Pazar, Nisan 18

müs-teh-cen!



“Ceza kanunun kaçıncı maddesiydi müstehcenlik kanunu?” diye seslendi Peri içeriden

“426!” diye bağırdım. Mısır ekmeği yapıyordum mutfakta. Lusin arka ayakları üstünde duvara yasladığı iskemlesini tak diye indirdi. “Derdi ne bunun?” diye sordu.

“Bir kız Peri’nin yazılarını müstehcen buluyormuş. Dert etti işte kendine.”

Lusin, “müs-teh-cen mi!? Ulan, ben Peri’nin nerdeyse bakire olduğundan şüpheleniyorum” dedi, sözcükleri kahkaha dalgasının üstünden zıplatarak.

İçeriden kınayıcı bir  “heyy!” sesi geldi Peri’den.

Kendimi tutamayıp güldüm, “şşşt… Bugünlerde heyheyleri üstünde”

“Ona kalsa diyaframın altında kalan her şey çirkin, yahu. Müstehcenlik ne demiş olabilir ki, Peri? Bu kıyamet belirtisi olurdu. Hah hah haaa… Çişini on sekiz saat tutmuştu, arkadaşlarının yanında tuvalete gitmeye utanıp, hatırlasana.”

“heeyy!” dedi yine Peri tahammülü kalmamış gibi. Lusin, “sana hey!” diye bağırdı içeriye. “Çişini söyleyebiliyor mu bari artık?”

Gülerek, ama sesimi de iyice alçaltarak “pek değil. Cafe’ye filan gittiğimizde garsona lavabonun yerini soruyor… ellerini yıkaması gerektiğini de mutlaka ekliyor. Hani, onun çiş yapmak istediğini asla düşünmemeleri için.”

Biz gülerken, Peri içeriden “yazıları taradım, yasaya ve müstehcenlik tanımlarına baktım. Yok. Müstehcen sayılabilecek hiçbir şey yok yazılarımda…” dedi.

 “Bu ne saçmalık ya. Belli ki bunu diyen kızın derdi başka. Niçin Peri’nin bunu ciddiye almasına izin veriyorsun?” dedi Lusin.

“Bu bir oyun çünkü. Öyle ya da böyle kız bir oyun zemini kurdu. Peri de zımni olarak kabul etmek istedi bu oyunu. Peri kızın kurduğu oyun zemininde şimdi, ama kızla aynı dili kullanmak zorunda da değil. Oyun için zeminde ve kurallarda anlaşmış olman gerekir, ama oyunu kendi tarzında sürdürebilirsin.”

“Kafayı yemişsiniz siz,” dedi Lusin dolaptan bir bira alırken. “Bana da çıkarsana bira,” dedim, hamuru yaydığım tepsiyi  fırına koyarken. Lusin birayı çakmağıyla açıp, uzattı. Evde sekiz tane bira açacağı var oysa.

Peri, kucağında Tina ile gelip onu su kabının önüne bıraktı. “Bugünlerde çok az su içmeye başladı, Tina” dedi endişeyle. “Eğer kuru mama yemesini sağlayabilsek daha çok su içer.” 

“Bakarım markete,”dedim “belki değişik bir marka kuru mama alırsam sever. Tavuk onu susatmıyor. İhtiyacı olsa içer. Kaygılanma bunun için de.”

Raftan fincan alıp çay koyarken, arkası bize dönük ağlamaklı bir sesle mırıldandı  Peri, “aslında O'nun için, seni seviyorum, bitanem ve canım da benim, demişim…”

Lusin’le bakıştık. Peri çıkınca, “O’nu çok özlüyor. Delirecek bu yüzden... Bu yüzden… yani O’nun dolayımında geçen bu eften püften işlerle oyalanmasına izin veriyorum.. Soyut bir aşkınlığı var bu aşkının ya, çok ruhani… Tanrı’yı düşünüyor sürekli. Kutsal kitaplara, kutsal metinlere eğilim göstermeye başladı. Dün gece geç vakitte terasta otururken buldum onu. 'Ol!' diye mırıldanıyordu. Hıristiyanların yorulabilen Tanrısı ile Müslümanlığın hiç yorulmayan Tanrısı hakkında düşünüyormuş. Müslümanın Tanrısı yorulmazmış, o, ‘ol’ diyince olurmuş her şey çünkü.”

