Çarşamba, Mart 17
mektup
sevgili passive apathetic,
Sana burada istediğim sıklıkta yazamıyor olsam da mektup yazmak istediğimde aklımda sen oluyorsun. O beni heyecanlandıran, sözcükleri taşıran mektupların yüzünden değil de sana duyduğum bir çeşit hayranlık yüzünden bu. Sen, önüne çıkan her olayı hiç atlamadan meselene dönüştürüp, canını acıtıncaya kadar düşünüyorsun ya sana çekiliyorum son hız ve sen böyle dürüst bir çabayla yorgunluktan yığılıncaya kadar kafa yorarken yanında olayım istiyorum.
Yanındayım.
Ama nasıl? Senin düşünme biçimin, bu hayatı algılama çaban, bende bir mimari yapı görüntüsü uyandırıyor. Kusursuz bir yapı. Öylesine sağlam ki ve hiç baştan savılmamış ki ince ince uğraşılmış ki, sen canım, hani bir inşaat işçisi başından sonuna kendi yaptığı, yahu her tuğlasını tanıdığı için binanın çatısında korkusuzca, telaşsız dolaşır ya, sen de böyle olacaksın. Şimdi duyduğun kuşkular, endişeler, korkular ne güzel. Ne gerekli, doğru sorular soruyorsun kendine ve yanıtları için nasıl deşiyorsun kendini.
Ölüm konusu canım, benim düşünmediğim bir mesele. Sadece korktuğum. Ölüm der demez annem gelir aklıma. Doğduğumdan beri en köklü korkum annemin bir gün göçüp gideceği bu dünyadan.
(ah canım, ne güzel demişsin mektubunda “göçmek” sözcüğünü. Sen böyle dedin diye göçmek dedim. Ve Passive benim çocukluğumun sözcüğü bu. Biz yaylaya göçerdik ilk yazda ve köylerin küçük, loş bakkalarına girdiğinde burnuna hoş, ılık bir bisküvi kokusu gelir ya, annemin o küp şeklinde bisküvi kutusu yüzünden midir bilmem, göç sözcüğünün bende kokusu öyledir. Öyleyse ölüm -derin bir inanç sahibi olmayı ne çok ama ne çok isterim-, Tanrı’ya göçtüğün, göçerken yanında bisküvi kokulu bir sevinç taşıdığın bir şey olsun. Göç bizim bilinçakışı dedikleri hadiseyle içimize işlemiş bir şey. Ortaasya’dan son gelen kavimlerden olan ailemin ataları yüzünden bir çabuklukla göçmeye ne kadar alışkınız. Ben küçükken abim yüzüme bakıp, “niçin hep endişelisin, biliyor musun?”demişti. “Çünkü, ataların hep göçmüş senin. Yeni bir yer, tanımadığın, tehlikelerle dolu bir yer demektir. Hep dikkat kesilmen gerekir, tehlikeyi gördüğün anda çadırını, kilimleri derhal atlara yükleyip, kaçman gerekir.”)
Çocukluğumda, annemden bağımsızlığımı ilan ettiğim ilk düşüncelerle birlikte, annemi uzaktan seyrettim hep. O, radyonun ibresiyle oynayıp, uygun bir müzik bulup, gündüz uykusuna çekildiği uzun, sıcak yaz öğle sonlarında hangi oyunla uğraşıyorsam uğraşayım bırakır, annemin odasının aralık kapısına gider, onun duvara dönük, yan yatmış, sol kolunu o güzelim kıvrımlı bedenine boyluboyunca uzatmışken sırtına bakar, bakar, bakar… alıp verdiği soluğunun uykunun düzenli ritmine kavuşmasını bekler, o soluğun devam edeceğine ikna oluncaya kadar kapıda dikilir ve sonra endişem biraz olsun yatışmış oyuna dönerdim.
ilk gençlik zamanları, hayatı artık biraz olsun anlamaya başlamış, bir sağduyu kazandırmış olması gerekirken bana, yani annemim birgün ölebileceğini bir şekilde kabullenmem gerekirken, panikle bu fikirden kaçtım. Annemden uzak durdum, o göçtüğünde mahvolmayayım, diye. Ve bu her sevgi ilişkime sirayet etti de hep biraz uzak durdum sevdiğim her adamdan. Doğrudan anlaşılmasına engel oldu sevgimin bu uzaklık ve işte çok sıkıldığım, bir sevgiyi açıklama beklentisi yarattı.
