dün neydi öyle! sabah bir telaş, arçil'in kahvaltısı, balıkların yemi, tina'nın ciğeri, karıncaların keki, sonra evi toparla. acele... acele! giyin. saçımı taramadan mı topladım? olsun. arçil'le birlikte çıktım dün. işe giden insanlar, otobüs ne kalabalık, şoförün ses tonu ne hoş, yani, 'lütfen' filan demiyor ama kibar biri, duraklardan insanları alışında, sonra bırakışında çok insancıl bir profesyonellik var, demek istiyor ki, 'hepinizi işinize zamanında yetiştireceğim'. babacan da. ne tatlı, sağolsun. ben dün, işte sisteme bu otobüste dahil olmuş, yanımda yöremdeki insanlarla omuz omuza bu sistemi elbirliğiyle yürütür gibi bir kardeşlik, bir sevecenlik içinde...
10.10 geçeye kadar bazı tuhaf işleri çok acele yetiştirmeye çalıştım. her seferinde bir engel çıktı, her seferinde dirayetle engeli aştım. sıkıcı konular, boşver onları. bu işlerin bir yerinde acele vesikalık fotoğraf lazım oldu. çok şişman ve çok kibardı fotoğrafçı. dedim ki, çok acele lazım, güzel de olmalı, yani kimliğime yapışacak bu fotoğraf neticede. ama saçımı bile taramadım ve şu kaşlara bakın... fotoğrafı tam çekecekken bana beş yaş zekasına uygun şakalar yaptı ve ben de güldüm, o da flash'ı patlattı o anda, yüzümde mutluluk dolu bir anı yakalamış gibi. oturup beklerken, tv'de bir pembe dizi oynuyordu, onu izledim. bu pembe diziler, dr house'un sevdiği kadar var. evcilik oynuyorlar gibi, çok, çok kötü rol yapıyorlar, ama bu kötülükten her nasılsa bir masumiyet doğuyor. yaşam sadece olgusal olarak seyrediyor orda, bir çocuğun hayal gücüyle eş çılgın olaylar, çok olağanmış gibi görülüyor tüm kahramanlar tarafından ve ama her nasılsa karikatürize bir hal de var. yarım saat sonra, fotoğrafımı alıp, işlerimi halletmek için derhal çıktım.
ray charles..................
10.10 da işler bitti. nokta. zaman teorisyenleri nasıl açıklıyorlar hiç bilmiyorum ama kokuları bile şekilleriyle, sözcükleri renkleriyle görebilen, nöronlarının sıradışı çarpışması hadisesinden kavrayış biçimi anormal olan benim için zaman büzülmüştü. yani terzilik jargonunu kullanacak olursak, nervür ya da pli gibi düzenli değil de basbayağı kötü yapılmış bir büzgü gibi büzülmüştü. ve acil işlerin bittiği o noktada zaman bir potluk yapıyordu ve ben o pot noktasındaydım zamanın. şimdi ne yapmalayım? aciliyet beni 'şimdi' olana sabitlerken, bittiği anda içimdeki zaman, gergince zaptedilmeye çalışılmış da sonunda bırakılıvermiş bir balon gibi boşlukta süzülüyordu.
bir kahvenin, insanları izleyeceğim, olmadı kitabımı okuyabileceğim masasına oturup çay söyledim. müzik vardı. o anda algıladım. tarkan. öp filan gibi bir şarkı söylüyor. çok ritmik. ama şarkı hatalı. sanki iki ayrı şarkı olarak düşünülmüş de sonra ikisini birleştirmeye karar vermişler gibi. ilk yarısı ile ikinci yarısı hiç uymuyor. terzicilik jargonu ile söylersek, düzgün bir birleşme için agraf bile kullanılmamış, çabuk tarafından bir teyel ile yetinilmiş, en ufak nota darbesinde iki parça birbirinden kopuverecek sanki. hem sonra, yakalarsam muck muck şarkısından sonra nedir bu öp şarkısı, allah aşkına? tarkan sevenlerinde yakında, dr. house jargonuyla konuşacak olursak infeksiyöz mononükleoz hastalığı görülmesi işten bile değil. öpücük hastalığı, yani.
