Çarşamba, Aralık 29

ya şeytana verecek ruhum bile yoksa...



Eğer bir "Edebiyat Tanrısı" seçmek icap etseydi, bunun için Dostoyevski’yi, Victor Hugo’yu ya da efendim Shakespeare’i değil de Calvino’yu seçerdim. Çünkü onda Tanrıya yakışan bir hal var. En azından benim Tanrıma. Calvino, yani Tanrım, kim için olursa olsun, kullarının kabahatleri için kendisine sunulan şikayetlerden pek etkilenmezdi. Kuralın bozulmasına, tekdüzeliğe getirilen bir çeşitlilik gözüyle bakardı. En azından benim kabahatlerime karşı tavrı bu olurdu. Benim bu delişmen, oyunbaz, neredeyse budalaca hallerime bıyık altından gülerdi. Diyelim, aşırıya mı kaçtım tutarsız davranışlarımda? O, ciddi, sıkıcı seyircilerin gönlü hoş olsun diye azarlama tonuyla beni yanına çağırtır, ama beni görünce gülümsemesini belli etmemeye çalışmak zorunda kalırdı.

Sonsuzluğun sıkıcı ağırlığını hafifletecek her şeye ilgi duyduğu için, beni doğrudan azarlamak yerine, ayağının dibine oturtur, “anlat bakalım ne kabahat işledin?” diye sorardı. Ben daha hikayenin yarısına gelmeden uyuklamaya başlardı Tanrı Calvino, ama ben durmaz, iç çekerek, gözlerim dalarak, yorgun düşüp başımı dizlerine dayayarak anlatmaya devam ederdim.

Neden sonra uyanıp, “şeytan canımı alsın çocuğum, alsın vallahi bir şey anlıyorsam bu dünyalıların tutumundan,” diye benimle dertleşirdi. “ Temiz yürekli ol bana yeter, seviş, güle oynaya yaşa, seni yakarım makarım diye de korkma. Ama keselim allahaısmarladık, jurnalciler duyarsa yandık,” diye diye de beni yolcu ederdi.

Tatlı Calvinom türlü güzel kitabı yanında bir kitap daha yazdı. Bu kitapta, benim oyunculuğumu mest eden bir kurgu ile tarot kartlarını kullandı. Ben anladım ki, biz ölümlülerin yazgısı, Tanrı Calvino’nun açtığı tarot kartlarının kesiştiği yerlerde oluştu.

Şimdi söyle bana, bu hangi kitap?

bayanlusin den

Çarşamba, Aralık 22

siyah kuğu, sonra dört dakika

siyah kuğu


az önce izledim. natalie portman çok iyi bir oyuncu. neden bilmiyorum, ben çok ağladım, ama acıklı bir film değil. çok hassasım bu aralar. film dolayımında, yalnızlık, iyilik&kötülük, bir şeyi olmak istemek, olmak istenilen şeye dönüşmek konusunda yazayım, dedim, istemedi canım. biraz melankolik hissediyorum kendimi. endişe, telaş, korku, sevinç, heyecan bir sürü şeyi bir tübe boşaltmışım da nasıl bir tepkime verecek diye bekliyorum sanki. inanılmaz dalgınım; dün, bugün yapmak üzere balık almıştım, yanına patates salatası yaparım diye de sabah marketten küçük, taze patateslerden... akşam yemekte ne vardı dersiniz? mantı! tümden aklımdan çıkmış. filmi belki bu akşam izlemek istersiniz. gecikmeden veriyorum bağlantıyı.

4 dakika
çok iyi bir film. son dört dakikasındaki piyano bölümü muhteşem. film acıklı değildi, ama içimdeki çağıldayan ağlama isteğini tutmamak için de yeterince iyi bahaneydi. izleyin bence. buradan

güzel bir kahvaltı için çok lezzetli şeyler...




eşyanın biçimlerini, düzenlenişini, renklerini, birbirleriyle mesafesini, düşen ışığı ve nihayetinde onların bulunduğu oda içinde yaşayanlara verdiği hissi hayal etmeyi severim. tarzı olan bir odaya, kanepeye, iskemleye, fincana bakmaya doyamam. sabahları kahvaltı ederken, gayet kişisel bir zevk duyduğum bir takım sitelere giriyorum. hissettiğim sahip olma arzusu filan değil, bu mekanlar bir hayat ortamı sunuyor, buralarda hayat var... bir tür resme bakarken duyduğum hazza benzer bir haz, güzel bir şeyi izlemekten heyecan duymak gibi... bilemiyorum, evi gerçekten seviyorum.

bakın, ne hoş... 



şunu da çok seviyorum.  


 çok güzel, değil mi?


ahh... çok hoş.

çok sevdiğim iskandinav tarzı için ise mutlaka buraya uğrarım.

iyi kalp, öyle iyi ki




daha önce buzdan hayaller filmini izlediğim izlandalı muhteşem yönetmen dagur kari'nin bu filmine tesadüfen ve hazırlıksız yakalandım. öyle iyi bir film ki... mizah duygusu öyle güçlü, diyaloglar öyle doğal ve akıcı, oyunculuk deseniz... mutlaka izleyin. filmi izlerken jarmusch havası hissedeceksiniz (jarmusch filmleri izledikten sonra film yapmaya karar vermiş zaten), yer yer smoke filminden aldığınız keyfe benzer bir haz duyacaksınız. dilerseniz, yönetmenin buzdan hayaller, tutanamayanlar ve iyi kalp filmlerini hep birlikte özel bir gün, bir tören havası vererek izleyin. yanınızda kafa arkadaşlar da varsa şahane olur.

dagur kari ve filmleri hakkında şuradan ayrıntılı bilgi edinebilirisniz.


iyi kalp filmini de şuradan izleyebilirsiniz.

bu arada, dagur kari'nin filmlerinde müzik önemli bir hadise. kendisinin de ekibin bir üyesi olup müzik yaptığı slowblow adında bir grubu var. söz ondan açılmışken, aşağıda slowblow'dan şarkılar var. iyi eğlenceler.


unutuyordum; filmin diyalogları karakterlere çok uygun ve zekice ve komik. kari'nin tüm filmlerinde toplumla uzlaşamayan, uzlaşmak istemeyen karakterler var hep. bu filmde de sıradışı iki karakter var. küfürbaz, kaba, bilge ve insanlıktan nefret eden yaşlı olana doktor sorar:

-ee, bugünlerde nasılsın bakalım?
-şüpheci, korkak, acılı, endişeli, dikkatsiz, sinirli, korkulu, panik içinde, dehşete kapılmış ve telaşlı... kendimi sözlük gibi hissediyorum.

:)

ayrıca brokoli sohbetinde çok güleceksiniz ve bir barın nasıl olması gerektiği ve bir barın niçin kadınlara göre olmadığı sohbetinde ve barın müdavimlerinin sohbetinde de... izleyin işte.

Pazartesi, Aralık 20

fotoğraf vs.



"aşk konusunda ne düşünüyorum?- gerçekte, hiçbir şey düşünmüyorum. ne olduğunu bilmeyi çok isterdim, ama, içinde olduğumdan, varoluş olarak görüyorum onu, öz olarak değil. tanımak istediğim şey (aşk) konuşmak için kullandığım nesnenin (aşk söylemi) ta kendisi. hiç kuşkusuz, düşünmem olanaklı, ama bu düşünce hemen imgelerin yinelemine takılıp kaldığı için, hiçbir zaman düşünselliğe dönüşmüyor: mantığın dışında kaldığımdan (mantık birbiri dışında diller bulunduğunu varsayar), iyi düşündüğümü ileri süremem. bunun için, yıl boyu aşk üstüne konuşup dursam da boşuna, kavramı ancak 'kuyruğundan', imgelikin büyük akışı içinde dağılmış flash'lerle, kalıp sözlerle, anlatım şaşırtılarıyla yakalayabilirim; aşkın yanlış yeri'ndeyim, göz kamaştırıcı yerindeyim: "her zaman en karanlık yer lambanın altındadır."

anlamak istiyorum-reik/bir aşk söyleminden parçalar/
r. barthes/s.58






Cumartesi, Aralık 18

bab' aziz


filmi izlemenizi çok isterim. nefis bir film. gerçi ben hikaye anlatma geleneğinden gelen bir anneye sahiptim ve çocukluğum, soba başında annemin sesinden içinde cin, peri, bey, güzel kız, ceylan, at, yılan, kılık değiştirme, ilah-i takdir, derviş, kuyu, ayna sözcüklerinin bolca geçtiği hikayeleri dinleyerek geçti ve bu nedenle bu filmi böyle severek izlemem normal. ama siz de seversiniz, eminim. yukarıda müziklerini dinliyorsunuz zaten, inanılmaz güzel, değil mi? filmin fotoğraflarından, sahnelerden gözünüzü alamıyorsunuz, en uygun iltifat; büyüleyici. mevlana'dan, ibn arabi, attar'dan alıntıların olduğu ruhani bir film.  çöl yolculuğu bu ve orada herkesin anlatacak ilginç bir hikayesi var. filmin konusundan değil, güzelliğinden gözlerim dolarak izledim. öneririm.



ne bu kavga gürültü!?

bütün şamata şu sağ el yüzünden. vay efendim, sol el bir işe yaramıyormuş da bütün yük ondaymış da... sürekli böyle pis, ısrarlı bir adalet arayışında, sıkıcı mızıldanmalar içinde. bu sabah önemli bir şey düşünüyordum (arçil'in ne zamandır cep telefonu yok. yılbaşı hediyesi olarak istediği o pahalı telefonu alsam mı, almasam mı? yoksa diğer taksitlerin bitmesini mi beklesem?); o sırada  sağ el demliği tutmuş, sol el de demlik süzgecinin içindeki çayı çöpe boşaltmaya çalışıyor, ama bir türlü dökemiyor, çöpün dışına, sağa sola çaylar savruluyor. baktım sağ el sinirden gerginleşmiş yine, fazla da bekletmeden dırdıra, sol eli azarlamaya başladı. sol el de ne yapsın, sus pus duruyor.  üzülüyorum bu mazlum haline çok,  öğretmemişler, üstüne bu kadar gidilir mi? sağ el doğrusu çok çalışıyor, hiç hoşlanmasam da gürültücüü tavrından müsamaha gösteriyorum bu nedenle. kendimi tutup, sustum.

