Pazar, Temmuz 3

memleket nere?

yaz günleri bana hep taşra hayatını çağrıştırıyor. belki çocukluğum bir taşrada geçtiği ve o zamanlardan en çok yaz günlerini anımsadığım için.  yaz akşamüstlerinde açan akşamsefaları ve her evde sonuna kadar açılmış tv ya da radyodan duyulan aynı haber programı... demirelci komşu ile ecevitçi babamın o haberleri başka başka dinlemeleri, aynı habere, aynı gerçeğe başka başka tepkileri... uzun zamandan beri büyük şehirlerde yaşamama rağmen bu taşralılık, bu çocukluk hep içimde kaldı. belki de neresine taşınırsam taşınayım,  şehir, sanki hep aksi yönde büyüyüp genişlediği ve ben hep merkezden dışarıda kaldığım için. her zaman böyle değildi, ne zamandır böyle işte, biliyorsunuz. aslına bakarsanız, taşrada da taşranın kendisinden ayrıydık , o yerellik duygusuna sahip değildik sanki. kitap okunan, bu nedenle yerel ağızdan uzak (annem dışında), merkezin dilinin konuşulduğu, geleneğe şüpheyle yaklaşılan bir evdi. orda da taşralı olmayı beceremiyordum. çocuktum ve kaçıp, ait olduğumu sandığım doğru yere, merkeze gidecektim. heyhat, hiçbir şehre ait hissedemedim kendimi. içinde yatmaktan huzur duyacağım bir toprağın adresini hiç veremem. hayatımın uğradığım coğrafyalarını değil de oradaki evlerimi anımsamam bu yüzden. ben sadece yaşadığım evlere ait oldum sanırım.  bu nedenle, hiçbir ev benim yaptığım gibi ısrarla beklenmemiştir; içinde böylesi bir tutkuyla nöbet tutulmamıştır.  

bir çocuğu büyütürken insan onun yaşlarına denk düşen kendi hayatını anımsıyor ister istemez.  onu anlamak için kendinden yola çıkıyor ilk önce de bundan herhalde. gerçi arçil'in çocukluğu ile benim çocukluğum ne farklı: ben cin, peri masalları dinledim; o annesinin sesinden şirinleri, edi ile büdü'yü. ben karacaoğlan'dan hisse çıkardım, o andersen masallarından. benim oyuncağım, taş, toprak, su, bilemedin ağaç kabuğuydu; o, lego, action man, pokemon'larla büyüdü. ben dostoyevski ile sersemledim; o, cod 4 adında bilgisayar oyunuyla. apayrı dünyaların insanıyız nerden baksanız; ben,  taşrayı, fırlatıp atamadığım ya da içine girip yerleşemediğim bir taş gibi tutuyorum içimde; o, hep şehirli, hep akışkan. 

 
onun bilgisayarı bozuldu da daha çok konuşur olduk bu aralar ve anılarımızdan bahsederken ilgiyle dinliyoruz birbirimizi; anlamaya, tanımaya çalışıyoruz. çünkü aynı evde yaşayan insanlar o ezberlenmiş hareketler içinde pek de tanışmayabilirler. dinlerken,  gözlerimiz dalıp, diğerimizi düşünüyoruz; "demek bu olayı böyle yaşadın, onu böyle anladın, ha?... vay be!" diyoruz. çünkü insan ruhu, sinirleri, ne bileyim, çok garip mekanizmalar. her mekanizma aynı olayı farklı değerlendirebiliyor. aynı nesneye bambaşka anlamlar filan yükleyebiliyor.  bildiğinizi tekrar diyeceğim ama, konuşmak gerçekten iyi bir şey. birbirimizi anlamanın tek yolu.  gerçi konuşmanın da bazı sakıncaları var. arçil'e geçmiş zamanlardan bir olayı anlatıyorum mesela, ama anlatının bir yerinde durup, onu ikaz etme gereği duyuyorum; "ben hikaye anlatmayı sevdiğimden, olayı haddinden fazla dramatize ediyor ya da  bildiğin edebiyat yapıyor olabilirim, arçil'ciğim," diyorum. "bu tehlikeli. edebiyat yaparken göz çıkartıyor, sana fazladan bir üzüntü veriyor olabilirim. insan geçmişi anlatırken, rüyasını anlatır gibi boşlukları keyfi şekilde doldurma eğilimindedir çünkü."

