Cumartesi, Kasım 27

haftasonu için eğlenceli filmler: junebug ve all kids are all right ve çok geç vakitte certified copy


 all kids are all right filminde bening ve ruffalo yemekte joni mitchell'in bu şarkılarından bahsederler.

hmmm... sık yazı giriyorum da yine de pek öyle konuşmuyoruz sanki. iyiyim.  arçil ilk bakıcısının torununun doğumgünününe gitti. onlar hala birbirlerine çok yakın. buna seviniyorum. yalnızım. arçil olmayınca yemek yapmadım. akşam sebze çorbası vardı, ondan ve peynirli çoban salata yapıp yedim. sonra film izledim ve yine acıkınca menemen yaptım. insan metabolizması ne tuhaf, bu aralar hep kırmızı şeyler yememi istiyor. meyve sepetinde yeşil ve kırmızı elma var mesela ya, sanki çok farklılarmış gibi illaki kırmızı elma. sonra işte böyle  önlenemez bir domates yeme isteği...

iki gündür izlediğim filmler hep aileye ilişkin. ikisi de çok tatlı filmler. aile ne tehlikeli, tuhaf bir şey. dışardan gözlemlerken hissettiğin hep sahtekar bir kabuktur.  ailenin elemanları o kabuğun içine girip çıkmaktadırlar ve düşünürsün her şey ne kadar yolunda. oysa azıcık yaklaşıp kulağını o kabuğa dayasan, karmakarışık bir ilişkiler, duygular ağını hissedersin. en rekabetçi ilişkiler, en hırçın tavırlar ordadır. faşizm ailede başlar derler ya, müdahaleci, şiddet dolu her şey o kutsal kabuğun içindedir. ama en şefkatli, kimsenin gösteremeyeceği kadar özveriyle sarmalanmış, sevgi dolu, yumuşacık, sıcacık yaşam da ordadır. çaresiz, umarsız, tehlikeli, sevilesi ve nefret edilesi her şey orada, o kabuğun gerisinde yaşanır durur. iki filmi izleminizi de öneririm.




bugün izlediğim film, sperm bankasından sperm alarak çocuk yapmış, çocukları artık nerdeyse yetişkin olmuş bir aileye ilişkin. filmi izlerken bir lezbiyen çift, niçin yine dişi ve erkek rolü üstlenen iki insandan oluşmak ister diye düşünmedim değil. yani hiç radikal bir çözüm, tavır değil bu. sıradan ilişkilerin dışında bir ilişki geliştirme dürtüsü duyan bir kadın niçin yanında erkek gibi davranan birini istesin ki? filmde güçlü, erkeksi doğasını zaptetmeye çalışan ya da zaman zaman zaptedemeyen mark ruffalonun varlığı, mis gibi bir aile oluşturmayı başarmış lezbiyen evlilik karşısında kafamızı epey karıştırıyor. çiftleri, annette being ve julian moore oynuyor. kimyaları acayip tutmuş. çocuklardan kız olanı, alis harikalar diyarında filminde oynayan kız ve yine çok tatlı. saatine bakarak koşan bir tavşan görüp, o da arkasından bir deliğe düşüverecekmiş gibi bir başka aleme ait yine.


JUNEBUG

dün izlediğim filmde bir adam, uzun süre ayrı kaldığı ailesine, yeni evlendiği eşiyle ziyarete gelir. bu kadar. uzatmayacağım. isterseniz konuşuruz. filmde amy adams'ın oyunculuğu gerçekten çok iyi. onu izlerken gözyaşlarımı tutamadım.




CERTIFIED COPY

... ve sonra başka bir film izledim. kiarostami'nin aslı gibidir filmi. ingiliz bir yazar italya'ya yeni kitabının tanıtımı için gelir; orada sanat galerisi sahibi bir hanımın davetine uyarak birlikte toskana'da bir geziye çıkarlar. bu gezi sırasında  yazarın kitabının da konusuna uygun olarak bir şeyin asıl ve kopyası olmasının anlamı üzerine konuşurlar. adam, donuk, heyecansız bir karakter. bir yazardan, üstelik sanat eserlerini yorumlayan bir yazardan dünyaya karşı daha meraklı bir bakış, gördükleri karşısında daha orijinal bir analiz bekliyorsun, ama yok. kiarostami niçin erkeği böyle sevimsiz, buz gibi bir karakter olarak sunmak istemiş, hiç fikrim yok. hayır hayır... adam, görmüş geçirmiş, çok ve derin yaşamış, yorulmuş ve nihayet aşkın bir bakışa ermiş ve böylece dünyaya ilgisini kaybetmiş gibi değil de sadece doğası gereği sevimsiz denecek kadar heyecansız bir tip. galeri sahibi hanım ise heyecan dolu. öyle ama film boyunca tüm uyaranlara tepki vermesiyle dikkat dağıtıcı. ama filmde benim ilgim karakterlere dönük değildi zaten.