bugün hava güneşli olunca, temizlikti, ütüydü derken fazlaca ayakta kaldım bütün gün. ayaklar bu sefer, of aman, yeter, diye sızıldanmaya başlayınca tepem attı. hepsini toplantıya davet edip, bas bas bağırdım. "burada herkes sadece görevini yapıyor, daha fazlasını değil! sen sağ el, yaw burda dost bilmen gereken, sana en yakın olan sol elden başka kim var!  parmağın kesildiğinde onu sarmak için kimden yardım istedin, ha! zavallı sol el telaşla, becerebildiği kadar sarmadı mı parmağını? nedir bu afra tafra! üstün  niteliklerini bu kadar gösterişle, yaygarayla  duyurmak, her şeyden önce ayıp yahu! burada kimsenin aşırı hak iddiasında bulunmasına, mağduriyetini aşırı ifade etmesine izin vermiyoruz. sözüm size ayaklar. olup olacağı görev tanımınızda ne varsa onu yapıyorsunuz. hem sizler, mideyi hiç hesaba katmadan, onu hiç düşünmeden gerginlik yaratıyorsunuz burda.  yahu bilmiyor musunuz, siz kavgaya  başlayınca sinirsel kasılmalarla yemeği reddediyor. bundan kim zarar görüyor? yine siz. bakın kalp orda kendi halinde, ona hiç bir uyarıda bulunmama gerek duymadan didinip duruyor sürekli. niye onu örnek almıyorsunuz. onun hiç övündüğünü gördünüz mü? şimdi hepinizi bu ukala, gösterişli, gerginlik yaratan tavırlardan uzak durmaya,  işbirliği içinde görevinizi yapmaya davet ediyorum. hadi sağ el, bir çay koy da barışalım; sol el, sen de yardım et."

sol el fincana şeker koyarken tezgaha şeker döktü. önce bir sessizlik oldu,  sonra kendimizi tutamadık kahkahayı bastık. birlikte yaşamak zor bir hadise vesselam, idare etmek lazım.



hoca arçil'in odasında diye mutfaktaydım bugün. toplantıdan sonra, ne zamandır yapmadığım, arçil'in bayıldığı sosisli milföy çörek ve benim bayıldığım, bol çikolatalı ıslak kek yaptım. şimdi sıcak odada çay ve kek yiyip, dinleniyorum. kitap mı okusam (orhan pamuk, manzaradan parçalar kitabına başladım), film filan mı izlesem diye düşünmekteyim. hepimizin, eller, ayaklar, mide, pankreas kesesi... keyfimiz yerinde;)

Cuma, Aralık 17

marlow anlatıyor: talih



conrad'ın hayatı hakkında kısa bir film
conrad'ın tüm eserlerinde geçmiş zamanda olmuş bitmiş, anlatılmayı bekleyen bir hikaye vardır. bazen marlow, bazen  başkası anlatır, anlatır. anlattığı geçmiştir. dinleyin.

talih biteli bir süre oldu, ama kafamda öyle çok dolaşıp durdu ki, bu dolanmalar bir sona ulaşıp, size yazamadım.  biraz dağınıksa yazı ya da sanki size okuyun diye önermiyor da, sanki biz birlikte talih'i okumuşuz da oradan sohbet ediyormuşuz gibi örtükse, kusura bakmayın. başlayalım.

hep konuştuk sizinle, "şimdi" sorunlu bir zamandır. eylem o an gerçekleşmektedir. akıl henüz eylemin duyumu ile başedecek durumda değildir. aklın işbirliği sonra gerçekleşir. ne zaman ki "şimdi" geçmişte kalır, marlow o zamanı anlatır. ancak hatırlayan zihin kusurludur, boşlukludur ve conrad bu kusuru anlatı tekniğinin bir niteliği olarak kullanır (karanlığın yüreği dolayımında bunu konuşmuştuk).

işte, said'den gerekli bir alıntı: "T.E. Lawrence, F.N. Doubleday'e bir mektubunda, conrad'ın üslubunu, konusuna tümüyle sahip olmak için açlık duyan ve kendini her seferinde reddedildiği gözüken olaylara uygulamayı çalışan bir yazar olarak tarif etmişti. (...) gönderme yaptığım kısım şöyledir:
'biliyorsun, conrad yayınlamak nadir bir haz olmalı. şu ana kadar düzyazının gördüğü kesinlikle en akıldan çıkmayan adam o; keşke nasıl olup da yazdığı her paragrafın (hep paragraf yazıyor, dikkatini çekiyor mu? tek bir cümle yazdığı çok nadir) durduktan sonra bile tıpkı en büyük çandan gelen ses gibi dalgalar halinde ilerlemeye devam ettiğini bilseydim. yazdıkları sıradan bir düzyazının ritmine değil, yalnızca kendi kafasında olan bir şeye dayalı ve söylemek istediği şeyin ne olduğunu asla söylemediğinden, bütün şeyleri bir tür açıklıkla sonlanıyor, söyleyemediği ya da yapamadığı, düşünemediği bir şeye göndermeyle bitiyor'
j.conrad ve otobiyografide kurmaca, e. said, s.107

evet, conrad, geçmişte olmuş bir olayı anlatma isteğinin yoğun hissi ile dolup taşar, dinleyici/okuyucular, olayı tam kavramak için yanıp tutuşur, ama  bir sorun vardır. bu sorunun olduğu yerde conrad'ın tekniği kendini  belli eder. conrad, olayları, anları anlatırken kılı kırk yarar, ayrıntılara gömülür, durumlar nefis sinematografik bir anlatımla gözler önüne serer, ancak geçmiş yine de tam olarak bilinemez. neden? anlatıcı, olayın gerçekleştiği zamanın yoğunluğundan uzaklaşmıştır, anlatıya duygusal bir uzaklık içindedir. neticede geçmişte gerçekleşen olay, anlatıcının hafızasına, onun tanıklığına bağlıdır. işin içine onun tercihli bakışını da eklersek, geçmiş hükmedilemez, kontrol edilemez hale gelir. conrad'ın orijinal anlatı tekniğini görmek için, bu tekniğini cömertçe sergilediği talih en uygun kitabı kanımca (lord jim bahsinde, conrad'ın katmanlı anlatı tekniğini bolca konuşmuştuk. burda üstünd edurmuyorum tekrar). conrad, talih kitabında, eylemden her zaman daha fazla ve takıntıyla dikkat ettiği üslup konusunu derin derin, geniş geniş mesele edinir. talih'te kahramanlar yaratılır, her kahraman kendi karakteri ölçüsünde söz konusu olayı değerlendirir ve onların bakış açılarının yönlendirdiği eylemlerle olay yön kazanır, eksik ya da rastlantısal ya da kasti bu anlatılar marlow'a ulaşır. marlow, kendi düşüncesiyle birlikte olayı, yazara/bize anlatır.  bu katmanlı açılımı başka hiç bir yazarda göremezsiniz.

conrad'ın, karanlığın yüreği için tuttuğu nottan.

marlow talih'te, bazen bizzat tanıklık ettiği, çoğu kez dinleyerek edindiği, yaklaşık onyedi yılı kapsayan olay örgüsü hakkındaki bilgisini, sessiz sakin, loş bir kütüphanede, olaylar artık geçmişte kaldığı için "tefekkürle" anlatır. aynı tefekkürle, sessiz, sakin, durgun ya da bekleyiş hali içindeki anlatma zamanını, karanlığın yüreğinde ve lord jim'de de gözlemlemiştik.

Kitap, artık olgunlaşmış powell'ın, marlow ve yazarın bulunduğu bir yemekte ilk işi olan üçüncü kaptanlık işini bir talih eseri olarak nasıl aldığını anlattığı ilginç ve çok hoş bir anlatıyla başlar. ana kahraman olarak düşündüğümüz powell oysa sadece bir yan karakterdir. kitabın  asıl kahramanı, flora de barrall adında bir genç kızdır. conrad ilk kez bir kadın kahramanı öne çıkarmaktadır bu kitapta ve bu nedenle kitap, conrad'ın tabiriyle bir "kız kitabı" dır:)

olay şudur: flora, annesini henüz küçükken kaybetmiştir; bir banka memuruyken şans eseri işi büyütüp zengin bir banker olan babası, işini batırır, borçlarını ödeyemez, kamuoyunun yoğun ilgisini çeken yargılama sonucunda, utanç verici şekilde hapse atılır. öncesinde de zaten flora babasının ilgisinden uzakta, kötü kalpli, çıkarcı, düzenbaz bir öğretmenin gözetiminde, dünyadan bihaber, zenginliğin konforu içinde bilinçsizce yaşamaktadır. babasının hapse düşmesiyle tüm mal varlıklarına el konulur, kız bir anda yapayalnız, kendine güveni ve bilinci zedelenmiş, alabildiğine yoksul kalakalır. babasının uzaktan, fırsatçı akrabaları tarafından evlerine kabul edilse de  horgörü ve alayla karşılaşır. oradan kaçarak bir zamanlar annesinin uzaktan arkadaşı olan zoe fyne'lerin evine sığınır.  başarısız bir intihar girişimi sırasında tesadüfen, yakınlarda bir pansiyonda kalan fyne'lerin arkadaşı marlow ile tanışma hikayesi çok ilginçtir. daha sonra, kardeşi mrs fyne'i ziyarete gelen anthony ile tanışır. kara hayatından uzun süre ayrı kalmış, kadınlarla ilişki konusunda deneyimsi, iyi kalpli, şövalye ruhlu anthony ile ilişkisi hızla ve tuhaf şekilde gelişir. kitabı okuyacaksanız, bunları dinlemekten hoşlanmazsınız diye kısa kesiyorum.


conrad'ın çalışma masası

şurası açık ki, marlow bize şimdi bir dedikodu nakletmektedir. nakleder, ama okuyucu ben, olaylar ve dedikodusu edilen kahramanlarla önce bir bağ kuramadım. conrad, geçmiş ve şimdi arasında bir neden sonuç ilişkisi kurmaya bu kitabında çok daha fazla bir uğraş verir sanki. diğer kitaplarında, özellikle karanlığın yüreği kitabında geçmişi bile isteye muğlak bırakır, bağ kurulamaz, hikaye ve marlow kasti olarak karanlık bir geçmişe gömülür. talih'te, marlow, olayları tam olarak açıklayacak bir düzene zaten sahip değildir.  sözü sürekli geçen gizemli ve çok önemli bir mektup vardır; marlow tarafından okunmamıştır. marlow, kahramanların bir kısmını hiç tanımamaktadır bile. eylemlerin çoğunu başkasından dinlemiştir. hal böyleyken, meraklı, hikaye anlatmayı seven, bir insanın doğasını kavrayınca onun eylemlerini tahmin etme yetisine sahip olarak boşlukları dolduran marlow böylece, hem olaylar arasında, hem şimdi ve geçmiş arasında neden/sonuç ilişkisi kurmaya çalışır ki, anlatı ve okur arasında anlamlı bağ gelişsin. başta kuramadığım bu bağı zamanla kurdum dolayısıyla.