kalkıp, kadıköy çarşısına yürüdüm sonra aylak aylak. karton fincanda kahvemi alıp, hemen yanındaki kitapçıya girip, erhan bey'in yeni aldığını söylediği kaan h. öktem'in ölüm düşüncesinin temelleri kitabını inceledim. agora yayıncılık, neden kitabı ders kitabı boyutunda hazırlamış, anlamadım. sevimsiz göründü kitap nesne olarak. ama içeriği çok hoş. başka bir zaman almak üzere kitapçıdan çıktım.
sigaramı yakıp, kahvemi içerek bahariye'ye doğru yürüdüm. köşedeki iç çamaşırcıdan çamaşır aldım. gnc'ye uğrayıp cofish-caps (30 yaşından sonra kalbin üretmeyi durduğu ama ihtiyacı olduğu bir enzimi ve omega3'ü birlikte ihtiva ediyor) ve iki kutu women's ultra mega (her zaman kullandığım vitaminde demir minerali kaldırılmış. satıcı açıkladı ama unuttum şimdi nedenini. bu aldığımda demir de var. dedim ki, çünkü, ben çok üşüyorum, kansızlık ver bende galiba) vitaminlerini aldım. bir pijamacıya uğrayarak, kışlık pijama aldım. bütün pijamalarım çekip, boyları kısalıp beni yetim gibi gösterdiği için, small yerine large beden aldım. gri üstünde mavi, minik kalpli.
nazım hikmet'e uğradım, çayımı söyledim. havuzun başında oturup nostromo'yu okudum. kitapta en sevdiğim karakterlerden biri olan dr. monygham'ın geçmişini anlatarak karakteri analiz ediyordu, çok hoş bir bölüm. havuzda taşın üstünde sabit duran su kaplumbağalırına baktım, ne zaman hareket edecekler, diye. asla hareket etmediler. bir kedi gelip havuzdan su içti, garson geçerken kediyi 'pist' diyerek kovdu, içerlemiş bir şekilde, "su içiyordu,"dedim, "ona su verin." "tamam," dedi, "kaplumbağaları korumak içindi," dedi, "kediye su veririm," dedi nezaketle ve üzülerek.
otobüse bindim, ayakta, camı açıp dışarıyı seyrederek, eve geldim.
yemekten ve duştan sonra çok rahatladım. arçil, her akşam yapmasını şart koştuğum ingilizce testlerini okulda, boş derste yaptığı için ve bugün de tatil olduğu için, oyun oynadı. tina bu aralar onun odasında daha çok vakit geçiriyor. akşam being there filmini izleyecektim. çocukken izlemiş, çok beğenmiştim. vazgeçtim.
üç dört gündür müptelası olduğum house dizisini izledim. izlemeye başladığımda, muhteşem dr. house ile sherlock holmes arasında müthiş benzerlikler buldum ve akşam bu buluşumu sizlerle paylaşmaya niyetlendim. acaba apaçık görünen bu bağlantıyı benden başka da gören var mı, diye google'a sordum. ohoo ooo zaten bizzat bu benzeti üstüne kurulmuşmuş dizi. hevesim kırıldı. oysa heyecanla şu minvalde bir şeyler yazacaktım. hızlıca şöyle:
dr. house'un hastalığa yaklaşımı, aynı sherlock holmes'un suçluyu bulma tarzına benzer. semptomları ipucu olarak değerlendirir ve her şüpheyi, yüksek ateş, kızarıklık, diş kanaması... hesaba katar. sherlock holmes'un önünde bir ceset vardır ve bu cesetle ilişkili olarak da şüpheli insanlar. holmes tıpkı house'un semptomlardan hastalığı keşfetmesi gibi, şüphelilerin arasından gerçek suçluyu bulmaya çalışır. ikisi de çok dikkatlidir, bir bakışta ipuçlarını yakalar, farklılığı ayırt ederler.