Yazdığım ilk ciddi öykü de annemin ölümüyle ilgili. Bilimin buz gibi sesi, o iktidar sesi değil, ama edebiyat bize bir gerçeği şöyle ya da böyle açıklayabilir. Ruhumuza sızar ve ikna eder bizi. Annemin ölebileceği fikrini kabullenmeyi, bununla yüzleşmeyi ve bu endişeyi yatıştırmayı yazarak ve okuyarak biraz olsun sağladım sanırım. Ama canım, o da ne kadar? Beni anlamaktan bu kadar uzak, hiçbir ortak dilimizin olmadığı, çok, çok az gördüğüm annem, içimde, çok derin bir yerde, o her şeyimin özü olan yerde, yumuşak ama sapasağlam bir duygu olarak nabız gibi atıp duruyor ve kardeşlerim her nasılsa uzak, yabani, soğuk ve sert halime rağmen nasıl da tanıyorlar ki beni, telefon görüşmelerimizde, “annem çok iyi, sakın merak edip kendini üzme,” diye sıkı sıkı tembih ediyorlar. O akıllı dilim, annemin hasta olduğu haberini aldığım konuşmalarda zavallılaşıp kekeliyor; bir çaresizlik, durdurulamaz bir ağlama isteği ile kıvranıyorum.
Canım Passive, ölüm hakkında düşünemem ben senin gibi cesaretle. Senin yaptığın bu yapı çok sağlam, çok düzgün. Benimkinin arka odalarına açılan kapılarda izbelelikle, uçurumla, ayağının altından kayan döşemeyle karşılaşman çok muhtemel. Benim kendi binamın çatısına çıkıp güvenle, korkusuzca dünyaya bakmam neredeyse olanaksız. Sürekli alt katlara gidip oralarda bir takım tamir işlerine girişmem gerekiyor. Bir tekrarlar bütünü hayatım ve cesaretle başlanmış yeni katlar.
Sana bir yerde bahsetmiştim, hani ablam soba başında bize sesli olarak hikayeler okur ve bunlardan biri de Montaigne’nin Denemeler kitabıydı diye ya, kitap evde var mı bilmiyorum, bakmayayım şimdi, ama Montaigne orada, bizi korkutanın ölüm değil de cenaze törenleri olduğunu söylüyordu. Aşırı bir yorum belki ama cenaze törenlerinin ölüm korkusuna yakın kasvetini çok iyi ifade ediyor. Ben Passive, cenaze törenlerinin en neşeli davetlisiyim, en ayıplanan, duruma yakışmayan. Bende tören her nedense, sevdiğimiz ölünün mezarına kadar süren zamanında değil de sonrasında, yıllarca, her gün bir parça ve acıdan kahreden bir şekilde sürer, ama fiili törende asla. Zihnim mahvına neden olacak bu acı için nasıl bir korunma kalkanı ve bedenim bununla başetmek için nasıl bir neşe hormonu salgılıyor bilmiyorum. Ayıp ediyorum cenaze törenlerinde. Hiçbir cenazeye çağrılmayayım ben.
