuşmalar aramızda kalacakmış gibi de bir hava yaratıyor.
tümden de atıyor olabilirim şimdi bunları eleştirel günlük. sesli düşünüyorum şimdi ve dilime ne geldiyse yazıyorum işte.
böyle de olsa siz demenin tuhaf bir çekiciliği var gözümde. birbirine çok, çok yakın olmuş gece türlü türlü sevişmiş evli çift sabah uyandıklarında, kadın erkeğe, "bu sabah yumurta yiyecek misiniz, rafadan hazırlamamı ister misiniz yumurtanızı?" diye soruyor mesela. çok hoş! neden bilmem, hoş işte.az önce yemek masasında eti kemiğinden dişleriyle sıyırarark yemek yine ailenin çocuğu, dudaklarının kenarı hala yağ içinde, "izin verirseniz sizden önce kalkabilir miyim babacığım masadan, çok önemli bir işim var," diyor mesela:)
peki bu durumlar size hangi filmi anımsatıyor? bana haneke'nin funny games filmini anımsatıyor. bembeyaz tenis giysili iki delikanlı, gayet kibar konuşarak inanılmaz bir vahşet yaratırlar; medeniyetin giysileri, masumiyetin rengi ve sevdiğimiz saygı sözcükleri ile incecik bir vahşeti gözleri kırpmadan uygularlar. filmi çekici yapan biraz da bu sizli bizli cümlelerle yaşanan sıcak sahnelerin tezatı belki de. birini öldürmek, onunla sevişmek kadar yakın olmayı gerektirmez mi? katilin maktülün her hareketini bir aşık dikkatiyle gözlemlemesi, uzaktan tabanca ile değil de, diyelim ki bir bıçakla onun bedenine yaklaşması, onun kanıyla bulanması olağanüstü bir yakınlık değil mi?
aman allahım neler diyorum sabah sabah, eleştrel günlük! hep söylüyorum siz beni konuşmaya kışkırtıyorsunuz tuhaf bir şekilde, diye.
netice olarak ne diyebiliriz bu siz ya da sen diyerek konuşmayı tercih etmiş olmak hakkında. bana kalırsa bu kadar konuşmama rağmen hakkında hiç bir sonuca varamadığım bir konudur. ancak hiç değilse yeni tanışlara, büyüklere, bir kurumda işimizi yapan görevlilere siz demek iyi bir şeydir. işi yokuşa sürdüklerinde incecik siz ipine düğüm atıp, ilişkinizi oracıkta koparabilirisiniz. kalın halat sen'ine düğüm atmak ne zor olur. baltalarla filan koparmanız gerekir, ki intihar süsü bile veremezsiniz.
keesss!
kestik.
sevgiler.
Merhaba,
Çok hoş bir yazı olmuş, onu bir kenara koyalım hele. Ne kadar güzel akıyor, rahat rahat...
Ama Bora bey Türk evi-Türk dili eşleştirmesini zorlama bulmakta haklı, kanımca. Zira, ilkin, Türk dilinin gramer yapısı Türk evi oluşmadan bin yıl önce bile çoktan oturmuştu. İkincisi, ve daha önemlisi, "Türk evi" dediğimiz şey ideolojik bir kurgu esasında, hemen tamamen 'hayalî' —"Hayalî Cemaatler"deki anlamıyla hayalî: ortak bir sofaya açılan birimlerden oluşan bu ev tipolojisi Türklere has değil, daha çok bir bölge tipolojisi. Aynı yörede yaşayan Rumlar da böyle evlerde oturuyordu, Ermeniler de. "Türk evi" ismi Cumhuriyet projesinin milliyetçi "yaratıcılığının" bir uzantısı aslında. Bu ev tipini kullanan bütün milletlerin dillerinin benzer olduğunu iddia etmeyeceksek, Toptaş'ın dediklerinin bir anlamı yok kısacası.
Ama "güzel" olduktan, düşünmemizin önünü açtıktan, önceden kuramadığımız çarpraz bağlantıları kurabilmemize yardımı olduktan sonra bu tür bilimdışı teşbihlere zaman zaman müsamaha gösterebilmeli belki insan. Diğer türlüsü çok sıkıcı hale gelebiliyor. Yeter ki teşbihin sınırlarını çok zorlayıp mutlaklaştırmayalım.