dr. house, sherlock holmes'un şu temel sorusunu baz alır: "cinayet günü ne oldu?" bu, semptomları ipuçları gibi takip edip, onu, hastalığın oluşma hikayesini kurmasına olanak tanır. elemanlarını hastanın evine yollar gizlice, tüm deterjanlar, ilaçlar, yerdeki tozlar ipucudur. hastanın yaşam alışkanlıkları, karakteri analiz edilir. neden çok kibardır, neden ahlaki konuları alelacele kapatmaktadır, neden bir konu açıldığında bir yalancının tepkilerini vermektedir ve neden yalan söylemektedir? karısını aldatıyor mu, o annenin çocuğuyla kurduğu mükemmel görünen ilişkinin altında hangi dolaplar dönmektedir?
house da sherlock holmes gibi çoğu kez yanlış çözümlerle yol alır. çünkü hastalığın doğru teşhisine, gerçek katili bulmaya giden yol yanlış teşhislerden geçer.
house için her hastalığın fiziksel belirtisi vardır ( guillain -barre hastalığının bile:p), tıpkı hemen her cinayette katilin bir ipucu bırakması gibi. gerçek hastalık kendini gizler ve house'u yanıltacak semptomlar gösterir. house, mesela "bu kızarıklığın bir anlamı yok, ama hastalık bana bu semptomu göstererek neyi gizlemeye çalışıyor," diye sorar.
bazen house, semptom yokluğunu da bir semptom olarak algılar ve test sonuçlarının yanıltıcılığını da hesaba katar.
uzatıyorum ama kısa keseceğim; house uyuşturucu müptelası sherlock holmes gibi vicodin içip durur. zekası ile kibirli, aptalları aşağılar. sherlock holmes'un, bulgularını aktardığı dr vatson'ı gibi, aktarımı gerçekleştirdiği üç elemanı vardır. hastalarına yakınlaşmaz, onları görmez bile, sadece sanki bir doğru kavrayış ve doğru kurgu hastalığı bulmasına yardım eder gibidir. sonunda dr house tarafından uzaktan uzaktan hastalık teşhis edilir, cinayet aydınlatılır.
vs. vs.
işte tüm bunları allayıp pullayıp yazacak ve bu müthiş buluşumla acayip sükse yapacaktım. olmadı. olay önceden çözülmüş. ben ne kadar ultra mega vitaminimi vicodin gibi ağzıma atsam da ortada benim çözmemi bekleyen bir hazine sorun yokmuş. hay gidi hay!
8 yorum:
İşte hayalimdeki Kadıköy günü. Önceki tuhaf büzgülü kısmı eliyorum izninizle, hayal değil mi a! Ben muhtemelen Nazım Hikmet'e gitmezdim çünkü ne zaman oradan geçsem beni bir gerginliktir alıyor, dahil olamıyorum bir türlü etkinlik ritmine. Ayrıca İnci Pastanesi'nden koca bir ekler almak listemde yer almalı. Kahveli sigaralı kısma bayıldım ancak onu hayal bile edemiyorum çünkü ne zaman sigara içsem bir araba azar işitiyorum. Of ama sanırım tutamayacağım kendimi.
Ayrıca akşam Arka Oda'da bir bira ile taçlandırmak da lazım bu enfes günü.
Özetle dün bayık bir iş günüydü, bugün daha da beter. Çok özendim.
Terzi benzetmelerine bayildim! :)
Kadikoy'u o kadar ozledim ki. Bunu soyledigime sasiyorum cunku olesiye nefret ederdim bir zamanlar oradan.
Womens Ultra Meganin yaninda balik yagi drajelerinden aliyordum ben, omega 3. Bu codfish daha mi iyi?