talih'in konusunu oluşturan olay örgüsü bir melodramdır olsa olsa. insan yaşamının türlü türlü trajedisi ile karşılaşan bizim için çok büyük bir olağanüstülük taşımaz. conrad için de taşımaz aslına bakarsanız. bu nedenle özellikle kitabın başında marlow'un bakışı hiç olmadığı kadar alaycıdır.  çocukken hiç çocuk edebiyatı okumamış, babasının shakespeare çevirileri ile beslenmiş conrad bu kitabında bana kalırsa othello etkisiyle kurgulamıştır olayları. şöyle ki:

talih'te conrad, bir yarı filozof gibi, hafif sığ, kadın ve erkek doğası hakkında bolca laf eder ve korkarım ki conrad, diğer kitaplarında sezdirip, bu kitabında açıkça yzadığı gibi bir cinsiyet ayrımcısıdır. aynı duyguyu othello'da da hissederiz. flora de barrall, desdemona' ya çok benzer. ikisi de yazgılarının etkilerine olabildiğince açık, sinir bozacak kadar pasif, edilgen, erkek egemen dünyanın tüm iktidarına zayıflıkla boyun eğen kadınlardır. flora de barrall hapisten çıkınca iyice katlanılmaz olan babasının kesin ve nefes aldırmaz baskıcı iktidarından; şövalyavari, erdem ve iyilik dolu olsa da, flora'nın zor durumunu istismar ederek, onun kötü yazgısını kendi lehine kullanan ve onu evlenmeye ikna eden kocasının iktidarına savrulur. aynen othello'da desdemona'nın da önce efendi babasının sonra efendi kocasının egemenliğine tabi olması gibi.

talih'te baba barrell'in sürekli olarak kızının kendine ihanet ettiğini söyleyip durması, ikinci kaptan franklin'in anthony'e kıskanç bağlılığı ve gözden düşme endişesi othello'yu düşündürtür.

talih'te, kitabın sonlarında şekspiryen bir sahne doruk noktasındadır. denizci olduğundan teni haddinden fazla kararmış anthony'nin esmerliği ile flora'nın bembeyaz, soluk teni ilk kez ama ısrarla vurgulanır. sanki bize marsık kadar kara, mağripli othello ile beyaz desdemona hatırlatılmak istenir. ayrıca  tam da shakespeare'in eserlerinde görebileceğiniz şekilde perdenin arkasından uzanan el tarafından içkiye zehir katılarak, olağanüstü bir kötücüllükle birinin öldürülmesi hedeflenmektedir ki, othello'daki şeytan kadar kötü iago'yu hatırlamadan edemeyiz.

othello'da ırkçılık ayan beyan ortadadır. othello, ne kadar erdemli, savaş kahramanı, şan şöhret sahibi ve ülkesinde soylu bir köke sahip olsa da, mağripli diye olmadık şekillerde aşağılanır. desdemona ile evliliklerinden doğabilecek çocuklar için iğrenç benzetmeler yapılır. talih'te de bir hörgörü dolanır durur; özellikle, kadın hakları savunuculuğuna soyunan ve bu konuda kitap yazan ve metinleri alabildiğine ilericiyken, gerçek yaşamında tavır alması gerektiğinde, işin ucu kendine dokunduğunda gerici davranan zoe fyne dolayımında. ünlü ve soylu bir şairin oğlu, zengin anthony ile sicili karanlık, sıradan bir soya sahip babanın yoksul kızı flora'nın evliliklerinden çocukların doğması ihtimali zoe'yi dehşete düşürür.  ayrıca, flora'nın babasının yahudi olma ihtimali bir şekilde sezdirilir; baba, aşağılık duygusunun yarattığı bir kibirle, onun yaptığı işi küçümseyen 'centilmenlere' çatar.

othello'nun, biliyorsunuz, sadece ilk bölümü venedik'te geçer. sonra, conrad'ın çok sevdiğini tahmin ettiğim fırtınalı bir deniz yolculuğunun sözü edilir ve diğer bölümlerde mekan hep kıbrıs adasıdır. ada, burada, bana kalırsa, conrad için bir gemi imgesidir. çepeçevre deniz ve gökyüzünün sonsuzluğunda, sınırları dar bir alanda derin, insani bir takım sorunlar  yoğunlukla yaşanır. sonsuz zamanda, belirli bir zamanı/geçmişi  ve sınırlı bir mekanda/gemide gelişen olayları anlatmaya istekli conrad'ın talih'i yazarken othello'yu fazlaca düşündüğünü sezdirir. ayrıca ferndale gemisi othello'nun gemisi gibi savaşa gitmemektedir belki ama, yükü, barut, dinamittir. aynı gerilim vardır.


"azgın dalgalar sanki bulutları dövüyorlar;
fırtınadan kabaran dalgalar dik, ejder yeleleriyle
sanki su atıyorlar ışıltısına küçük ayı'nın,
söndürüyorlar ezelden beri duran bekçilerini kutup yıldızı'nın.
hiç görmedim kuduran denizin bu denli karıştığını."
II. bölüm, I. sahne, s.57)


neyse ki conrad, yürek dağlayan, çok acıklı bir kitap olan othello'nun sonunun aksine iyi bir son hazırlar. sanki othello'daki cassio'nun yerini dolduran powell'ın talihiyle başlayan kitap, cassio'nun talihsizliğini paylaşmaz, kitap iyi sonla biter.

joseph conrad
talih
çeviren nilgün şarman
kırmızı yayınları

talih
karakterler:
yazar: marlow'un hikayeyi anlattığı isimsiz kişi.
marlow: gemi kaptanı, anlatıcı.
charles powell: ferndale gemisinin genç, üçüncü kaptanı.
mr. powell: gemicilik ofisi çalışanı. genç powell ilk işini onun sayesinde bulur.
roderick anthony: ferndale gemisi kaptanı.
carleon anthony: kaptan anthony ile zoe fyne'in babası. romantik şiirleriyle ünlü şair.             
john fyne: zoe'nin kocası, anthony'nin kayınbiraderi.
zoe fyne: kaptan anthony'nin kardeşi, radikal feminist.
eliza: flora'nın kötü kalpli öğretmeni.
charley: eliza'nın sahte yeğeni. 
mr de barrall:  ünlü ve zengin banker. iflas edip, hapse girer.
flora de barrall: barrall'ın genç kızı.
isimsiz akraba: de barrall'ın düşük sınıftan akrabası, flora'yı evlerine aldılar.  
franklin: ferndale gemisinin ikinci kaptanı, kaptan anthony'e kıskançlıkla bağlı.
mr brown:  ferndale gemisinin kamarotu.
jane brown: kamarotun karısı, flora'ya gemide hizmet ediyordu.


 w.shakespeare
othello
çeviren özdemir nutku
remzi kitabevi


othello
karakterler:

brabantio: bir senatör, desdemona'nın babası.
senatörler
gratiano: brabantio'nun kardeşi, venedikli bir soylu.
lodovico: brabantio'nun bir akrabası, venedikli bir soylu.
othello: bir mağripli, venedik devletine hizmet edeni bir soylu.
cassio: othello'nun dürst emir subayı.
iago: othello'nun kötü yürekli sancak çavuşu.
roderigo: venedikli saf bir bey.
montano: kıbrıs'ın eski valisi.
soytarı: othello'nun uşağı.
desdemona: brabantio'nun kızı ve othello'nun karısı.
emilia: iago'nun karısı.
bianca: cassio'ya vurgun bir yosma.


***

bugün kadıköy adliyesinde duruşmam vardı. çıkışta yürüdüm, hava soğuk ama nasıl temiz ve durgundu. kadıköy'de yapı kredi şubesinin yanındaki dükkanda yapı kredi yayınları satılıyor artık. ordan alışveriş yapmayı seviyorum. faulkner kitaplarımı tamamlamak için uğradım, sadece ses ve öfke'nin baskısı kalmış, onu aldım. diğerlerini sahaflardan bulacağım.

kendime dosyalarımı koymak için bir çanta aldım. fena değil. arçil'i bir cafe'nin sokağa çıkarılmış masasında bekledim. üstümde tente vardı ve yağmur yağıyordu. üşümedim, çok güzeldi. bolca çay içip, not defterime yukarıya aktardığım yazıyı yazdım. arçil geldi. ona bir anorak, pijama takımı, çoraplar aldık. sonra da bir kaç hediye.

otobüs yolculuğu uzun sürdü. birbirimizin omzunda biraz uyukladık. markete uğrayıp, çikolata, fındık, mandalina, elma, tost ekmeği aldık. eve gelip yemek yedik. ben biraz dinlendim. sonra bloğa yazıyı yazdım. arçil oyun oynadı. şimdi dizisini izliyor. güya uyuyamıyormuş. oysa sabah uykusunu almamış kalkıyor. tina arçil'in kucağında. ben de yatağa girip laptop'ta the good wife dizisini izleyeceğim.

Salı, Aralık 14

yeşil'in sırları II

katil: yeşil

 Otel odamın kapısı hızlı hızlı vuruluyordu. Gözümü açtım. Uyandırılmanın en korkunç şekli. “Gir!” diye bağırdım aynı hırçın ve yüksek sesle. Onu gördüğüm her seferinde nedense hidrojen sülfür kokusunu duyma yanılsaması içinde olan burnumu hoşnutsuzlukla kırıştırarak, “bu ne telaş, Lisa?” diye sordum, kimyager arkadaşıma. Her zaman ki ölçen biçen, laboratuvarında onca ıvır zıvır, cam tüp arasında hayalet kadar sessiz ve sakınımlı dolaşan sebatkar bilim kadını arkadaşım, işyerine kör bir fil dalmış gibi darmadağınık görünüyordu.  Hala yatakta uzanmış yatan bana gazeteyi uzattı. “Perdeyi açsana,” dedim gözümü yazıları seçmek için kısıp. Yağmurlu, pis bir günün zehirli yeşilimsi ışığı odaya sızdı. Ahizeyi kaldırıp odama iki büyük fincan kahve getirmelerini söyledim. Gazeteyi alıp, bir daire içine alınmış haberi okudum:


“A-haa, şimdi anlıyorum,” dedim. Lisa’nın tutkuyla sürdürdüğü bir hobisi bu;  tarihe  bakıp, oradaki gizemli olayları, cinayetleri çözmek ya da kimsenin bir yazgı doğrusunda değerlendirmediği olaylar arasındaki bağlantıları, rastlantı ve şans faktörlerini de hesaba katarak yeniden analiz etmek. Ona kalırsa, mesela, Obama’nın başkan olması, tamamiyle Dred Scott adındaki kölenin 1846 yılında özgürlüğüne kavuşmak için açtığı davaya bağlıydı. Scott’un bu davayı kaybetmesi, önce kölelik karşıtı Abraham Lincoln’ün başkanlığının yolunu açmış, çok sonra ise Obama’nın. Bu bağlantılar onu sözün tam anlamıyla, büyülerdi.

Ya da, İngiltere’nin ve Amerika’nın en iyi adamı, profesyonel istihbaratçı  Philby’nin  aslında bir Sovyet casusu olması, sonraki tarihlerde Amerikan ve İngiliz gizli haberalma teşkilatlarının birbirlerine olan güvenlerini zedelemesi ve bunun sonucu olarak tarihte bazı olayların bu zedelenmeye bağlı gelişmesi Lisa için çok ilgi çekiciydi... ve Lisa boş bulduğu her saat kütüphaneye kapanıp okuyor, okuyordu.