işte, bana göre taşralı mevsimde, arçil'e göre şehrin hareketine mola verme mevsiminde akşamlarımız film izleyerek geçiyor çoğu kez evde. ikimizin de seveceği bir ortalamayı tutturmamız gerekiyor film seçiminde ancak. ve böylece hakikaten sıradan, ortalama bir filmde karar kılabiliyoruz. fazla entelektüel sohbet olmayacak (arçil),  kan revan olmayacak (ben);  cinsellik ise eser miktarda olacak (ikimiz). taşradaki çocukluğumun evinde de televizyonun ilk yıllarında tüm aile ve komşular tv izlerken öpüşme sahnelerinde ne yapacağımızı bilemez, utanırdık. arçil'le ikimiz de açık fikirli, birbiriyle her konuda konuşan insanlar olmamıza rağmen cinsellik konusunda ketum davranıyoruz. sanat aşkına soyunan  holüvut artistlerini yalnızken zevkle izliyoruz da birlikteyken sessizce, tuhaf bir şekilde geçiştiriyoruz o sahneleri. dün akşam arçil'in yaptığı gibi birkaç dakika ileri sarıyoruz ya da. aşamadık bu konuyu. bazı filmlerde de gerçekten lüzumsuz bir eklenti gibi görünüyor, yahu o sahneler. hani belden aşağı espri yapanlar, allahın her fiili ile seks eylemini ima edenler vardır ya, bazı ortalama filmlerde de bazı ortalama seyirciyi etkilemek için ne yapıldığından, duhulu idrak ettiğimizden emin oluncaya kadar filmi yavaş çekim ilerletiyorlar. yahu hani arabalar hızla çarpışıyor, insanlar hızla konuşuyorlardı... şimdi n'oluyor ki yavaşladık!? cık cık cık... olmuyor! çoluk var çocuk var:p 


 city island

geçen gün tam da bize uygun böyle bir film bulduk. komik, eğlenceliydi. oyuncular da çok hoştu.  andy garcia ile ikimiz de gençken pek beğenmezdim onu. ikimiz de büyüdük ve onun hoş bir şekilde yaşlandığını düşünüyorum şimdi. keskin, abartılı oyunculuktan rahat, esnek bir oyunculuğa evrildi sanki. beğenerek izliyorum artık onu. bu filmi ailecek izleyebilir:p, sizin ailenizden daha beter üyeleri olmasına rağmen o  kutsal olduğuna inandırıldığımız aile kabuğunun bir şekilde toparlayıcılığını görüp, kanıp, şükredebilir, başınıza gelen berbat şeyleri kolayından alma alt önerisine  kapılıp;  sinir kızkardeşinize, aptal abinize,  sorumsuz, okulu asan çocuğunuza  daha kolay katlanabilirsiniz. hayat patır kütür, öyle ya da böyle filmdeki gibi de geçebiliyormuş nasılsa. rahat, yani.

new york yakınlarında city island adında  bir taşrada  geçiyor film. başından itibaren de bir yerlilik, yabancılık sohbeti var. şu tepedeki taşralılık sohbeti ordan başladı. taşralılar, doğma büyüme merkezde, yani istanbul'da yaşayanlar tarafından bazen açıkça bazen örtülü bir şekilde hor görülüyor. yalan mı! hayır hayır alınganlık göstermiyorum, doğrusu gururla da taşıdığım bir şey de değil taşralılık, ama taşralı neden merkez-istanbul tarafından dışlanır, aşağılanır, anlamaya çalışıyorum. taşralı modern olmadığı için mi? peki, bir insanın modern olup olmadığı nasıl anlaşılır? konuştuğu dilden mi mesela? şiveli bir konuşma taşralılığınızın, dolayısıyla modern olmadığınızın,  uzakta, dışarda olduğunuz için merkezde başlamış gelişmeye geç kaldığınızın, bu nedenle hep  yetersiz oluşunuzun bir işareti midir? insanın varoluşu diliyle biçimleniyorsa, dil insanın evreni ise yani dedikleri gibi, bu az kelimeli, merkeze göre eksik, merkezden farklı bir dille oluşan taşra evreni kısır, yetersiz, bozuk mudur? yavaş yavaş, uzata uzata, esneye esneye konuşan taşralının anlattığında bir meymenet yok mudur? taşralı edebiyat yapamaz mı bu nedenle? kendi içine kapalı, geleneğe bağlı taşraya ait olarak sadece ezilen, yoksul köylünün  hayatı mı malzeme yapılabilir edebiyatta? insan taşrada merkezin sahip olduğu yabancılaşma, yalnızlık, kimlik bunalımı vs gibi temalara vakıf olamaz mı? belki de olamaz, bilmiyorum. sadece istanbullu'nun taşralıya karşı kibrinde, onu horlamasında hoşuma gitmeyen bir şey var. mazlumun yanında olmak gibi içgüdüsel bir yönelimim oluyor ve ares gibi haklıyı haksızı karıştırabiliyorum çoğu kez bu nedenle. bunu da bilerek konuşuyorum şimdi. kendime karşı ikircikliyim, anlayacağınız.  taşralılığımdan  bir medet de ummuyorum. matematikçi olan ve bu nedenle her savını kanıtlamaya çalışan ablam gibi adana'yı, taşrayı  övmek için ordan çıkan yazarları, entelektüelleri sayma derdinde değilim. ya da annem gibi,"havası güzeeeel, toprağı güzeeeel, suyu güzeeel, dünyanın en güzel memleketi," diyerek de taraf olmuyorum.  ama bir yanlışlık yok mu bu işte? 