Peri, bahsetmedigine gore, yememissin butun gun bir sey! Cay, kahve, sigara, yemek yok, otobuste ayakta uzun yol. Dirdir etme damarlarimi kabartiyorsun cok fena!
yazmak iyidir merhaba,
tamam, o büzgülü kısmı hayalimizde eleyelim. nazım hikmet'te etkinlik var ve dahil olmamız filan mı gerekiyor? benim için bahçesi, çalışanları, çayı ile çok hoş bir yer. bir de oraya gelen insanların görüntüsünü seviyorum, durgun, sakin, akıllı görünüşlü insanlar. oraya gittiğimde yaptığım tek etkinlik de çayımı içip, kitabımı okumak. bence kadıköy de yorulunca soluklanmak için çok hoş bir yer.
inci pastanesi nerde? ben biraz dalgınım, yazmak iyidir, bana de ki beyaz fırından kurabiye, paskalya çöreği, kardeş fırından sandiviç, kek almalı, ona tamam, ama nerde bu inci pastanesi?
TUTUN KENDİNİZİ! sigara kötü yazmak iyidir. sizi teşvik ediyorsam da derhal buna bir son vereceğim. red kit'in ağzındaki sigaranın yerini saman çöpü alması gibi, sigara yerine size diyeceğim ki namlı'dan kocaman bir elma aldım, onun şarküteri bölümünde bir güzle yıkayıp, yiyerek sahafları dolaştım. gelecekte yapacağım d abu zaten. sakın sigaraya başlamayın. çok pis, çok fena bir şey o. bana bakmayın, lütfen.
ben dışarda içmiyorum. en son aslı ve memet'le içmiştim galiba. orası arka oda mıydı acaba?
aslıııı!
aslında ben içkiyi de sevmiyorum. bana iyi gelmiyor. zihnimi bulandırıyor ve çoğu kez de melankolik yapıyor beni.
yazmak iyidir, ne bileyim, benim yaptığım atla deve bir şey değil. çıkmıyorum bile biliyorsun. çıkınca da bu kadar basit. zaman meselesi sanırım. ama görüyorsun nasıl koşturarak eve dönüyorum. iş, ev vs onlar da güzeldir.
uğradığın için sağol. miço'yu öpüyorum.
sevgiler.
hıoşgeldin PA! nasılsın? ayağın iyileşti umarım. iyileşir iyileşmez gidersin, ne olacak ki. ama canım nasıl nefret edersin kadıköy'den. her seferinde şaşıyorum ne kadar sevimli, sıcak, tatlı bir yer, diye.
bu cofish için daha erken. sen 30 yaşından küçüksün, değil mi? kalbin hala o enzimi üretiyor. sanırım sınır 30'du, hatırlamıyorum. sen omega3 almaya devam et bence. ben bir de sedergin ya da aspirin ekliyorum bunlara. vitamin filan değil de bu sedergine bana çok iyi geliyor, derhal enerji ile doluyorum sanki.
PA, evet, yemedim! oysa beynim sürekli hadi yemek ye, diye uyardı. bir sürü teklif götürdüm kendime: kovan'da kaşarlı küçük pizza ve çay, ayçekirdekli simit, ki ne çok severim... nazım hikmet de üç ayrı menü hazırlanıyor, dün hepsi de çok hoştu, ama şu kadar şu kadar aç olmadığım gibi, bir lokma yersem kusacakmış gibi hissediyordum kendimi. gerginlik iştahımı altüst eder, sabah ki o yoğunluktan sonra... aslında böyle zamanlarda bir tane elma alıp yiyorum. bazen de kovan dan selanik ya da ayçekirdekli krik krak... ama dün yiyemezdim. bir de hala şu mide ameliyatının kötü sonucu olan yemek yerken mide bulanması meselesini unutmuş değilim. şimdi bulanmıyor ama, ah.. hani seinfeld'de jerry, dudaklarını büzüp gözlerini kısarak newman! der ya doktoru hep o ünlemle yadediyorum.
böyle işte. ama gelecek sefere kadıköy'e çıktığımda, bakalım ne zamanmış, cuma günü, söz bir sürü abur cubur ve yemek de yiyeceğim.
seni görmek çok güzeldi, PA.
sevgiler.
Hepsini, hepsini okudum ne iyi geldi. Bazen 3-4 postu biriktirip öyle okuyorum. Önce bebeği uyutuyorum sonra hak edilmiş bir ödül gibi kahve fincanımı elime alıp, sevgili Peri ne yazmış diye hevesle ekrana bakıyorum.