Komplo teorilerini, buluşlarını üstünde denediği kişi ise bendim. Bildiklerimle ona sağduyulu itirazlarda bulunuşum, kılı kırk yararak bulduğu kanıtları önüme sermesinin coşku dolu bahanesini yaratır. “Saçı analiz etmene izin vereceğeni düşünüyor musun bu İngiliz koleksiyonerin?” diye sordum. Çünkü Lisa, Napolyon’un mide kanserinden öldüğüne inanmıyordu. Napolyon’un ölmeden önceki yılları içeren günlüğünü  okumuştu ve ayrıntılar üstündeki titiz çalışması göstermişti ki sürgün İmparator her gün yavaş yavaş zehirlenerek öldürülmüştü! Eğer Napolyon’un saçını analiz edebilirse, orada büyük miktarda arsenikle karşılaşacağına neredeyse emindi. “Ne yapıp edip o saçtan bir kaç tel alırım,” dedi, kahvesinin son damlasını başına dikip.

Bir süre görüşmedik Lisa ile. Bu saç hikayesini de neredeyse unuttum. Dün sabah buluşma önerisiyle bana telefon açtığında sesinde amacına ulaşmış, tatminkar bir ton vardı. “Sana her şeyi bir bir açıklayacağım,” dedi.
Bu sefer onun, büyük, yuvarlak masası ve tıklım tıklım kitapla dolu küçük çalışma odasında buluştuk. Ona, saçı nasıl ele geçirdiğini sorduğumda, göz kırpıp, sözde işveli bir kadın gibi kıkırdadı. “Hey allahım, Lisa, bilim aşkına yapamayacağın şey yok mu senin!” diye güldüm. Laboratuvarında ele geçirdiği saçı defalarca analiz etmiş ve şundan artık kesin olarak eminmiş ki, Napolyon Bonaparte zehirlenmiş. Ancak bunu kimin yapmış olabileceğine emin olamamış bir süre. İmparator’un sürgün yaşadığı evde yaklaşık yirmi  hizmetli varmış, ama hemen hepsi çok emin, güvenilir insanlarmış. Ayrıca bu tür eylemlere karşı çok hassas bir güvenlik ekibi varmış İmparator’un.  Kendisi adaya gönderildikten sonra atanan Vali J. M. Thompson gerçi Napolyon’dan nefret ediyormuş, öyle yazıyormuş günlüğünde ama, onu öldürecek kadar mı nefret ediyormuş?  


Neden sonra Lisa’nın aklına benim yeşil üstüne yaptığım araştırmam gelmiş. Hiç ümidi yokmuş yanıt alacağından, ama neden olmasın, gazeteye bir ilan vermiş. İmparator’un odasındaki duvar kağıdının bir parçasını elinde bulunduran insanlara bir çağrı içeriyormuş bu ilan.  Çok şaşırtan bir gelişme olmuş, ilana yanıt gelmiş! Bir kadın, duvar kağıdının örneğinden kendisinde bulunduğunu yazıyormuş mektubunda. İmparator’un evini ziyaret eden bir atası biraz duvar kağıdı yırtıp almış ordan ve koleksiyon defterine yapıştırmış. Kadın mektubuna bu parçayı da iliştirmişmiş.

Burada Lisa heyecanım ve merakım biraz daha artsın diye bekledi. “e. hadi devam et!” diye çığlık attım, “yoksa duvar kağıdı, Scheele Yeşili miymiş!?” “Evet!” diye çığlığıma çığlıkla yanıt verdi. “ Bir konuşmamızda söylemiştin Lusin, hatırla: Carl Wilhelm Scheele 1775 yılında arsenik çalışmasının ortasında en şaşırtıcı, en güzel yeşili icat etmiş. Boyanın 1777 yılında üretimine geçilmiş. Ama bilimadamının 1776 yılında arkadaşına yazdığı mektup endişe doluymuş. Kullanıcıların, onun zehirli olduğu konusunda uyarılmaları gerektiğini yazıyormuş. Ama satıcılar ya bu uyarıyı dikkate almamışlar ya da bu yeşil öyle çekici bir renkti ki herkes duvarına mutlulukla bu zehri yapştırmış. 

 “Koca İmparator Napolyon, duvar kağıdındaki yeşil nedeniyle mi öldü yani?... Piyuuu, kadere bak, onca topun, tüfeğin karşısından,  Rus soğuğundan sağ çık ve odanda huzur içinde şekerleme yaparken zehirlen…” “Evet,” dedi Lisa, “aynen öyle olmuş olmalı. Ayrıca günlüklerde Napolyon sürekli havanın neminden dert yanıyor. Arsenikle tepkimeye giren küf odanın bütün atmosferini zehirlemiş olabilir.”

“Ancak,” dedim düşüncelere dalarak, “yine de fena bir ölüm değil.” Lisa, neden, der gibi kaşlarını kaldırdı. “Çünkü o dönemde arseniksiz yapılmış korkutucu grilere, ürkünç kahverengilere, berbat sarılara bakarsak, insan odasının duvarında bu yeşilden başkasını düşünemiyor.” Bunun üzerine kahkahayı patlattık, İmparator’un şerefine yemyeşil nane likörümüzü de tokuşturduk.


Bilmece: çok kolay, napolyon’ın sürgün gönderildiği ve hayatının son altı yılını geçirerek 51 yaşında öldüğü bu adanın ismini soruyorum.


-bayanlusin'den-

Pazartesi, Aralık 13

Ken,

Sevgilim...



Sen şimdi Mine Town’da bir berber koltuğunda oturmuş, bekliyorsun. Birazdan sakalın, bıyıkların kesilecek ve kalbim seninle ilk kez o zaman çarpmaya başlayacak. Seni daha önce 1868’in Aralık ayında Montana’da görmüştüm. Kardeşin Bill ile ihtiyar Puncho’ya kürk satmaya gelmiştiniz hani. Yüzünü çevirme, acı hatıraları tazelemek değil niyetim. Seni nasıl üzerim, aşığım ben sana. Kardeşin, kafa derisi yüzen o soysuz beyazlar tarafından öldürüldüğünde seni de artık hep bu acıyla tarif edecektim biraz.





Sana Uzun Tüfek de derler. Bu eski çakaralmaz da, Ken Parker ismi gibi dedenden kalma zaten. Tina’ya, ‘geleneklerine bağlı bir aileyiz,’ dediğinde gülümsemiştim; seni bir anne ve babanın çocuğu olarak düşünmek tuhaf geliyordu. Sanki hep yapayalnızdın. O zamanlar bile hızlı at, hızlı silah hayat kalmanın belki de tek yoluyken, sen tüfeğini sakince doldurur, hedefine yöneltir, hiç şaşmaz, vururdun. Senin için önemli olan hep insanın kendisi, kendi değerleriydi. Silahını bile seni oluşturan, varoluşunun, tarihinin bir parçası gibi gördüğün için severdin. Senin olmak ne güzel bir şey Ken.




Ben, insanın çölde tek başına giderken, Kızılderililer ve beyazlar arasında politik bir mücadelede tavır alırken, bir kadınla uyurken, orduda koğuşta arkadaşlarıyla bir konuyu tartışırken, bir çocukla oynarken bile içindeki iyilik ibresinin hiç şaşmadığını sende gördüm Ken. Önyargısızsın, Kızılderili, beyaz ya da zenci fark etmez, kimseyi sınıflandırmaz, iyiliğin ve kötülüğün çok bireysel olduğunu bilirsin sen. Seni bunlar yüzünden daha sonra seveceğim, ama ilk kez berberin aynasında sana bakarken kalbim çarpmıştı benim.







Tıpkı, Mine Town’un barında gördüğü anda senden hoşlanan, Tina gibi. Öyle masum, öyle doğrudan, öyle nezaket dolusun ki, fahişe olan Tina bile seninle flört ederken bir yeniyetme gibi utanmıştı. Bir itirafta bulunayım şimdi, siz Tina ile yataktayken size bakamamıştım. Aranızdaki konuşmanın, sevginin öyle mahrem, öyle özel bir hali vardı ki, üstünüze bir perde gerer gibi kapatmıştım sayfayı.

Seni annesiz babasız sanmıştım ya Ken, onlarla tanışmak nasıl sürpriz oldu anlatamam. Wyoming’e, eve dönerken sanki biraz daha genç, daha kaygısız, daha neşeliydin. Canım! Annen, sevdiğin gibi çilekli tart yapmıştı. Ah Ken, küçük bir oğlan çocuğu gibi çilekli tart seviyorsun demek! Kardeşin elmalı tart seviyormuş, annen konuyu açar açmaz pişman oldu, ama sen yine onun ölümünden kendini suçlamaya başlamıştın bile.


Ben senin giysilerini de seviyorum. Uzun gömleğinin üstüne taktığın kemeri, dar pantolonunu, uzun çizmelerini, şapkanı… Ama Washington’a Kızılderililer’e yapılan haksızlığı durdurmak için gittiğinde tren istasyonundaki kadın seni görünce nasıl bayılmıştı!:) Ah, Ken, buralarda medeniyetin, centilmenliğin ölçüsü böyle şeyler. Ben, parlamentoya gittiğinde senin yerine biraz tedirgin olmuştum; o adamlar sivri dilleri, kurt zekaları ile seni üzerler diye. Onlar, kiralık katil tutarlar, kendi çıkarlarını Tanrı’nın adaleti diye yuttururlar, yüzüne gülüp arkandan bıçaklarlar diye, sevgilim. Ama sen, çirkinliklerine daha fazla dayanamadığın senatörlerin suratlarına, ‘eğer bu ülkeyi sizler temsil ediyorsanız, Amerikalı olmaktan utanıyorum!’ diye bağırdığında, nasıl gurur duydum seninle, anlatamam.

Ken, biliyorum ki sen böyle parlak sözcüklerle yapılan övgülerden, sevgi gösterilerinden hiç hoşlanmazsın. Burada kesiyorum şimdilik, sonra yine, buradan yazarım sana.

Her zaman senin Lusinin.

Bilmece: Çok sevdiğimiz Ken Parker’ın çizerini ve yazarını soruyorum. Hadi!

-bayanlusin'den-

Perşembe, Aralık 9

yeşil'in sırları I


 bir kaç gün yoğun olacağım. ama biraz dinlenebilirsem, mesela şimdi, akşama bilmeceyi soracağım. biliyorsunuz bayanlusin hazırlamış çok önceden bunları, ama sanki bu resim için bir şeyler daha eklemek lazım. vaktim ve enerjim olsa bu tabloyu baştan ben yazmak isterdim. bakalım, akşama görüşürüz umarım. siz şimdilik tabloyu kurcalayın bakalım. kurcalayın diyorum, çünkü çok enteresan bir tablo bu, öyle bakmalarla yetinmiyor. sevgiler.

***


"yeşil olmak kolay değil"
kermit



Londra'da Ulusal Galeri'de bulunan Van Eyck'in bu resmi, onbeşinci yüzyıl sanatının en tartışmalı eseridir. Siz ne düşününürsünüz bilemem, ama ben her seferinde gözümü alamadan bakarım bu resme. Resim beni huzursuz eder. Bir keder, üzüntü resimden itibaren yayılır gibidir. Gizemli bir suç, müstehcen bir aile hikayesi, mahrem kalması zorunlu cinsel bir ayıp gizleniyor gibidir. Ressam, bu sırrı çözmüştür de açıklaması yasakmış, o da çok zekice ve gizli kodlar kullanarak seyirciye gizi tarif ediyor gibidir.