Dur, sana Reha’nın cenaze törenini anlatayım. Kısaca ve fazla acıtmadan. Arçil’in doğumgününde öldü ya Reha, Arçil oradaydı zaten. Ben de ilk uçakla Adana’dan İstanbul’a gelmiş, ertesi gün yani 26 Temmuz’da vapurla Burgazada’ya geçmiştim. Cenaze evi bildiğin gözyaşı ve keder dolu bir evdi. Reha’nın akrabaları nezaketle karşıladılar beni. Reha’nın ağlayan eşine sarılıp, “başın sağolsun,” dedim. “başımız sağolsun dememeye özen gösterdim. Onun büyük acısını bir tarihi karıştırarak bulandırmak istemedim. En büyük acıyı onun çektiği bilgisiyle hareket ettim ve saygımı böyle sundum. Reha’nın, o eski zamanlarda neşe dolu, bir tür şımarıklıkla yaptığı, sevdiği tüm kadınların bulunduğu bir cenaze alayı düşlediğini söylediği o sohbetin hatırına da orda olmam gerekti. Arçil vardı ya o evde, bundan mı bilmem, hafifletmek istiyordum kederi. En kederli, en travmatik anlarda Arçil’le bir oyun kurgusu içinde konuşurum. Doğru yapmıyorum belki böyle ortamlarda bir tür yabancılaştırma etkisi yaratarak, emin değilim. Ama insan çocuğunun bir gerçekle hemhal olması onun için iyi olsa bile bu gerçek çok acı vericiyse müdahale ediyor gerçeğe. Neşeliydim, hatta canım kahkahalar atıyordum insanlarla konuşurken, karşılaştığım arkadaşlarla konuşurken ve duruma tümden ters konularla konuşurken. Neyse. Aşağıya bir pastaneye indik bazı insanlarla, cenaze kaldırıldı bir süre sonra. Kalabalığın içinde sıcakta, Arçil’le sıkıntıyla bekliyorduk. Arçil’e baktım, babasının mezara konuluşunu görsün istemiyordum. “Off… çok sıcak hava, serin bir yerde oturalım mı?” dedim. “Olur,”dedi. Kıyı boyunca yürürken, Reha’nın arkadaşlarından bir gazete yöneticisiyle karşılaştık. Dondurma yiyordu. “Dondurma yer misiniz?” diye sordu. “Yeriz,” dedik hiç kibarlık yapmadan. Kocaman iki külah dondurmayla geldi rengarenk. O bize oranın dondurmasının ne iyi olduğunu anlattı. Ev yapımı dondurmalar Passive’ciğim ne çabuk erir, özellikle de o temmuz sıcağında. Tek derdimiz akıp duran dondurma parmağımıza ulaşmadan yalamak gibiymiş gibi, ciddiyetle, denize bakarak, sessiz dondurmamızı yedik… ben, küçük arçil ve hiç tanımadığımız o şişman, bıyıklı adam…Cenaze alayı sessiz, yokuş yukarı tırmanıyordu.
Ah, Passive şu sıralar bir ölüm duygusuyla başetmeye çalışıyorsun ya, sana iyi mi geliyor bu sözler, kötü mü, emin olamıyorum. Boşver. Boşver beni.
Elimdeki kitabı öyle bir yavaşlıkla okuyorum ki sanki artık okumuyorum da yaşıyorum, kendi anılarım gibi oluyor kitapta geçenler. Kitapta Biff adında bir kararkter var, eşiyle birlikte bir restoran işletiyordu. Biff çok hoş bir karakter ya uzun uzun anlatmayayım. Çok da sevmediğini düşündüğü karısı ölüyor Biff’in. Aylarca pek de düşünmüyor onu ya bir gün her nasılsa karısının kullandığı parfüm şişesini buluyor. Kokluyor ve kokunun geriye getirdiği anılarla serseme dönüyor bir anda. Anılar çok net olduğu için değil de o anılar o kadar tam olduğu için. Sen, ölümle birlikte insanın aslında ne kadar yalnız olduğunu bir kez daha farketmişsin ya, Biff’de ölümün sınırını düşünüyor, belki bu yalnızlık fikriyle. Her gün bir parça sürüyor kokudan kendine. Ve bu onda uyandırdığı anılarla, şimdi geçmişte olduğu kadar bütün bir eşiyle birlikte geçen zaman algısı yaratıyor. Ölünün hatırasını yaşatma fikri belki sevdiğimizi yaşatmanın, yani onunla yaşamı sürdürmenin bir yolu. Ölünün, ölürken ki yalnızlığı ve bizi yalnız bırakışıyla, işte bu yalnızlıkla başa çıkmak için bir yanılgıya bel bağlayabiliriz Passive. Bir gerçekdışılığa sığınabiliriz. Anıların kapısını geleceğe açıp, o ölünün anısının yaşam dolu şimdiye geleceğe akışına izin verip tahammül edebiliriz ölümün korkunçluğuna ve yapayalnız yaşama. Ölüleri elbette hatırlamalıyız.
Biff, karısının hep kullandığı limon saç losyonunu da sürmeye başlıyor saçlarına. Oysa ne çok alay etmiş, küçümsemiş eskiden. Karısında alay ettiği bir takım alışkanlıklara niçin şimdi kendi kapılıyor, dersin? Birini özlemenin bundan daha içli başka bir ifadesi olabilir mi, birini yanında hissetmenin, özlediğin birinin küçümsediğin hatalarını tekrarlayarak onu yanında hissetmenin?...