Dr. House izleyen ve seven biri daha ne güzel. Hamileliğimin son ayında kendimi House'a adamış tüm sezonları izlemiştim. Şimdi yeni sezonun bölümleri başladı ve ben bu kez kucağımda bebekle House peşindeyim :)
Fotoğraflarını seviyorum Peri, en az senin kadar :)
Sevgiler.
sevgili ruhdağı,
teşekkür ederim. biri için ödül değerinde bir şey yazdığımı bilmek nasıl mutlu ediyor beni. yalnız çok kahve içmiyor musunuz? bugün için benim bildiğim iki fincan. ilkinin kocaman fransız fincanı olduğunu hesaba katarsak? hmm?
şaka yapıyorum:) dr house izledim şimdi üç bölüm. 5. sezonun ilk bölümlerini pek sevmedim. şimdi şu dedektif çıktı ya, onu çok sevdim ama, bakalım. şimdi yataıp kitabımı okyacağım ama.
bu hamilelik, karnındaki bebeğin sonra kucağında olması, sonra boyu senin boyuna ulaşıp sana kafa tutması filan ne bileyim, inanılmaz, değil mi? benim hala aklım almıyor aslında. arçil'le bazen şakalaşıyorum, "seni ben yaptım karnımın içinde," diyorum, "üretimin tümden içimde gerçekleşti, o yüzden sır filan saklamak yok, anlat bakalım, şu kavga hadisesi nedir?":)
hmm... beni, fotoğraflarımı sevdiğiniz kadar mı seviyorsunuz, yoksa benim fotoğraflarımı sevdiğim kadar, siz de fotoğraflarımı seviyorsunuz?:)
yaşlanıp öleceğim herkes gibi ruhdağı. hiçbir şey kalmayacak bu dünyada. sahaflarda satılan kime ait olmadığı belli olmayan fotoğraflar gibi bu fotoğraflarda internetin çöplüğünde, kablolarda yok olup gidecek eninde sonunda. ama yine de bir anlam, bir süs vermek istiyorsan hayata. bebeği de o nedenle yapmıyor muyuz aslına bakarsanız, yaşamımıza bir yüce anlam katmak istiyoruz.
endişelenmeyin ege aşıdan acı çekecek, diye. acı çekmek, korkmak bunların çoğu hayal gücüyle ilgili, bebeklerin hayal gücü zayıf. ve bebekler göründükleri kadar narin değillerdir. parmağınızı nasıl sıkıyor, değil mi? çok güçlüler.
sevgiler ruhdağı. ege'ye geçmiş olsun.
pericigim,
ne tatli, ne güclü bir anlatim bu böyle. büyülenmis bir hayranlikla okuyorum basa dönüp, yeniden. sözcükler, senin satirlarinda, dilinde tilsimli anlamlarla dolup tasiyor, her okumada heyecanla dolduruyor icimi, imgeler zihnimde kanatlanip ucuyor durmaksizin. ben ne yazabiliyor ne de okuyabiliyorum ya artik, yazdiklarinda buluyorum o sevinci yeniden. hep yaz, sesinin cagiltisi eksik olmasin kalbimizden......
heyy! bu ne güzel sürpriz. seni gördüğüm her seferinde kalbim neden böyle çarpıyor? neden böyle aklım bomboş olup, aptallaşıyorum.
sahiden mi? sahiden güzel mi bu yazı? bir sürü hata yapıyorum. nasıl heyecanlıyım yazarken, yani bir durup, ikinci okuma filan yapsam bile bariz hataları düzeltebilirim, daha iyi yazabilirim. sen, beğendim diyince işte bu hatalara rağmen, utançtan yerin dibine giriyorum, senden gelmiş bir övgüyü duymaktan sevinç
içinde ama hakedilmemiş olma olasılığı ile de bir övgüyü sahiplenmiş olmaktan utanç içinde...
yazarım elbette, yazıyorum. hmm... daha dikkatli de yazayım hem. teşekkür ederim. buraya gelmen, benim için çok önemliydi. gözlerim doluyor bunu derken.
çok, çok, çok sevgiler.
Yorum Gönder