Tablonun, "Arnolfinin Evliliği", "Giovanni Arnolfini ve Eşinin Portresi" isimleri, resim hakkındaki tartışmayı da gösterir nitelikte. Resmin, Giovanni Arnolfini adlı zengin bir tüccar ile genç karısı Giovanna arasındaki evliliği gösterdiğine inanılıyor. Ancak gerçekte evlilik portesi olup olmadığı hakkında çok az insan anlaşabilmekte.

Resimde ilk dikkati çeken gelinin yemyeşil etekliği. Kadının hamile olduğu açıkça görülmekte. Gerçi bazıları o yılların Flaman modasına uygun olduğunu söylüyorlar etekliğin. Ama niçin yeşil? Onbeşinci yüzyıl Bruges'ünde yeni evliler konumlarını ve zenginliklerini kermes kırmızısı ile teşhir ederlerken bu yeşil de neyin nesi?

Çift elele tutuşmuş yatak odasında duruyorlar. Aralarında sevgililiğe ilişkin bir duygu hissediyor musunuz? Erkek, paltosu, şapkasıyla evden bir an önce çıkmayı isteyen yaşlı ve soğuk koca gibi durmuyor mu? Sağ elini kaldırışında karısının bir talebini reddeder, onu sınırlandırır, sen şimdi sus, der gibi bir hava yok mu? Kadın başını ondan yana çevirmiş ve reddedilmenin üzüntüsünü saklamak için bize de bakmamış. Tanrım, ikisi de ne mutsuz!

Odada çok büyük, kırmızı bir yatak var ki, bu, kadının hamile olduğu duygusunu kuvvetlendiriyor. Tam karşıda bir ayna var. Aynada görünen kırmızı sarıklı adam, ressamın ta kendisi. Ressam bize resimdeki mutsuzluğun sırrını oradan fısıldıyor sanki. Aynanın çevresi, İsa'nın Acıları'ndan sahnelerle ve bakire şehit olan St Catherine'nin işkenceyle öldürülüşünü anlatan on adet çubukla süslenmiş. Ahşap sandalyede Antakyalı St. Margaret'in, doğumun koruyucu azizesi olan bakire şehidin küçük bir gravürü var. Acı! Acı!

Resim tümden acımasız bir ilişkiye işaret etmiyor mu sizce de? Karyoladan sarkan toz fırçası, kadının evdeki görevini simgeliyor olabilir ama, neden öyle, bir ganimetmiş gibi yukarıya, yatak başlığına asılmış? Bu eşya bir cinsel tacizi simgeliyor da olabilir pekala. Resim 1434 yılında yapılmış ve fakat Armonfiller 1447'de evlenmişler. Tümden büyük bir gizem!

Pencere kenarındaki elmayı farkettiniz mi? Ressam, resmen düşüşten sonraki Adem ile Havva'yı hatırlamamızı istiyor burada. Kadının elbisesi de bu fikri destekler nitelikte: Bahçelerin ve bereketin simgesi yeşil renkte.

Dönüp dolaşıp şu yeşile geliyorum. Size bu yeşil boyanın adını soruyorum. Zor bir soru ama sonra size bu boya hakkında geniş bir bilgi verince çok hoşunuza gidecek. Biraz araştırın bakalım, neymiş bu yeşil boyanın adı ve dahası fikir yürütürseniz, Van Eyck'in bu yeşili kullanmasında gizemli bir neden var mıymış?

not: ayna ile avize arasında bir yazı var dikkatinizi çektiyse. orda, "jan van eyck buradaydı, 1434" yazıyor. aynadaki kırmızılı adamnın van eyck olduğunu biraz da ressamın kendi tablosu olup olmadığı tartışmalı resmi "kırmızı örtülü adam" tablosundan çıkartıyoruz.

ayrıca: kendimi bu bilmeceyi yazarken şey gibi hissettim, hani yoklukları kargaşaya neden olabilecek başbakanların, generallerin hasta oldukları titizlikle gizlenir, makyaj ve full vitamin verilip halk önüne çıkarılır ya, öyle. bayan lusin'in hastalığı geri dönülmez bir karmaşaya sebebiyet vermesin diye, o açıdan buradayım yani. bir de yatakta sıkıntıdan patladım diye. hadi çalışın.

***

bayanlusin'le farklı zamanlarda yeşili sözkonusu etsek de benzer bir haldeymişiz. önceki gece ve dün çok zordu. gece, evin sigortası atmış, daha sonra arçil nasıl becerdiyse odasının kapısını kendi dışardayken içerden kilitlemeyi başarmıştı (kapıların enteresan bir kilit sistemi var). benim odada birlikte uyuduk ve sabah şiddetli rüzgar eşliğinde yağan yağmura umutsuzca baktık. sabahın köründe çok uzak bir adliyede duruşmam vardı çünkü.  taksi bulmam sözkonu olmadı. hiç değilse ilerleyelim diye otobüslerle yavaş yavaş hareket edip, belki bir taksi bulurum umuduyla E-5'te indim. yağmur en şiddetli halindeydi, bir tek boş taksi geçmiyordu, sırılsıklam olmuştum. arkamda çamur içinde bir arazi ve ilerisinde derme çatma bir tahta baraka gördüm. çevresindeki naylon örtü fırtınada dalgalanıp duruyordu. araziyi, çamura ve daha fazla ıslanmaya aldırmadan geçtim, barakaya girip bir sigara yaktım. henüz kriz aşamasına gelmemiş sorunlar için dertlenmeye, sinirlenmeye yetecek enerjimiz vardır; ancak bunun gibi bir kriz aşamasında duygularınızı geri plana alır, tüm aklınızı sorunu çözmek için seferber edersiniz. kriz zamanlarında, normal sorunlu dönemlerden daha sakin, nerdeyse neşeli olurum bu nedenle. öyleydim, o barakada sigaramı içerken, "n'aaapıyorsun, peri'ciğim!? nerdesin şu an?" dedim. gülümsedim. sorunlar ardı ardına önüme çıktığında bunu bir meydan okuma ve bir oyuna davet gibi algılayıp, geri adım atmam genellikle. tekrar yolun kenarına yürüdüm, dolu olan bir taksiyi durdurdum, ilerleyelim, dedim. şansıma, yolcu bir süre sonra indi. biz de trafiği yoğun olan yolları boşverip, nerde akan bir yol varsa girdik, şoförle işbirliği içinde adliyeyi bulduk. nerdeyse yetişmiştik, ama zaten işimi şansa bırakmayıp, kriz masasında, büroyu arayıp, adliyeye ulaşıp, bir süre gecikeceğimi bildirmeleri kararını almıştım.


eve dönüşte aynı eziyeti yaşamadım. bütün yağmuru emmiş pantolonumun altında üşüyen bacaklarım, soğuktan buz kesmiş ayaklarımla eve dönen bir otobüsün içindeydik neticede. ayrıca kriz masası hala işbaşındaydı. yolda bir anahtarcı dükkanı farkedince, derhal o durakta inmemi emretti masa. indim. çilingire kilidin niteliğini ve sorunu anlattım, çok şükür yapabilirmiş. taksiyle eve geldik. kilidi açtı. kaloriferi sonuna kadar açtım, elektrikli sobayı da. üstümü değiştirdim. çayı ısıttım. ortalığı topladım. sizin açken aklınıza hangi iştah açıcı simge yemek gelir, bilmiyorum. benimki bol domates soslu makarnadır. hafif ıslak, hafifçe çok pişmiş ve dumanı üstünde. aynen bunu yaptım, arçil geldi, her şey olağan haline döndü.

bu sabah arçil odama gelip, sevinçli bir haber verir gibi, "kar yağıyor!" diyerek uyandırdı beni. birlikte yatıp yağan karı izledik. elbette  tina da zıpladı yanımıza. kızartılmış sucuklu, sosisli, haşlanmış yumurtalı, meyveli, kocaman kahvaltı tabakları hazırladım, nar ve portakal suyu da sıktım. ben de laptop'umu alıp arçil'in odasına taşındım. bir ara arçil şu şarkıyı çaldı. birlikte dans ettik. tina çevremizde döndü.


şimdi yeşile geliyoruz. masada karşılıklı otururken, ne yaptığımı soran arçil'e, van eyck'in bir tablosu hakkında yazdığımı söyledim. "a, yeşil etekli kadın tablosu mu?" diye sordu. arçil'in bu tabloları bilmesi rastlantı değil. o daha küçücükken birlikte oynamak için icat ettiğim oyunlardan biri de, birlikte yatağa uzanıp, yem yayınlarından çıkan sanat kitabını birbirimizin şansına fal gibi açıp, resimlere bakmaktı. resimde ne gördüğümüzü, ressamın ne niyetle bu şekilde çizdiğini konuşur, sonra da resim için yazılmış yorumu okurduk. daha sonra ise resme bakıp, ressamını tahmin etme şeklinde devam etti bu oyun. arçil anaokulunda bir resmi bu şekilde yorumlamış da, öğretmeni hayranlıkla, bu çocuğun resme yeteneği inanılmaz, diye övgüler düzmüştü. ben arçil'in resme ve bilgisayara olan hassasiyetini toplayıp, çarpıp, onun hep grafik sanatçısı olacağını düşünmüşümdür. ergenlik asabiyeti içinde olan arçil bana karşı çıkıyor şimdi ama, geçenlerde bir çek grafik sanatçısının işine hayran olup ona mail yazmış. onun gibi işler yapabilmek için bilgisayarına 3D vs gibi programlar yüklemiş. herneyse, ben bunları yazarken şu an arçil karşımda bir şarkı mırıldanıyor ve ben aklımı ondan alamıyorum; arçil'den bahsedip durmam bu nedenle.