 
aynı huzursuzluğu batı'nın doğu karşısında tavrında da hissediyorum, elimde değil. hani işine geldiği, çıkarına uyduğu şekilde davranması mide bulandırıcı.  hem berbat gelişmelerin nedeni ol hem de  gözboyamacı şekilde, pir ü pakmışsın gibi davran.  iktidarını ya hoşgörü ya da aslında iğrenç bir kibir olan tevazu ile maskele. o düzgün, şıkır şıkır dilinle konuşarak, televizyonda görsen dayanamayıp başını çevirdiğin vahşetin bizzat kaynağını oluşturan anlaşmalar yap, sonra özgürlük, demokrasi, cart curt... işte böyle, devletin bol sıfatlı, işlevsel yüklemli , zarfı, edatı yerinde, düzgün türkçesiyle konuşan istanbullu memuru, zamanında ağa ile birlikte ordaki zavallı, tembel, saf köylüyü; evet, kaba saba yemek yiyen,  anlaşılmaz konuşan, her şeyi devletten ve allah'tan bekleyen -ve çoğu kez ikisinin de ortalıkta görünmediği-köylüyü ezsin, sonra da aşağılasın. yok ya! (korkunç yıkıcı ensest ilişkilerin yaşandığı; kadınların baskıdan, dayaktan yılıp intihar ettiği; onca aşk türküsünün yalan olduğu, sevdiği erkeğe kaçan kadının ailesi tarafından hunharca öldürüldüğü durumlar başka bir konu.) hmm... niyeyse yazdıkça sinirleniyorum burda kendi kendime:) niyetim gerçekten tatlı tatlı konuşmak, şu tatlı filmi izleyin, diye önermekti, hay allah.

neyse, belki şurdan tatlıya bağlarız meseleyi de öyle vedalaşırız; bir şekilde ev arkadaşım olmuş, nasıl denir, sosyeteye mensup bir kız vardı.  yedi-sekiz dil bilirdi. süzme salaktı. dil bilmek, öğrenmek en nihayetinde entelektüel bir girişimdir aslında, saygı filan duyarsın. ama bu kızın türkçe'de kullandığı sözcüklere bakarak, öğrendiği diğer dillerde de aynı sözcükleri kullanacağını hesap edersek, çok sayıda ve hemen hepsi batılı olan dillerin onun evreninde bir derinliğe neden olamadığı da ortaya çıkar. insan hangi kavramlarla kendini açıklamak isterse, hangi kavramlara ihtiyaç duyarsa evrenini de onlar oluşturur nitekim.

dil denilen hadise önemli değil vs, hiç demiyorum, yanlış anlaşılmasın. renkli, düzgün, çok kelimeli konuşalım mümkün olduğunca. eğitildikçe, okudukça merkezin diline, yani kitap diline yaklaşırız ve bu iyidir.  ama "hemşerim memleket nere?" diye sorulduğunda,  istanbul dışından bir yer duyunca, doğma büyüme bir kibri, aşağılamayı küstahça yüzünde dolaştırırsan bunun her şivede küfürlü bir karşılığı vardır.


neyse ya arkadaşlar, tatlıya bağlayamadığım gibi bir de küfürle bitirdim, iyi mi.