Sonra Passive kitapta çok ama çok renkli, çok güzel bir sahne var. Öyle hoşuma gitti ki, dün neşeyle zıpladım yerimde. Mutfakta, sedirde okudum kitabı ve deniz nasıl da güzeldi dün. Masmavi ve hiç pus yoktu ya olabildiği genişlikte ve yakında görünüyordu. Hele akşamüstü güneş inanılmaz güzel battı, Ada’nın ışıkları yandı sonra küçük, turuncu, neşeli… Tina kucağımdaydı ve öyle huzurluydu ki güvenle uyuyor, ben hafifçe kıpırdanınca uyanıp yalanıyordu. Bugün sevmedim havayı. Hatta küskünüm. Yine gri ve serin. Tina da kimbilir nerde.
Passive, canım, iyi olmaya çalış ve ölüm hakkında fazla düşünme, ki sen ne dersem diyeyim yola çıktın bir kere inatla devam edeceksin düşünmeye ya, sakınmak istiyorum seni biraz. Her seferinde sana yanlış mektup yazdığım duygusuyla bitiriyorum yazıyı. Her seferinde çünkü aslında bir kocaman, renkli balonla gelip seni uçurup, bir seviç duygusuyla hafifletmek isterken kara kasvet yazılar yazıyorum. Yine de benden bugün böyle bir yazı çıkıyor. Katlanacağız… Ben nasıl katlanıyorsam kendime, işte bu mektupla sen de katlanacaksın bana.
Sevgiler.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
10 yorum:
sevgili passive,
susmak gerek ya belki simdi, yaninda olmanin baska bir yolu da yok sözcüklerle cikip gelmenin ötesinde...öyle geleyim ben de yanina,durup uzaklara bakalim, catilarin üzerinden, sehrin üzerinden uzaklara...
basin sagolsun...
....
peri, canim benim,
sözcüklerin senin elinde aldigi bicimi, o bicimle varettigin anlamlari ve bu anlamlarla derinlestirdigin bakisini cok seviyorum her seferinde...biraz daha...
passive hak verecektir bana kendisine yazilmis bu mektupta bunlari söyledigim icin...
merhabalar..sizin karşınızda yazı yazarken, kompozisyon ödevini edebiyat öğretmenine teslim edecek bir öğrenci stresiyle yazıyorum..ölüm olunca konu dayanamadım, yazayım dedim..hani demişsiniz ya, "ölüm hakkında fazla düşünme" diye, zannımca sıkıntımız ölümü fazla düşünmekten kaynaklanmıyor, ölümü yanlış yöntemlerle düşünmekten bunalıyoruz. Çıkmazlarım ya da baştan savmalarım da ölümü hep öteki olarak görmekten ve bir türlü kendimi o toprak altındaki daracık yere layık görememekten ortaya çıkıyor. Hiçbir yere sığamayan umutlarım, hayallerim ne olacak toprak altında? hep boşuna mıydı tüm o çabalarım, ağlamalarım ve mutluluklarım? Ölüm herşeyin üzerini örtüveriyor ve hayata tekrar ve bambaşka gözlerle bakabilmemi sağlıyor. Ölümü ölmeden önce düşünmem hem de çok düşünmem gerekiyor. Doğum hayata ne kadar anlam katıyorsa, ölümde benim için aynı kodları taşıyor..Düşünmediğim zaman çok yoruluyor kalbim, çok yoruluyorum. Keşke ölüm benim için yalnızca bir araç olsa içimdeki sonsuzluğa ulaşmada..keşke.
Yaaaa o Miyazaki filmlerinin kızlarından olan fotoğrafını neden kaldırdın? O hep header'ın olsun. Sağ üste de hergün değişen fotoğraflar koy. Lütfeeeeeeeen.
Peri Peri, guzel Peri, sevgili Peri,
Biraz once uyandim. Nasil da guzel bir gun. Birazdan parkima gidecegim yine. Yanimda cay, kitap, kanavice. Sanki dunyada hic bir tasam, yetismem gereken bir imtihan, bitirmem gereken bir tez yokmus gibi gamsiz olacagim. Bu gunlerde, memleketten dondugumden hic durmadan uyuyorum. Olum hissi uyumakla savulacak sanki. Ne tezat, degil mi?