çiftin filmin başındaki sohbetleri fena değil ve benim de hep düşündüğüm, bir şeyin orijinal olmasının artık pek de mümkün olmadığını ifade ediyor ya da bunun anlamı üzerine düşünüyor. siz de oynar mısınız bilmem, şurda burda gördüğüm çocuklu insanlara çok bakarım, yüzlerine, ifadelerine. mesela çocuğun gözleri, elinden tuttuğu annesine benzemiştir de ağzı, oralarda olmayan babasına benzemek durumunda kalır. öyle ki çocuğa çok dikkatli bakarsam, bir başka gün bambaşka bir yerde karşılaştığım bir adamın geçenlerde gördüğüm o çocuğun babası olduğunu kendimce keşfedebilirim. kepçe kulakları ise dayısının tıpkısının aynısıdır, filan. herbirimiz birer kopyayız kısaca. ya da mesela okuduğumuz her kitabın yazarı öncesinde iyi de bir okur olmakla, yüzlerce kitabı okumuş ve yazdığı kitap her ne kadar orijinal vs de olsa kendinden önceki kitapların dna'sını taşır. marquez'in nostromo'yu okuduğuna, müthiş etkilendiğine ve yüzyıllık yalnızlık'ın bu ciddi okuma üzerine şekillendiğine kalıbımı basarım. ya da conrad'ın talih kitabının gizemli flora'sının, fowles'un fransız teğmenin kadını kitabındaki sarah'nın büyük halası olduğu bana kalırsa aşikardır.

filmdeki hanım, arabada güzelim selvili yolda giderlerken basit kızkardeşinden bahseder. kızkardeşe göre küpesinin orijinal ya da imitasyon olmasının bir önemi yoktur. güzel olan, güzeldir, bakarsın ve hoşuna gider. hatta filmde geçtiği gibi, mona lisa'nın gülümsemesinin gerçek olup olmamasını nasıl açıklarız? belki de sadece vinci'nin bir yaratımıdır  ya da modele, işte şöyle güleceksin demiştir. yani bir şeyin orijinal, gerçek, asıl, köken olmasından ne anlıyoruz? bunun anlamı ne kadar derin ve gerekli?

şu yolda gördüğümüz anne ve çocuğuna dönersek; çocuğun tıpkı arçil gibi zaman algısı sıfırdır ve her şey şimdiyi ilgilendirmektedir. her şey eğlenceli ve haz verici olmasına göre değerlendirilir. anne, tıpkı benim ve gelmiş geçmiş milyonlarca anne gibi çocuğa, geçmiş, şimdi, gelecek duygusu verip, o allahın belası derslerine çalışması gerektiğini söyler. hep aynı, hep tekrar, hep kopya. oysa der filmdeki adam, çocuğun savladığı şeyi bir filozof da diyebilir ve ona saygı duyarsın, çünkü doğrudur bu. eğlenmek, neşelenmek, mutlu olmak ve daha sonra istesen de hissedemeyeceğin şimdi duygusunu yaşamaktan daha doğru ne var ki hayatta?

diyelim bu çocuk ve anne, babayla buluştu ve  sıkışık trafikte yanınızdan geçen  arabada oturuyorlar. benim oyunumu devam ettirip bakın siz de. 15 yıllık evliliğin sonunda birbirinden ölesiye sıkılmış bir çift göreceksiniz. konuşmazlar, anne ve babanın ikisi de kendi bomboş, sıkıntılı alemlerine dalmışlardır. sizin gittiğiniz restoranda görürseniz tesadüfen, aynı heyecansız, donuk, sessiz ve ölesiye yalnızlık veren o sıkıntıdan içiniz daralır. en iyisi önünüze, kitabınıza dönmenizdir ki orada flora kendini uçurumdan niye atmadığını, neşeli ve sadık köpeği bahane göstererek çok hoş şekilde açıklayacaktır ya da sarah dalgakıranın üstünde rüzgarlı havada çok tehlikeli fakat aldırmazca durmaktadır ve onu teleskopla rastlantıyla gören adam kadına aslında o anda gönlünü kaptıracaktır.