. dün tchibo'da arçil'le kırmızı ekose bir erkek şortunu inceleyip, alsak mı bu tuhaf şortu, diye konuşurken, neşeli, heyecanlı bir "siz, endişeliperi'siniz, di mi?" çığlığını duyup, arkamıza döndük. sevgili, tatlı özge ile böyle tanıştık. 

sevgili özge'ciğim, ben aslında biraz utangacım. sözlerine nasıl ama nasıl sevindim aslında. ama bu utangaçlık yüzünden gösterememiş olabilirim sevincimi. beni bağışla öyleyse, olur mu? hem bu yazıyı aslında daha sık yazmamı istedin, diye yazdım çokça. senin eserin yani;) umarım okurken zevk alırsın. kardeşine de sevgilerimi, selamlarımı ilet, lütfen.  sarılıp öpüyorum seni.

. yky'nın çıkardığı kitaplık dergisinin, taşra-merkez çatışmasını, taşrada çıkan ve türk entelijansiyasında o dönemde yoğun tartışmalara neden olan, le poéte travaille (şair çalışıyor) dergisi için hazırlanmış 73. sayısı elinizde varsa benim gibi göz atabilirsiniz yeniden.


26 yorum:

justine dedi ki...

Hah, yoruma açmışsın. Tamam. Buradaki hah bile bir "ağız" aslında, biliyorsun;)
Çok çok şey var söylenecek, yazın sonsuz bir muhabbet imkânını ve yolunu açtı, ama konuştuk biraz önce, şimdi benim çalışma saatim, her an bir hasta bu güzel sohbeti kesebilir. Evet, taşralı, kente göç etmiş ve tahammülü zor insanlar onlar da, hastalardan bahsediyorum.

Şakaydı;p

İlk önce, filmlerdeki cinsellik konusuna geleyim; canım, sen kurban ol Hollywood filmlerine, Amerika nereden baksan muhafazakar millet, artı on sekizi var, yaş sınırı var, şiddet kategorisi var, var allah var. Ama Avrupa öyle mi ya! Sen sen ol Arçil'le bilmediğin bir Avrupa filmini izleme. Tamam, cinsellik konusunda çok tutucu, şu bu değilsinizdir, Arçil de büyüdü, kocaman adam zaten, ama olsun ben anlarım o durumu, izlenmiyor öyle medeni medeni;) Annemle film izlerken, bazı sağlam, bildiğim Avrupa filmleri dışında genellikle Hollywood filmleri seçmeye çalışıyorum (işin tuhafı o da hep Avrupa filmlerini beğeniyor;p), işimi sağlama alıyorum yani. Şimdi koyacağım bir Avrupa filmi, kadın filmin ortasında bir yerinde başlayacak soyunmaya (bu Avrupalı kadınlar hep bunalımdalar, ortasına kalmadan da olaya girebiliyorlar) ya da tanımadığı bir adamla yavaaaş yavaaaş sevişecek. Olmaz o iş. Bir zaman, biz kızlar ve annem oturduk film izliyoruz. Komedi filmi, Fransız(!) (bizim Charlotte ve kocası oynuyor), zararsız bir film işte. Hah ha, Fransız ve zararsız, yok daha neler?;p Neyse, filmin alakasız bir yerinde soyunmaya başladı millet. Hayır kadınla erkek değil, sevişme filan da yok üstelik. Bir set, film çekimi var, bunlar kadın erkek, hepsi soyundular, çırılçıplak. Bir de kötü bir manzara, estetik filan hak getire yani!;p Hah ha, annem ne bu şimdi dedi, hem gülüp hem de başını çevirerek. Biz de kaldık öyle, bu millet böyle anne diyerek;)

Hasta geldi!!!

Beş, on dakika ara.

justine dedi ki...

Evet, ne diyordum? Böyle ara verince de olmuyor ki, ne saçmalık. Neyse, şimdi keyfim yerinde hiçbir şey sıkamaz canımı, ağrım da azaldı.

Konuyu dağıttım iyice!;)

Fimlere gereksiz yere koyulan cinsellik sahnelerini sevmiyorum ben de. Ve allaha şükür salak değilim, anlıyorum, yönetmenin cinliğini. Ama ne bileyim bir film olur, cinsellik ciddi gösterilir ama anlamlıdır, öyle akar gider, seyredersin. Rahatsız etmez, onu seviyorum. Ekleme durmayacak bir sahne, Fransız oyuncuların durduk yerde soyunmalarına da gıcık oluyorum, artı parantez;p (bu artı parantez lafı nereden geldi acaba aklıma, ilk defa kullanıyorum, siyaset meydanının tartışmacıları gibi;p)

Of, hasta geliyor hep. Yine ara vereceğim, kusura bakma Peri.

justine dedi ki...