Tam duymaya ihtiyacim olanlari soyledin bana, her zamanki gibi. Aramizdaki bu hal bir emniyet hissi veriyor bana,bir yandan da korkuyorum ya kaybedersek diye. Sevgi ile kaybetme korkusu hep yanyana zaten, degil mi? Bu emniyet hissiyle okuyorum yazdiklarini, bunun kiymetini anlatamam.
Hele Reha Bey'in cenazesiyle alakali yazdiklarin, o kadar iyi geldi ki. Bunu paylasmak muhtemelen hic kolay degildi senin icin, bundan oturu cok tesekkur ederim.
Benim yapim saglam mi? Bilmiyorum, umut ediyorum ki gordugun, ongordugun gibi olur. Lessing okuyorum diyordum ya, zalim ve harika kadin, diyor ki bir yerde, etrafim senelerce kendi kendine ugrasip didinip yazacaklari kitabi sadece kafasinin icinde yazan ama disari cikartmaya gucu/vakti/cesareti olmayan `yazar`larla dolu. Ben de kendime ait herseyi bir parca boyle goruyorum. korkarim ki o saglam olacak denilen bina sadece blueprint olarak kalacak hayatimdaki bircok sey gibi.
Dedigin gibi, zaman gectikce ve ozlem ilerledikce acisi belki de daha cok vuracak bu kaybin. Insanin default bencilliginden ve asla olumu tam anlayamamasindan herhalde `o simdi ne yapiyor, ona ne olacak` sorulari kisa surede daha emniyetli sulara kayiveriyor: `ben simdi onsuz ne yapacagim? o olsaydi simdi soyle yapardi`. insanin varliginin olmamasina alisiliyor, hem de pek cabuk ama zaman gectikce hatiralar, anilar ya da yurek her neyse, kesilen kolun ucundaki sinirlerin agri mesaji gondermesi gibi beyne, aci mesajlari gonderiyor. Ahh Peri, bu cenaze esnasinda ben de ne kadar cok diledim bir seye boyle derinden, sonuna kadar, boyle tam inanan bir insan olmayi. Inanabilmek ne buyuk bir sey.
Resimler cok hos bir surpriz oldu bana, dedigim gibi, senin mektubunla o yerin bende uyandirdigi his ayni cunku.
Bu guzel, kiymetli mektup icin cok tesekkur ederim sevgili peri. yanimda oldugun, bunu bana boylesi hos bir sekilde hissettirdigin icin.
Diyorsun ya, her zaman yanlis mektubu yazdigim hissiyle bitiyorum mektubumu, bana da oyle geliyor sana yazarken. yanlis yazmisim, eksik yazmisim, cok beylik ifadeler kullanmisim, kendimi cok iyi acamamisim, anlatamamisim, okurken seni bunaltacak, off be bu kiz da dedirtecekmisim gibi geliyor her zaman. sevgi ve tedirginlik? endise hep icimizde:) irklar karmasi olan genetik kodlamamda bir yerlerde birkac gocmen ata muhakkak var demek ki :)
hele simdi uyku sersemiyim ya, uyanir uyanmaz, yuzumu yikamadan, ruyada gibi actim bilgisayari ve yazmaya koyuldum ya, iyice endiseliyim ne yazdigim hususunda. ama kendime isyanim var bugun. okumayacagim tekrar yazdiklarimi ve icimden dolup tasmasina sebep oldugun tum o guzel hislerle yolluyorum bu yorumu. sozcukler anlasamasa da onlar anlasir nasil olsa.
sevgilerimle peri, guzel peri,
PA.
ya peri benim bu yorumum yakışıksız kalmış. passive bir sevdiğini kaybetmiş sanırım. benim yukarıdaki yorumumu kaldır istersen. ben ayrıca ölüm karşısında çok duyarsızım. hatta kendi ölümümü düşünmek bana hep mutluluk verdi. sonsuz olmadığımı bilmek, nihayetinde hiç olacağım ve hatta hiç olduğum hep rahatlattı beni. ayrıca şimdiye dek çok yakınım olup da ölen bir tek babam oldu. Bu da benim için büyük bir armağandı. Kötü birinin ölümü. Ama yaşım ilerliyor sevdiklerimi yitirmeye başlayınca, ölümün acısının da, yasının da daha farkında olacağım sanırım.