filmde kurgu mu gerçek mi olduğu pek anlaşılmaz bir şekilde, 15 yıl evli kalmış sorunlu bir çifte dönüşür filmin kahramanları neden sonra ve ilişki üstüne konuşulur. bildiğimiz şeyler. restoranda gördüğünüz o sıkıcı ailenin trajedisinin bir kopyasıdır bu. restorandaki çiftin ilişkisi evlendikten 2 yıl 8 ay, 16 gün sonra bir tekrara başvurmuş ve o hal yıllarca devam etmektedir. birazcık farklılık için her cuma buluştukları arkadaşlarıyla konuştukları da defalarca edilmiş bir sohbettir, bir kopyadır olup olacağı. herkes ölesiye sıkılsa da, aynı komik hatırayı kutlamak için kahkaha patlatılır. adam bu hapishanenin boğuculuğunu, karısından daha çirkin, daha aptal olan sekreteriyle asla cinsel haz için değil de bir değişiklik uğruna yatarak anlık olarak aşmaya çalışır. kadın, erkek olmanın rolü bunu kaldırsa da kadın olmak şu bu nedenle bunu pek olanaklı kılmadığı için ağır depresyonunu, ağrılı fiziksel rahatsızlıkları arkasına gizleyerek maskeler.

bana kalırsa çiftelerin birbirine, andy warhol'un sıradan çorba konservesini bir müzeye koyarak algımızla oynaması ve onu bir sanat eseri gibi görmemizi sağlaması gibi eğilmesi gerekir. filmdeki kadının basit kızkardeşinin sıradan bir kocası vardır, bu koca kekemedir. karısına ma-ma-ma-marie diye seslenmektedir. bu sesleniş, karısı için bir aşk melodisi gibidir, anlatabiliyor muyum? aşka tutunmak ve sevilen insan hakkındaki sadece aşkla sanat eserine dönüşen o algıyı bozmamak gerek belki de. filmde bunun için, özen, farkındalık ve hoşgörü gibi evlilik danışmanlarının öğütleyeceği kavramlar da kullanılıyor, ki eh işte biraz mavi, biraz pembe ile boyayıp, degrade ile derinlik verirseniz, bu ilişki tablosunu alıp kanepenizin arkasına asabilirsiniz hayatınızın en şahane sanat eseri olarak. 

sıkıntının kopyasını günler günler boyunca yaşamak nefes aldırmaz da, neşenin kopyasını günlere bölmek gibisi yoktur. bunun için de çocuklara bakmak lazım, şimdiyi yeniden keşfetmek ve eşinizle o eğlence duygusunu hiç kaybetmemek için.

uzattım çok. sütle kandırdığım kahve içtim çünkü ve uykum kaçtı.

2 yorum:

justine dedi ki...

Canım Peri,
şimdi nöbetteyim ve iş güç arasında sana yazıyorum:) Biraz önce bloğuna baktım ve çok şaşırdım, dün gece yatmadan önce bakmış ama son filmin yorumunu görememiştim çünkü. Ben de gece, kısa bir yazı girmiştim pop artla ilgili, aslında amacım son seyrettiğim filmlerin kısa kısa özetini yapmaktı ama düşündüğüm film (evet, aynı film:)) beni oraya götürmüştü. Her neyse, güzel yorumunu okudum, daha sonra uzun uzun yazarım fırsat bulursam fakat şimdilik sadece filmin benim için çok çok iyi bir film olmadığını söyleyip geçeyim. Eh işte dedim seyrettikten sonra, kopya bir film o kesin, ama orijinal kopya değil:p

Sarıldım, yazacağım daha sonra.

p.s.: Canım, bir önceki yazınla ilgili yorumum ulaşmadı mı sana? Mavi'yi sorduğun:)

endiseliperi dedi ki...

justine,
ulaştı tabii mavi yorumun, yayınlayacağım sonra.
aslı gibidir filmini ben de pek sevmedim. seyrederken de bunları düşündüm işte. geç uyudum kendime gelemiyorum.

öpüyorum çok.

sevgiler.