Sevgiler
merhaba faruk ahmet,
ne güzel, uzaktan hayranlıkla yazılarını okuduğum herkes buraya geliyor. bunun için kaçakkova'ya teşekkür etmeliyim.
demek, yazıyı hoş buldunuz, ama beni sevinçten deliye döndüren bu sözünüzü zalimce kısacık kesmişsiniz:P karşılık olsun diye değil, sizin yazılarınızı çok seviyorum. son yazınızın önünde de uzun bir süre durdum, size bir şey diyeyim, tanışalım artık, diye, ama şu bu nedenle diyemedim işte.
bora haklı elbette. onun hemen her konuda bu kadar haklı olması ne kadar can sıkıcı;) tartışmalarımızda düşünün halimi, tümden doğru argümanlarla gürül gürül akan bir ırmakta, akıntının tersine doğru fındık kabuğundan kayığımda kürek çekiyor gibiyim. üstelik kızdığımda, sinirlendiğimde, hiç istemediğim şu gözyaşları da peydah olup, beni tümden zavallı hale düşürüyor. ama zamanla direnç kazandığımı, gözyaşlarımı efendice, delikanlıca içime akıtmayı öğrendiğimi belirtmeliyim:) bora, evet haklı, ona da söyledim bunu; "ben böyle oyuncaklı düşünceleri seviyorum ama," dedim, elimdeki tarot kartlarını kelt haçı şeklinde dizerken. bu durumda, evet, siz de haklısınız ve çizdiğiniz sınırlar içinde buna müsamaha göstermek gerektiğini söylerken içimi ne kadar rahatlatıyorsunuz, teşekkür ederim. ama bu toptaş'ın düşüncesi değil ki. yanlışlık olmuş, ömer naci soykan'ın, cogito'da çıkmış bir denemesinden.
çok sevindim uğramanıza, tanışmamıza. böyle olunca, sizi bağlantılarıma da eklerim, elimi kolumu sallaya sallaya rahatça gelirim size.
sevgiler çok.
:-) Cok hossun vallahi... Sagol...
Tekrar merhaba,
işten güçten ancak vakit bulabildim yazmaya. Gecikme için kusura bakmayın. Bir dahaki sefere övgüde cimri de davranmamaya çalışırım, söz :)
Ben varlığımdan haberdar olduğunuzu dahi tahmin etmezdim; bir de üstüne böyle güzel sözler... ne diyeceğimi bilemedim, teşekkür ederim. Bloguma uğramanıza rağmen yorum yazmamakda da yalnız değilsiniz. Bunu söyleyen birkaç kişi daha oldu. Bir tanesi yazışımdaki "aristokratik / ukala / yukarıdan vs..." havanın kendisini korkutup geride tuttuğundan yorum yazamadığını da söyledi. Üzülüyorum ama, elimden bir şey de gelmiyor...
Bu "her zaman haklı" olma durumunu, ne kadar sinir bozucu olabildiğini de birinci elden biliyorum. Eski sevgilimle benzer bir sorunu hep yaşardık. "Mantıklı mantıklı kurulmuş" cümlelerimle gerçek bir diyalogun önünü kestiğimi, onu devamlı kendini ve söylediklerini ispatlamak zorunda bıraktığımı düşünüyordu, ki haklıydı. Aşılmayacak şey değil, ama çok sabır ve sevgi gerektiriyor işte. Sizde bu varmış, direnç geliştirebilmişsiniz; ne güzel. Ben de o tecrübelerden bir şeyler öğrenebildiğimi umuyorum, "sınırlar içinde de olsa biraz esneklik" vâzetmem oradan :) (Naci Soykan'ınmış o laf da, evet, benim hatam, kontrol etmeden yazmışım)
Her zaman sizi ve yorumlarınızı beklerim, diyeyip bitireyim.