Lusin sıkıntılı, iki eliyle yüzünü oğuşturdu. Kızarmış yüzüyle bana baktığında,  “Her durumu öyle dağıtıyor, öyle dolambaçlı hale getiriyorsunuz, öyle ayrıntılara gömülüyorsunuz ki, evrimi yavaşlatıyorsunuz siz, kızım yaa. Niçin zorlaştırıyorsunuz hayatı bu kadar hiç anlamıyorum.”

“Çünkü hayata ancak böyle anlam yükleyebilirsin. Karşılaştığın her olayın sende oluşturabileceği derinlik için şart bu. Hayat dediğin, olaylar, durumlar silsilesi değildir ki. Belli durum ve koşullarda içselleş-“

 “Tamam, tamam… Senin durumun nedir, kanun maddesini filan öyle zırt diye ezbere söylemeler filan” diye sözümü kesti Lusin.
“Avukatlığa dönüyorum,” dedim.
“İyi mi olacak?” dedi. “
“iyi olacak”
“Hukuk filan mı okuyorsun bugünlerde, nedir yani?”
“Yok. Başlamadım henüz. Müzik tarihiyle ilgili bir şeyler okuyorum. Bach’tan itibaren, sözsüz müziğe geçiş, filan işte. Kilise ile çatışmaya girmiş Bach. Kilise, ilahi gerçeklerin sözlü olarak ifade edilmesinden vazgeçilip, sözsüz olunca putlaştırılacağından korkmuş müziğin. Zamanla orkestra aletlerinin oluşturulmasından sonra senfonilerin bestelenmesi ve Beethoven dönemine kadar gidiyor okuduğum müzik tarihi. Böyle şeyler.”

“Aa, o halde çok ilgini çekecek mektuplar yazabilirim yakında sana,”dedi Lusin. “Büyük bir keman yapım şirketiyle anlaştım, sponsorum olmayı kabul ettiler. Ben renklerin tarihiyle ilgiliyim gerçi ya, şirketi, Stradivarius kemanlarındaki ünlü ve gizemli kavuniçi rengi dolayımında kemanın tarihçesini araştıracağımı söyleyerek ikna ettim.”

Peri içerden şarkı söyler gibi neşeyle bağırdı,”kavuniçi dans et! Kavuniçi dans et!”

“Rilke’nin burada sözünü ettiği orange aslında, biliyorsun değil mi canımın içi?” diye seslendim Peri’ye. Lusin’e dönerek, “Avrupa dillerinde kavuniçi için bir sözcük  yok, orange ile karşılıyorlar bu rengi,” dedim. Lusin sıkılmış, “biliyorum ya, ne ukala şeylersiniz, işimi bana öğretmeyin,” dedi. Ağır sırt çantasını yüklendi. Birlikte odaya girdik. Karnının üstünde Tina, yatakta  Karen Armstrong’un, Tanrı’nın Tarihi kitabını okuyan Peri’nin başını öpüp, “Cremona’ya gidiyorum bu akşam. Birbirinize iyi bakın,”dedi Lusin. Peri, “Cremona mı?” diye sordu. “Evet, İtalya’nın kuzeyinde, Po ırmağının kıyısında bir şehir. Keman ve vernik rengini araştıracağım,” dedi. İkimize bakıp sustu, üçümüz sessiz bakıştık öyle. Sonra başını kederle iki yana sallayıp, “Ne istiyorum biliyor musunuz?” dedi, “Tüm kitapları evin ortasına toplayıp ateşe vermek ve sizi dışarı kovalamak.” Ona sarılıp kapıya kadar yolcu ettim. “Bizi merak etme,”dedim.

Fırında üstü kızarmakta olan mısır ekmeğine baktım. O’nun çok sevdiği mısır ekmeğinin tüm çeşitlerini deniyorum. Bu kez tam Karadeniz usulü süt kaymağı ile yaptım. Herkesin aşkı yaşama usülü kendince.