kacak,
cenaze sirasinda en zoruma giden sey otomatige alinmis, ne yapan ne yapilan icin hicbir anlami olmayan yahut anlamlari maddi boyutlara kaymis eylemlerdi. Cenaze evine yakinligina gore yiyecek icecek getirmek yahut ne bileyim, buyuk baslardan biri geldi mi kahve ikram etmek de, `siradan` bir adam geldi mi meyve suyu vermek gibi binbir cesit tasra adeti... aci cekerken bir yandan da hala bunlari farkedebiliyor olmama duydugum kizginlik da cabasi. en zoruma giden sey ise dedemin pek sevmedigini ya da dedemi pek sevmediklerini bildigim insanlar bana basin sagolsun dediklerinde onlara `sizler sagolun` demek zorunda olmamdi. bu durumlarda cogu zaman sessiz kaldim, ya tesekkur ettim ya da `dostlar sagolsun` dedim. yakinlardan birileri cogu zaman cumlemin sonuna telasla `sizler sagolun` u ekledi. Kendime, onlara, herkese kaynayan bir ofke duyuyordum o anlarda. Bu kadar cok ikiyuzluluk, bunun bu kadar dogal olmasi yahut hicbiri degilse insanlarin aciyi paylasilmasi gereken bir pastaymis gibi gorup en kocaman dilimi kendilerine kesme gayretlerindeki abartili tuhaflik... tarif edemiyorum. Bunun icin Peri'nin Reha'nin esine soyledigi sey o kadar dusuncelice, o kadar ince bir hareket ki. Beni derinden etkiledi.
Bu kadar cok seyi neden anlatiyorum, bu olaylar esnasinda etrafimiz kalabaliklar cevrili olsa da, az sayida insandan bana iyi gelecek seyler duydum. bunlardan birisi mezari basinda dayanamayip `why him?` diye sordugumda buz gibi, sakin ve neredeyse tum kainat adina soruma meydan okuyarak gozlerini gozlerime dikerek `why not him?` diyen ve beni rahatlatan adamdi; digeri Peri'ydi, bir digeri de sensin, senin basin sagolsun dilegin. bu kadar cok insanin arasinda olup sadece bir ikisiyle ayni teli yakalayabilmek...
lafi cok uzattim, kafami toparlayamiyorum.
tesekkur ve sevgilerimle.
Kacakkova,,
Şu kısa, yoğun,coşkulu tarihimizi hızla düşündüm yorumunu okuyunca.
Ne çok şey değişti, ama güzel sözlerin ilk yorumun gibi mahcup ediyor beni… Çok, çok seviniyorum.
Yine bir sürü şey anlatmak, sana buradan uzun mektuplar yazmak istiyorum ya
dil çok tuhaf, öyle duyarlı ki değişiyor ister istemez, eski bilincinden kopup gelen aynı dili kullanamıyorsun. Biraz karışıyorum, sözcükler telaşlanıyor, bir curcuna başlıyor, yazamıyorum. Yazmak için ölüp biterken yazamıyorum. “Dil masum bir şey değil,” demiştin ya bir mektubunda, dil bence çok masum olduğu için başka dengeleri kollamak zorunda kaldığın, kendini tam ifade edemediğin zaman frenliyor kendini, gerektiği gibi anlatamazsan sarkıyor, çiğleşiyor, tatsızlaşıyor. Ne kadar şık sözcüklerle yazarsan yaz, anlamı çarpıtıyor ve eğer bilincin o sahici yuvasından konuşmuyorsan aptallık dolu bir gösterişe dönüşüyor dil. Sevmiyorum bunu, ki bu yüzden canım da benim, yorumunu görünce duyduğum büyük sevince rağmen, bırak burada uzun mektuplar yazmayı sana, yorumuna yanıt vermekte bile geciktim. İstiyorum ki dil sindirsin kendini; vitesle, fren pedalıyla dikkatim bu denli dağınık olmasın, ileride tepedeki kaya yola yuvarlanır mı, virajı çok geniş alsam şu ağaca çarpar mıyım, zamansız sollarsam arkadaki araç dengesini kaybeder mi… bunları düşünmediğim rahat bir yazı yolculuğu yapayım istiyorum.