şimdi tabloya ve van eyck'e dönelim artık. bu tablo sembollerle yüklü ve semboller farklı yorumlanabilir. genel olarak bu tablodaki sembollerin yorumu, evliliğin kutsanması şeklindedir. hangi bakış bu resimden bir birleşmenin mutluluk dolu doğasını seziyor, benim için anlamak güç. mesela avizedeki tek mum, evliliğin birliğine işaret ediyor, diyorlar. bana göreyse içlerindeki sevginin kaynağı, tek mum gücünde kalmış, sönüp, bitmek üzere. ayrıntıda iskemle kolçağının üstünde görülen,  antakyalı st margaret'in bir gravürü. bu azize, doğumun koruyucu azizesidir ve bakire olarak şehit olmuştur. acı! acı ama şuna da işaret ediyor, bu hanım hamile.


van eyck resim sanatına getirdiği yaratıcı fikirlerle tanınıyor. bilinen en ünlü ilk ressam. bayanlusin öyle sinir bozucu bir soru sormasaydı, ben işin kolayına kaçıp size van eyck hangi boyanın mucididir diye sorardım. yağlıboyanın elbette. çünkü köpeğin tüyleri ve hanımın elbisesinde, kocanın kürkünde dantel işçilik için tutkallı boya pek yetersiz. yumurta akından elde edilen tutkallı boya çabucak kurur ve ayrıntılar üzerinde yeterince çalışabilmek için ressama zaman bırakmaz.



jan van eyck, pano üstüne resim yapıyordu; meşe ağacından kesilerek birleştirilmiş, daha sonra da beyaz bir sıva ile kaplanmış tahta panolar. bu odunun kalitesi sıkı bir şekilde denetleniyordu, çünkü kötü pano üstüne yapılan bir tablo hemen bozuluyordu. ağaç çeker, pano kabarır, boya kalkardı. bu nedenle meşe ağacının, yalnızca çok sert olan merkez  kısmı kullanılırdı.

bayanlusin'în bilmecesindeki yeşile, usta onu sıklıkla ve başarıyla kullandığı için  van eyck yeşili de denir. leonardo bu boyayı kullandığında yeşili kararmış, ama flaman ressamlar  koruyucu bir vernik kullanarak yeşili sabitlemenin sırrını bulmuşlar ve van eyck yeşili yüzyıllarca dayanmış bu nedenle. ama van eyck bunu bilemezdi. test etme süresi yoktu bunun için. bana kalırsa van eyck, yüzyıllar sonra hanımın üstündeki yeşilin kararacağını düşünüyordu. ve yüzyıllar sonra yaşayan bize bu evlilikte kötü gidenin ne olduğunun sırrını açıklamak istiyordu. şöyle ki: adı bilmece olan bu boya saf metalin paslanmasıyla elde edilir. bu yeşil, evet baştan çıkarıcı, parlak, mükemmel bir yeşildi, ama bu boya bazen kararırdı. o zamanın bilgisi buydu. van eyck bizzat bu boyanın kararma olasılığını düşünerek, derin bir simge kullanmıştır burda: insanın düşüşünün simgesi!

van eyck çok yetenekli, çok yaratıcı ve oyunbaz bir ressam. arçil'e, "niçin seviyorsun bu tabloyu?" diye sorduğumda, aynada ressamın görünmesinin çok farklı bir duygu verdiğini söyledi. sanki, film  hatalarında aynada kameramanı görmüşüz gibi... hem sahneye bakan ve resmeden ressamı görerek, tabloya bir gerçeklik duygusu vermiş... olabilir. van eyck'in bu resmi yoruma çok açık mükemmel bir resim.

bayanlusin size yeşilin çeşitlerini anlatmadan doğrudan bu boyanın ismini sorarak biraz haksızlık etmiş. bunu söylediğimde, "haklısın," dedi "ama yapılacak bir şey yok artık. çok yakında tarihsel bir bilmece soracağım, orda katil kim sorusunun yanıtı yeşil olacak," dedi.


not: resmin gizemlerini çözmek mümkün olmasa da ne tür gizemler barındırdığını görmek için şu adres de size faydalı olabilir. toplam üç sayfadan oluşan bu metne göz gezdirmenizi öneririm.

Pazartesi, Aralık 6

ah tanrım, ne işim var kızıldeniz'de!?

(Yazıdaki sıkıcı üslubum için beni şimdiden bağışlayın. Burada, -aşağıda okuyunca anlayacaksınız- bilim adamları ile konuşmaktan kalan bir alışkanlık bu. İstanbul’a dönüp, kendimi sokakların diline bırakmak için nasıl sabırsızlanıyorum, bilemezsiniz. Aşağıda, kimi zaman yemekte, kimi zaman yürüyüş yaparken, kimi zaman babunları sabırla gözlemlerken yaptığımız sohbetlerden öğrendiğim şeyler var. Şöyle ya da böyle bahara ilişkin ve bu nedenle size de aktarmaktan çekinmedim.)

Bahardan bahsetmek istiyorum size. Şu kavurucu sıcaklar ve bitmek bilmez öğle sonları gelmeden baharla şenlenelim azıcık daha. Gerçi şurada, kapalı bir odanın içinde, sizinle tek bağım olan internetle baharı konuşmak ne kadar anlamlı olur ki? Baharla birlikte doğada başlayan teşhirciliğe bakacağız biraz sonra ve doğada olanla burada olan, teşhircilik kavramıyla buluştuğu için bu minvalde oyalanacağız. Sanal alemde kendimizi, şu an baharla coşan doğadaki bir kuşburnu ya da lalenin de ait olduğu fanerogamlar gibi teşhir ederiz. Yalan mı!

Ben, hoş bir tesadüf ki baharda renklerin peşine düştüm. İyi oldu bu. Bir sürü de rezillik tabii. Şili ve Peru’da kızıl hakkında öğrendiklerimi anlatacağım size, ama başka bir olayın aciliyeti var şimdi. Kızılın peşine düşmüşken, Kızıldeniz’e uğramamak olmazdı. Ben de çantalarım bir sürü kızıl örneklerle dopdolu, bulduğum ilk uçağa atlayıp Kızıldeniz’e gittim. Ama öğrenmek aşkımın, cüzdanımdaki parayla hiç de orantılı olmadığını çok geç farkettim. Beş kuruşsuzdum uçaktan indiğimde.


Neyse ki, bilim adamı Hans Kummer’in, hamadrias babunlarını incelemek için Kızıldeniz savanlarında bulunduğunu okumuştum internetten. Çantamın bir gözüne sıkışmış son paramla bir vasıta bulup, bozuk yollardan geçip, güç bela bilim kampına ulaştım. Derme çatma kulübeler, meydanda dolaşan maymunlar, acayip acayip öten renkli kuşlar dışında ortalıkta kimse görünmüyordu. Neden sonra kapıya çıkan şişman bir adam sertçe, ne istediğimi sordu. “Hans Kummer’le görüşeceğim,” dediğimde, “bekleyin, birkaç saat sonra burada olacak,” dedi. Bu sapa yere sanki her gün bir ziyaretçi geliyormuş gibi umursamazdı. Barakanın verandasında gördüğüm bir banka oturup sigara yaktım.



Biraz sonra adam elinde iki soğuk birayla geldi. İster miyim, diye de sormadan birini bana uzattı. Sanki uzun zamandır birlikteymişiz de her gün aynı konuları konuşuyormuşuz gibi, “bugün hava çok sıcak,” dedi ensesini kirli bir mendille silerek. “Öyle,” dedim biramdan bir yudum alarak. Adamın bu kayıtsızlığı bir taraftan da orada bulunmamın anlamsızlığını azaltıyordu. Kendimi huzurlu bile hissediyordum. Biraz sonra üstü açık bir cip, tozu dumana katarak geldi ve içinden çıkan sarışın bir adam ve zenci bir kadın, bana şöyle bir bakıp, hızla kapıdan içeri dalıp coşkulu bir şekilde tartışmaya başladılar. Babunlarla ilgili müthiş bir keşif yapmışlardı. Ayrıntıları, akşam yemekten sonra masada absent içerken öğrenecektim. Ama durun, ben, Hans Kummer’e derdimi nasıl anlatacağım diye düşünüp kıvranıyorum henüz.


Kapıda benimle bekleyen adam, sözcüklerden tasarruf edip, başının bir hareketi ile içeri girmemi işaret etti. Bilgisayar ekranlarının ancak aydınlattığı oda loştu ve gördüğüm fotoğraflarından Hans Kummer olduğunu çıkarttığım sarışın adam ile zenci, hoş kadın bana bakıyordu. Lafı uzatmadım: Renkleri araştırdığımı, bir internet sitesinde bilmeceler sorduğumu, kızılı araştırırken yolumun Kızıldeniz’e düştüğünü ve paramı çaldırdığımı söyledim (bu yalan tabii, parasının kalmadığını bu aşamada fark eden bir salak olduğumu bilsinler istemedim). Ben, sakince ve aldırışsız bir üslupla konuşmaya çalışıyordum, ama yüzüm utançtan yol yol kızarmaya başlamıştı bile. Hans Kummer ilgiyle kızaran yüzüme bakıyor, o baktıkça ben daha çok kızarıyordum. Eğer orada bana yatak ve yemek verirlerse karşılığında onlara yardım edebileceğimi söyledim. İnsanlardan bir şey istemek konusunda çok beceriksiz olan ben, artık konuşmak yerine kekelemeye başlamıştım ki, mücadele etmeyi bıraktım. Öylece sustum. Hans Kummer beni hiç dinlemiyormuş gibi birkaç saniye daha bakıp, “yüzünüz,” dedi, “kızarıyor”. Bilim adamları böyledir işte, babunların her davranışını en ince ayrıntısına kadar bilen bu adam, en insani tepkiye çok şaşırıyordu. Çenemle küstahça kendisini işaret edip, “Utanma hasleti sadece sarışınlara ait değil, esmerler de utanıp, kızarır,”dedim öfkeyle. Odadakiler ve arkamda fark etmediğim bana bira veren adam gülmeye başladılar. Sonra, hoş geldin, diyip işlerine döndüler.





Ben şaşkın, kapıdan çıkıp, banka oturdum yeniden. Şişman adam bu kez hiç beklemediğim bir konuşkanlıkla, “burada kahrolası (bloody sözcüğünü kullandı burada. Daha sonra kendini tanıtacak, ama onun Avusturalyalı olduğunu buradan tahmin ettim önce) hayvanlarla uğraşmaktan kafayı yedik” dedi. “Darwin, yüz kızarmasının insana özgü olduğunu söyler, hayvanların yüzü kızarmaz”. Sonra bilim adamı alışkanlığı ile devam etti, “utançtan, edepten ya da çekingenlikten yüz kızarması, göze çarpmamak istendiği bir anda kılcal damarların yüzeyde engellenemeyen genişlemesini kaygıyla hissederek duyguları açığa vurmaktır. Bu da başkasının 'bakışını' gerektirir. Bir araştırma nedeniyle Yeni Gine’de bulunduğum sırada Mount Hagen halkı da kızarmanın başkasının bakışının yarattığı sıkıntıdan kaynaklandığını düşünüp bunun için, ‘tenin üzerindeki utanç” anlamına gelen bir terim kullanırlar. Ne güzel, değil mi! 'Pipil,' derler buna, İnsanın içinde gizlediği 'popokl' teriminin karşıtı olarak.”

Müthiş bir şaka yapmışım gibi hala gülümsüyordu bana, “yorgun görünüyorsunuz, hadi size odanızı göstereyim de yemeğe kadar dinlenin biraz” dedi. Eşyalarımı yüklenip uzaktaki bir barakaya doğru yürümeye başladık. Şu benim yüz kızartım, olabilecek en inanılmaz konuymuş gibi anlatmaya devam etti; ”Maymunlar da öfkeden kızarır, ancak bir hayvanın insanla aynı nedenle kızarabileceğine inanmamız için henüz karşı çıkılmaz bir bulguya rastlamadık,”dedi. Şaşırmış gibi yaparak, “öyle mi?” dedim. “Darwin, kızarma, duygu ifadelerinin en özeli ve en insana özgü olanıdır, demişti” diye yanıtladı beni kapıyı zorlayıp, açarken. Penceredeki ince bambu storların yol yol aydınlattığı, üstünde cibinlik olan ince, sert bir yatak, bir iskemle ve masadan ibaretti oda. Eşyaları koymak için uzun, geniş bir raf vardı karşı duvarda. “teşekkür ederim,” dedim şükran duygusuyla. Giderken, elini dert etme, der gibi salladı. Kendimi yatağa bırakırken, bulunduğum durumun anlamsızlığı ve yorgunluk zihnimi bomboş yapmıştı. Rahatlamak için biraz ağlamak istedim, ama uyuyakalmışım.