Sevgiler.
varlığınızdan nasıl haberdar olmam! bana öyle geliyor ki bu dünya, salgına çok müsait. hoş bir karakter mi var, çok iyi yazılar mı yazıyor, haberci virüsler tarafından, daha o, yayınla tuşuna basmadan kulağımıza fısıldanıyor.
ukala, kibirli üsluba karşı değilim. siz bir tür, "hiç bir şeye ihtiyacım yok. sana da!" tavrıyla yazıyorsunuz. nasıl desem, yaralanmış bir vahşi hayvan, -kızmayın hemen sincap filan değil, kaplan mesela:)- nasıl köşesine çekilip, yarasını yalayıp iyileştirmeye çalışırken, ona yakın durmak istersin, seni anlıyorum filan demek istersin, de o hırçın ve sert reddeder ilgini... çok romantik ve ağdalı oldu şimdi bu örnek, ama benim uzak duruşumda, sizin ölçüp biçtiğiniz bir mesafeye saygı var buna benzer şekilde. hem şefkatli bir yakınlık uyandırıyorsunuz insanda hem tüm ilgiyi reddeder bir haliniz var. tüm bunlar yanında kendinizi ifade ediş halinizi de çok seviyorum. kendinizi anlama halinizde çok cesur, cüretkar, içten bir yan var. insan kendiyle bu kadar korkusuzca yüzyüze durur mu! bırrr... :) ve tuhaf bir şekilde bunu ifade ettiğinizde insan öncelikle şefkat duyuyor size ve hemen yakınınızda değil de çağırdığınızda sizi duyabileceği bir uzaklıkta durmaya gönüllü olarak razı oluyor.
eğer, "atıyorsun!" diyorsanız, öyle olsun:)
ben ilişkilerde en uyduruk tartışmalarda bile soyutlama yapan erkeklerden bıktım usandım, farukahmet! sevgilinizi anlıyorum. efendi gibi o basit olayı, o basit sözcüklerle konuşup halledelim istiyorum. o basit olay hakkında konuşmak, bir karakter tahliline, senin dünyayı algılayış tarzının efendim ne kadar dandik filan olduğuna dönüşmüyor mu, deli oluyorum! tanrı tüm kadınları çok bilmiş, entelektüel erkeklerin gazabından korusun! amin
:p
sevgiler çok.
O erkeklerden biri olarak hepsinin adına konuşabilir miyim bilmiyorum ama: elimizde değil, üzgünüz, biz de acı çekiyoruz, gurur büyük olduğu için itiraf da edemiyoruz, kendi kendimizden nefret ediyoruz sonra. Tanrı kendi gazabımızdan bizleri de korusun, amin. :(
:)
bıktık usandık evet sizlerden, ama bayılıyoruz da görülen o ki. her seferinde aynı hataya gönüllü mahkum oluyoruz. her seferinde açıklanıyor, didik didik ediliyor, yerden yere vuruluyoruz ve fakat aşkla. aşkla! bu ne ızdırap, bu ne çelişki. ama oh olsun! siz öyle köşe bucak dörtnala ruhumuzda at koştururken pislik olsun diye karanlık, kuytu köşelere çekiliyoruz zaman zaman, ki şaşırıyorsunuz, ben burayı nasıl görmedim falan filan, diye. göremezsiniz de akıllım! sakin yahu. yavaş! size diyeyim, -ki bütün kadınlar adına konuşamam, kendi adıma bile konuşamam bu konuda, aklım karmakarışıktır benim- bir kadına alan bırakmalısınız sizi izleyebilmesi için. seyreden kadın, en azından, öncelikle şefkat duyar, sonra hayran filan olur, sahnesindeki size deli gibi aşık filan olur, öyle diyeyim kısaca. ama siz, sözcüklerinizden müteşekkil iktidar kılıcını tepesinde sallayıp dururken ya da güçlü sözcükleriniz ağzınızdan çıkıp bir bulut gibi sizi örterken, vurdumduymazlaşıp içinden ıslık filan çalmaya başlaması an meselesidir.
size diyorum, konuşup duracağınıza şu ampulü değiştirin, damlayan musluğu onarın, beceremiyorsanız, komiklik filan yapın, canım! nedir bu asık suratlı sözcüklerden çektiğimiz. severiz biz gülmeyi. hatta derler ki kadınlarda düşünmenin yerini gülme almıştır:p hey, hey!... kızmasın bana kadın arkadaşlarım, eğleniyoruz şurada.
tanrı, kendi gazabınızdan önce sizleri korusun, evet. biz her ne koşulda olursa olsun yaşamayı beceriyoruz. öldük desek, yalan, kaldık desek, yalan, hepsi yalan.
sevgiler.
Yorum Gönder