Güzel sözleriniz ne çok hoşuma gidiyor, sevgili kacakkova. Hep. Sizi nasıl da seviyorum ben böyle.
Sevgili Zehra,
Ben öleceğini bilen insanlardanım. Bunun dışında her şey kuşkulu. Bu da hayatı bir şekilde yaşamana neden oluyor. Bazen, korkarım ki onu değersizleştiriyor, bazen de tek şüphe götürmeyen şey o olduğu için çok değer kazandırıyor. Bu nedenle biraz dalgalı bir konjonktür sergilediğim söylenebilir. Reenkarnasyon filan gibi inançlar da çok eğlenceli ya, ikinci, üçüncü el hayat satışlarının buradaki piyasada hali fena:) Kendi ölümümü çok düşünürüm de ölüm hakkında hiç düşünmüyorum. İntihar, kafamın arkasında sürekli dolandırdığım bir fikir; yaşamı bir küfürle reddetmek, ölüm korkusuna gururla meydan okumak, anlamı tümden kaybedip sonsuz bir hiçliğe savrulmak için mi bilmiyorum, kendi ölümüm de bir intihar kurgusuyla şekillenir bende. Ama bir şuurla düşünüyor muyum ölümü dersen, düşünmüyorum, düşünmem de. Bu benim baş edeceğim bir mesele değil.
Sevgiler.
Passive
Ben de korkuyorum bazen ya birbirimizi sevmezsek sonra, diye. Ama şimdi, böyle çok sevip anlıyoruz ya birbirimizi, sonranın canı cehenneme. Sonra ölüm varsa, şimdiye kıyıp durmak ne saçma, yahu. Nedir çektiğimiz şu gelecekten! Nedir yani garantiye almayı çalışıp duruyoruz geleceği, şimdiyi yok ederek!
Sana yine yazmayı düşündüm bana yazdığın son mektuptaki aşk romanları dolayımında. Hatta şöyle bir şey oldu Passive, son zamanlarda öyle bir yazıya da başladım, umarım kaydetmişimdir onu bir yerlere, senin mektubu okuyunca aynı zamanlarda aynı şeyleri düşünmüşüz, dedim. Yazarım yine bir mektup sana burada ve o özel mektubu geciktiriyorum canım ya, bazı konularda bir kolaylıkla yazamadığım bir dönemdeyim. Yazacağım ama.
Parkta geçirdiğin zamanlar nasıl hoşuma gidiyor. Bir gün termosa çay koyup, kek, poğaça yapıp, kitabımı alıp bend e gelmek istiyorum o parka ya, bakalım. İster misin bunu? Yok, konuşmayız çok, ani bir çarpışmayla şaşkına dönmez sözcüklerimiz, buradaki gibi bir mesafeden ama çok sıcak bakışımlı bir mesafeden konuşuruz, susarız çokça da. Sana beyaz keten üstüne siyah iple baykuş desenli bir yastık işlemekten filan söz ederim. Yardım isterim senden:)
Sevgiler.
Aslı,
Canım yahu, şu tepedeki fotoğraf mıydı istediğin? Koydum işte onu dün gece. Çevrendeki tüm sevdiklerin uzun uzun yaşasın aslı, sen hiç ölümden korkma. Eskiden televizyon denilen bir icat vardı ve ben de izliyordum ya tümden unuttum bu cihazı. Herneyse, her kötü haberde biraz suçluluk duyuyorum ben aslı, adamın biri karısını mı bıçaklamış, Afgan halkı sefalet içinde mi, organ mafyası iş başında mı, ekonomide kriz nefes aldırmıyor, adam evine ekmek mi götüremiyor, bunlardan hep ben de suçluyum. Gösterişli bir duyarlılığı ifade etmek için söylemiyorum, sahiden bir suçluluk psikolijisi ile içim eziliyor. Herneyse, bu tür haberlerde çok zor durumda yaşamış birinin öldüğü söylenir ya, şu senin duyduğuna benzer bir rahatlamayı hissederim içimde. Ama insanın şöyle ya da böyle, ne yaşamış olursa olsun ölmesi kötü bir şeydir ya, bu rahatlama yüüznden de suçluluk duyarım. Hayır aslı, tv izlemiyorum şimdi:)
Yorum Gönder