Rüyamda, yüzümü yıkamak için musluğu açıyordum ve üçüncü sınıf bir korku filmindeymişim gibi oradan kıpkızıl bir su aktığını görüyordum dehşetle. Yine de yıkıyordum yüzümü ve kan rengine bürünürken ben, aklıma rüyada kırmızının anlamı geliyordu nedense. Sıçrayarak uyandığımda hala aydınlıktı hava. Dışardan neşeli insan sesleri geliyordu. Kapı bir süredir tıklatılıyor olmalı ki, ben gözümü açar açmaz tekrar duydum sesi. Kapıyı açtığımda zenci kadını gördüm, “hadi, hadi yemeğe... çok acıktık,” dedi.


Size daha fazla ayrıntı veremeyeceğim, oradaki günlerimin başlangıcı böyleydi. Türkiye'den beklediğim para gelir gelmez de döneceğim. Burada çok hoş hayvan hikayeleri dinledim ve bir cangılın içinde, bahar ne demekse onu yeterince gözlemledim.

Baharın dünyanın canlılarını eşitleyici bir hali var. Kimliğinin bilinciyle tıka basa dolu olduğu için kendi imgesiyle çok ilgilenen insan, bahar gelince bu coşkuya karşı koyamaz ve gözlerini, bir imgeler pazarı olan canlılar dünyasına çevirir. Dünya baharda görünür olur ve gören, ister insan ister kurtçuk olsun, ne fark eder, cümbüş başlar. Dünyanın görünür olmasının anlamlı olması için ona bakılması gerekir. Bakmak için, ışığa duyarlı organın varlığı şartsa da baktığını yorumlayacak bir beynin de gelişmiş olması zorunludur. Ancak beynin dünyayı canlandırması da salt duyumsal bir araştırma ile yetinmez. Beynimizin, bildiğimiz ile gördüğümüzü uzlaştıran, tartışmaya açan bir hakemin yetkinliğinde olması gerekir.


Diyelim astronomi profesörü sevgilimle Foça’da oturmuş yıldızlarla dolu gökyüzüne bakıyoruz. Cahil ben, keşfimle heyecanlanmış, parmağımla göstererek, “aa bak, büyük ayı!” diyorum gururla. O ise tüm gökyüzünü avucunun içi gibi biliyor ve aralarında gayet senli benli bir ilişki var. Parıltısı ile romantikleştiğim yıldızların görüntüsünün bana ulaşması için milyarlarca yıl geçmesi gerektiğini ve mesela gördüğüm bir yıldızın şimdi aslında yok olduğunun farkında. Benim bildiğim ve onun bildiği ile gördüklerimizi uzlaştırmamız tümüyle birbirinden farklı! Bu durum, görüntünün algılanmasına gölge düşürdüğü gibi, profesörle ilişkimizin yürümeyeceğinin de en açık ispatıdır. Ama sen gel de anlat baharla kendinden geçmiş organizmamıza bunu.


Aşk dediğimiz hayali imgeyi maddi kaynağından bağımsızlaştıran, hatta görüntü ile gerçeğin arasındaki bağı salkım saçak çözen insandan başka bir canlı var mı şu dünyada! Baharda başlayan cümbüş bir çiftleşme, üreme, cinsel ayaklanma, baştan çıkarma içerir. Bahar, romantik şiirler okumak yerine, karşı cinsi baştan çıkarmak için girişilen yarışın biyolojideki önemini vurgulayan ilk kişi olan Darwin okumaya başlamak için en ideal zamandır bu nedenle. “Bir toplulukta çiftleşmeyi ve üremeyi destekleyen her türlü niteliğin mantıksal olarak ağır basması gerektiği, çünkü bu nitelikleri taşıyan erkeklerin daha çok soy ürettiği ilkesi,” eş seçiminde erkeklerden çok dişilerin etkin olduğunu savladığı için sonradan çok tartışılsa da kabul görmüş ve bu ilkeye bağlı olarak, cinsel dimorfizim, yani iki cinsin görünümlerinin giderek farklılaşmasının belirginleştiği yolunda bir sonuca da erişilmişti.

İşte, şu an, şimdi içinde bulunduğumuz şu bahar mevsimi tüm canlılar arasında çılgınca bir kendini gösterme, en güzel renklere, seslere, biçime sahip olarak seçimde avantajlı duruma geçmek için uğraşılan mevsimdir.

Doğadaki eş seçiminde, belli estetik kriterler varsa da bunlar aynı zamanda türün devamı için şart olan nitelikleri de belirtir. Örneğin Hirunda rustica kırlangıcının dişisi, uzun kuyruklu erkeği tercih eder. Uzun kuyruk daha göz alıcıdır, evet ama, uzun kuyruklu kırlangıç kısa kuyruklu olana göre daha az bit taşır. Bu da gelip geçici bir aşkın istenmeyen bir anısı olarakdişiye  haşerelerin bulaşmamasını sağlayacak. Dahası, uzun kuyruklu kırlangıç parazitlere karşı daha dirençli olduğu için yavruların genetik kodu güçlü olandan oluşturulacak.

Doğada çekici özellikleriyle estetik kriterlere uymaya çalışan daha çok erkek cinslerdir, biliyorsunuz. Ateşböceklerinde bu değişir. Sıcak gecelerde ortaya çıkan ateşböceklerinin fingirdek dişisi, erkeği, mavili yeşilli ışıltı oynaşmalarıyla kendine çeker. Bunun için karnının geri kısmında bulunan ve şeytani bir madde olan luciferine’i salgılayan bezleri kullanır.

Hayvanlar dünyasında dişiler erkeklere görsel işaretler gönderir ve böylece cinsel alıcı durumunda olduğunda yanlış anlaşılmaya yer vermeyecek şekilde onları bilgilendirir. İnsanlarda ise hiç böyle değildir, biliyorsunuz. Flört, sonucu cinsel birleşme olmayacak bir eğlenceliktir çoğu zaman. Yanlış anlaşılmaya çok müsait, karmaşık, hile dolu davranışlarla doludur insan cinselliği. Bir kız, cinselliğin çevresinde dolaşıp durabilir, onu en bariz şekilde sezdirebilir ve iş, dürüst bir davete geldiğinde hiç de oralı olmayabilir. Arzu göstergelerini en utanmazca kullanan bakireler ve bir bakire kadar cinsel göstergelerden habersiz bin yıllık cinsel devinim içindeki çiftlerle doludur insanoğlunun acınası cinsel tarihi. Cinsel birleşmeyi arzuluyorMUŞ gibi yapma insanoğlunun dişisine özgü bir taklit yeteneğidir çokça.
Erkek ereksiyon taklidi yapamasa da dişinin bedeninde, döllenebilirliğinin açık işaretlerini taşıması gerekmez. Bilim adamları bunun nedenini, dörtayaklı maymunluktan ikiayaklı insanlığa geçişle açıklıyorlar. Böylece yüzyüze gelmişler, erkeğin göze batan cinselliğinin karşısında dişinin cinselliği iyice gizlenmiş artık. Dişi maymunda cinsel sergileme dişilik organıyla ve belli dönemlerle sınırlıyken, arzunun nesnesi olan insan dişisinin, bedeninin tüm yüzeyi sürekli bir kızışma görüntüsü sergiler gibidir. Eh, hal böyle olunca arzunun toplum içinde dolaşımını kurallara oturtma zorunluluğuna bağlı bir kültür doğar. Bu kültür de yukarıda dediğim gibi çok oyuncaklı, çok karmaşık ve maymunlara göre de çok üçkağıtçı olabilmektedir. Arzu belirtilerini maskelemek için (ancak işlevinin tersine sıklıkla baştan çıkarma nesnesi olarak kullanılan) giysi böyle doğmuş.

Bilim canımızı sıkar. Canlılar dünyasının tarihinde bizi sıradan bir türe indirger. Çoğu kez farkımız yoktur bir kılkanatlıdan. Bazen evrenin büyüklüğü ile sancılanıp, dünyanın bize doğru evrilen upuzun tarihinin sırrına eremeyeceğimiz için acı çekerken, bir anlam arayıp duran şu beynimiz de olmasaydı keşke, deriz. Ben bazen derim. Bir bahar sabahı su birikintisinde oynayan bir karga olmak için neler vermezdim. Neler? Beynimi mesela.

Çılgınlaşan bir görüntüler alemini gözler önüne seren baharı sevmemek için sürekli kendiyle meşgul bir zihnin, karanlık bulutların gölgeleyip, kasvetli fırtınaların estiği, bir ot olsun yeşermeyen verimsiz toprağında olmak gerekir. Yağmurda uluyan köpekler gibi umutsuz bir ruh bahara sırtını dönebilir ancak. Bahar tüm canlıların, aynı amaçla, çocukça bir eşitlik duygusuyla katıldığı bir alem serer gözler önüne. Bahar, bakılmak ister. Bakın!

Şimdi bana bakın; soracağım bilmecenin yanıtı olan kitabın hikayesi Oran’da geçiyor. Bu zamanlarda, hadi tam tamına söylemek gerekirse 16 Nisan'da, bahar mevsiminde başlıyor. Bilmecenin diğer yanıtı olan Fransız edebiyatının bu ünlü yazarı, bu çirkin şehri çok güzel anlatır:

“İtiraf etmeli ki, şehrin kendisi de çirkindir. Durgun bir görünüşü vardır, onu dünyanın her yanındaki öteki ticaret şehirlerinden farklı kılan tarafı fark edebilmek için bir süre beklemek lazımdır. Mesela, insan güvercinsiz, ağaçsız, bahçesiz, ne bir kanat şıkırtısı, ne de bir yaprak hışırtısı olan; kısacası her türlü özellikten yoksun bir şehri nasıl düşünebilir? Mevsimlerin değişmesi ancak gökyüzünden okunur. İlkbaharın gelişini havanın niteliği ve küçük satıcı çocukların şehrin civarından toplayıp getirdikleri çiçek sepetleri bildirir. Bu, pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır.”

Bilimsel bir soru sormak varken nereden çıktı bu diyeceksiniz, ama bunaldım ben bu aralar bilimden. Bu soruyu böyle kabullenin olmaz mı?

Cuma, Aralık 3

kırmızının serüveni I




1 Mayıs’ta yazacaktım, ama olmadı. Bilmece hazırlamak için çok uzaklarda Şili’nin kuzeyindeki çöllerdeyim şimdi. Bulunduğum koşullarda size ulaşmam çok zor. Pablo Neruda’nın deniz kabuğu koleksiyonunu görmek için yola çıkmıştım güya, ama olmadı. Santiago’da trende tanıştığım biri kanalıyla kırmızının kaynağını öğrenme fırsatı çıktı çünkü. Hem tarih 1 Mayıs olunca aklıma kızıl renk gelir ve renklere düşkün benim gibi biri de bir fırsat bulursa, kendini renklere bırakır. Zaten ben, sulardan korkan çingeneler gibiyimdir. Onlar gibi gezip tozarım ve onlar gibi deniz ve deniz ürünlerine yüz vermem. Hal böyle olunca şimdi derdim, kırmızının sırlarına erişmek ve sizi kırmızıya çağırmak. Eh, kırmızının çağrı için benim bilmeceme gereksinimi hiç yok. Kırmızı kendi başına en reddedilmez çağrıcı, adeta toplanma buyruğudur ve 1 Mayıs’a kırmızı yakışır. Neden? Çünkü bir bakın kırmızıya, başkaldırı, zulme uğramışlık, haksızlığa direniş ve özgürlük isteğinin sesini duyarsınız. Şu kırmızı lafı nereden türemiş bilinmiyor; onun adı her zaman ve öz Türkçe olarak resmen kızıl. Hani şu sermaye, liberaller ve mukaddesatçıların ürktüğü sözcük.

Kızıl, ateştir, güneştir, filandır ama en çok da kandır. Kızıl, kahramandır ve onurludur. Çünkü tarih sürekli ve hiç usanmaksızın, alınan ve verilen kan ile yazılmıştır. Öyle bir onur ki yensen de yenilsen de onurlusun.

Kızılın özgürlük narasını en bilinen haliyle 1789 Fransız ihtilalcileri atıyor malum. Devrimciler kızıl, külahımsı, aslında kökü antik Anadolu Frigler’e uzanan bir başlık giyiyorlar. Buradan çıkan kırmızı sonradan, kraliyetin beyaz ve Paris kentinin eski geleneksel feodal mavisi ile laik cumhuriyetçi ulusal renkleri oluşturacaklar. Bayraklara değil de sinemaya hayran olan ben, Fransız bayrağını Kieslowski’den bilirim.

Osmanlı’nın sancakta iki asıl rengi var: Yeşil ve kırmızı. Yeşil olanı, güneşte solduğunda maviye dönüştüğünden itibarı düşmüş, zamanla yalnızca kızıl kullanılır olmuş. İsabet olmuş. Kaşgarlı Mahmut bilgenin dediği gibi, “Ağdi kızıl bayrak/Toğdi kara torak” oluverir yani, başımız sıkıştıkça.

İtalyanların faşist Mussolini’sine ve onun Karagömlekli katillerine karşı bir de kahraman yurtsever, cumhuriyetçi Garibaldi’leri var.* Bu gözüpek adam yıllarca İtalyan Birliği ülküsü ile kendi kurduğu Kırmızı Gömlekliler adlı milis gücüyle, liberallerin Avusturya’ya teslim ettiği Roma’yı geri almış ve inatla savunmuş.

Dünyanın pek çok yerinde özgürlükçü ihtilalciler alınlarına, kollarına kırmızı bant takmışlar ve Kızıllar diye adlandırılmışlar. Bu tip örgütlenmenin belki de ilk örneği, 18 yılında Çin’de görülüyor. Kırmızı Kaşlılar! Darbeci General Vang-Mang’a karşı ayaklanıp, giderek zenginlere karşı da savaş açan yoksul, kentli, gizli örgüt üyeleri, birbirlerini tanıyabilmek için kaşlarını kızıla boyuyorlarmış.

10. yüzyıldan sonra Şii Emevi kültürü altında yeşeren Faslılar kızıl başlık olarak fes biçimini kullandılar. Barbaros’un Cezayir egemenliği sırasında pek hoşuna giderek gemicilerine giydirmesi ile bu moda böylece İstanbul’a gelip yerleşmiş.

Özgürlük ve kurtuluşun sembolü olan kırmızı giysi yalnız bir yerde istisnai ve zıt bir durum oluşturur: 1775 Amerikan kurtuluş mücadelesinde son derece acımasız olan İngiliz Emperyalist Ordusu askerleri Kırmızı Ceketliler idi.

Ee.. bir de Kızılbaşlar var. Oğuzlar 9. yüzyıldan sonra Ortadoğu’ya egemen olunca peşlerinden, gelenekleri güçlü ama Oğuzlar gibi politik esneklikleri olmayan Türkmenler yığınlar halinde güneye kaydılar. O sırada İslamiyet tıpkı Ortodoks-Katolik yarışması gibi kanlı ve derin yol ayrımını Şiilik-Sünnilik saflaşmasını yaşıyordu. Uyanık ve politik Oğuzlar halifeden kopmamak için Sünni oldular tabii. Ama yoksul öz Türkmen hakları, zaten Arap kibriyle harici sayıldıklarından, haksızlığa uğrayan Şiilerden oldular. Ayrıca İmam Caferi’nin gizlilik felsefesi, kendi Asyalı yarı şaman inançlarına daha uygun düşmekteydi. Böylece bu insanlar arasında haksızlığa uğramışların rengi kızıl külah giyme adeti yayıldı.

Kızıl başlık giyme adeti, İsa’dan iki bin yıl önceden beri güçlü adalet anlayışını temsilen, Zerdüşt’ün Mazdek rahiplerinde bilinmektedir. Bunlar, Ortadoğu’nun en kutsal meyvesi Nar (içinin kızıl, köze benzemesi özelliğiyle) biçimli, kırmızı, çıkıntılı taç başlık takarlardı. Ateş, bu inançta tek Tanrı Ahura Mazda’nın yeryüzündeki simgesidir. Zaten Athar’dan Ater ve Azer (Hazar), Atharbagdan’dan Azerbaycan oluşmuştur: Ateş yeri! Şimdilerde Ermenilerle aramızdaki hassas ve duygusal sorunumuza ateşle müdahale eden ülkeyi de anmış olduk böylece. İşte Şii Safeviler on iki imamı temsilen on iki dilimli kızıl taç giyecekler, giderek Anadolu’ya göçen Türkmenler’e keçe kızıl külahlarından dolayı Kızılbaşlar denilecek. Sünni devlet güçlerince isyancı kabul edilip takibata uğrayacaklar, gizli gece toplantılarında baskına uğrayıp, tanınmadan kaçabilmek amacıyla çabucak ışıklarını söndürdüklerinden de, “mum söndü” ayini şeklinde ahlaksızlık iftirasına uğrayacaklar.


Yeni atanmış Amerikalı Kardinal Edward Egan Roma’daki atanma töreninden eve döndüğü 2001 yılında kırmızı ipekten gösterişli bir başlık taşıyordu ve bu başlık Papa’nın onu kilisenin prensi yaptığını gösteriyordu. “Kırmızı neyi simgeliyor?” diye soran New York muhabirine Kardinal, inancınızı korumak için o kadar arzulusunuz ki ölümü dahi göze alırsınız, diye cevap verdi. Hıristiyan din adamlarının kırmızı düşkünlüğü Ortaçağ’a kadar uzanır. Ama aynı çağda fahişelere, scarlet woman-kızıl kadın denirdi ve gerçekte kırmızı kumaş giyen kadın demekti. Bunda bir tuhaflık hatta komiklik var. Zira kardinallerin giydiği şapkaya da scarlet hat- kırmızı şapka, kardinal şapkası deniyordu aynı zamanda! Kırmızının oyunbazlığı işte.

1587’de kukuletalı celladına doğru yürüyen İskoç Kraliçesi de kırmızı ve siyahlı bir elbise seçmişti. Siyah ölüm içindi, ama kırmızı renk ölümü karşılama cesaretini simgeliyordu.

Dün, Şili’den Peru’ya geçip Lima’daki Peru Ulusal Müzesi’nin etnik bölümünde ilgimi çok çeken ve sizin de eminim ki bayılacağınız bir nesne gördüm. Gerdanlık gibi, çok renkli, toz içinde bir şerit koleksiyonu. Solgun ipler, bir ana ipten sarkıyorlardı ve daha küçük şeritler garip bir düğüm sistemiyle onlara bağlanmıştı. Bazılarında farklı renkte ipler birbirine dolanmıştı. Makrame gibi görünen bu şey, dünyanın bildiği en incelmiş renk kodu parçalarından biriydi. Durun, heyecanlı kısmını şimdi anlatıyorum: Bu nesne İnka İmparatorluğu’na aitti. İnka imparatorluğu gücünün doğrundayken, 10.000 kilometre yolu denetiminde tutuyordu. Telefon ve e-maili bırakın, tekerlek ve at yokluğunda devlet, mesajı ötekine vermeden önce 20 kilometre sürat koşusu yapan kocaman bir koşucular takımı yolu ile yönetiliyordu. Halkın gelişmiş bir yazı sistemi yoktu ve İnka bürokrasisinin mesajı basit bir koşucunun ezberleyemeyeceği kadar karmaşıktı. Bu durumda bilgiyi, haberi aktarmak için işte bu kodlanmış şeritler kullanılıyordu.

Her renk ve düğümün ayrı bir anlamı vardı. Siyah tel zamanı; sarı, altını; mavi, göğü ve anlam genişlemesi ile tanrıları anlatıyordu. Peki ya kırmızı? Kırmızı, İknaların kendilerini anlatıyordu. Evet! Ordularını ve her şeye gücü yeten imparatorlarını ifade etmek için koyu morumsu kırmızı rengi tercih etmişlerdi. Mesela size İnka İmparatorundan tepesinde düğümler bağlanmış olan kırmızı bir şerit geldiyse, vay halinize. Bu, büyük savaş anlamına gelirdi. Savaştan sonra atılan kan renkli düğümler ise, savaşta kaç kişinin öldüğünü gösterirdi. Ben size Şili ve Peru’da topladığım kırmızı bilgileri sonra, daha ayrıntılı anlatacağım.


Şimdi sorumuz geliyor. Peki, dünyada adı doğrudan kızıl olan bir halk var mı? İpucu: Aklınıza gelen ilk ülke ismi doğru, ama büyük olasılıkla nedenini ya bilmiyor ya da yanlış biliyorsunuz. Onu ben açıklayacağım. Google’a sorabilirsiniz, ama yanıtı orada bulabilir misiniz, emin değilim. Bir tişörtün üstünde gördüğüm gibi ve affınıza sığınarak, “f*ck google, ask me!” diyorum.


Kaynak:
Burçay Anger, en çekici, en kahraman, cafe pazar, 14 ocak 1996, sayı:57, s:12-13)
Victoria Finlay, renkler- boya kutusunda yolculuk, s:139)


not: 
bayanlusin ile zamanlamamız tutmadı. biz şu an kışa hazırlanırken, o bahar sevinci içinde yazmış bu yazıyı.

* conrad'ın nostromo'sunu okursanız garibaldi ile çok hoş bir kahramanın eşliğinde yine buluşacaksınız.