Andy Garcia'yı sevmem ben, eğreti bulurum, taklit, toy filan. (yekten girdim ve abarttım, tamam toparlayacağım, kimsenin kalbini kırmaya değmez şu üç günlük dünyada, Andy'nin bile;p) Fakat haklı olabilirsin, olgunlaşmış daha bir hoş olmuştur belki. Zaten ben bu aktörlerin gençlik hâllerini sevmem (genç sevmem demedim;p) yaşlanınca daha hoş oluyorlar sanki. Film güzel demek, annemle seyredeyim öyleyse. Sen cinsellik sınıflamasını da yaptın, oh içim rahat;)

Taşra ve dil konusu kafa karıştırıcı. Dediğin çoğu şeye katılıyorum. Ben ayrıca, dilin düzgün kullanımından çok belki edebiyat yapmanın bu ayrımı yarattığını düşünüyorum. Söylediğin ağız çok önemli elbette, fakat bir de dili evriltmek, dille oynamak, dile kurguyu dahil etmek var işin içinde. Kentli, akılla konuşur daha çok, mantık ve dilde ağda önemlidir onun için.

ara....

endiseliperi dedi ki...

ne güzel konuşuyorsun, justine. sen konuş ben dinleyeyim. yorgunum çok. gerçi aramızda çalışan sensin, yorgunum denmez sana:) uzansam mı, ütü gibi çılgın bir projeye mi başlasam, yoksa akşama yapacağım menemen için şimdi aldığım mis kokulu tarla domatesini mi soysam, karar veremiyorum:p komşunun tabağı da öyle boş boş duruyor, onu geri vermek için içine konacak bir şey yapmalıyım da halim yok hiç.

neyse. tatlım ya, elbette film bizzat cinsellik üzerine de olur, çok da hoş olur. cinsellik bir sürü davranışın da nedeni netice de. arçil küçükken bana nasıl oldum filan, diye mi sordu yoksa ben işgüzarlık mı yaptım hatırlamıyorum; tübitak yayınlarından çıkan "bize dna derler," adında bir kitap vardı. çocuğa ordan yardım alarak, sperm, yumurta, genetik, dna sarmalı resimlerini göstererek, oluşumunu anlattım güya. içinde sıfır seks vardı sohbetin. galiba, iki insan birbirini severse birlikte olmak, aynı yatakta uyumak ister, gibi bir şey ekledim. 4 yaşında bir çocukla konuşurken tabii neyi anlatmak sakıncalı, ne doğru pek bilemiyorsun. şimdi bize uzun zaman türk filmlerinde sanki dört yaşındaymışız gibi seksi ima eden ama haşa göstermeyen şeyler izletildi. şimdi ekranlarda yerli dizilerde bu konuda açılımlar oluyormuş, gazeteden öğrendiğim kadarıyla. elbette olmalı, iyi bir şey. ama rica ederim tüccar gibi düşünmeden yapılsın o da, dediğin gibi.

n.b. ceylan'ın iklimler filminde, adam ara sıra, sadece cinsellik üstüne kurulu bir ilişkisi olduğu kadınla birlikte olurken, kamera uygun bir mesafede, o ilişkinin doğasını anlayacağımız şekilde duruyordu. aşık olduğu kadınla birlikte olurken çok, ama çok yaklaşmıştı, hemen hiç bir şey görünmüyordu nerdeyse bulanık bir ten ve ne olduğu anlaşılmaz kıpırtılar dışında. öyle mahremdi ki bir şey görmememize rağmen.

ya da üç maymun filminde, kapalı kapının ardından, öksürük, sigara yakma sesi, mırıltılı konuşmadan biz o kapının arkasında sevişme sonrası bir hal olduğunu tahmin ediyorduk.

düzgün, yerinde yaparsan iyi olur bu sahneler de.

lafı uzattım ve saçmaladım da galiba ama filmine güvenmeyip cinsellikle pazarlamaya kalkarsan olmaz bu işler.

ben fransız filmlerindeki cinselliğe karşı değilim; onların komedi ya da aksiyon filmi çekmesine karşıyım:p

annenle ilgili o konuşmayı hatırlıyorum, senin yorumlarında geçiyordu galiba:)tatlı kadın annen.

şu ağrın için ilaç al, lütfen. hastanedesin, istemediğin kadar ilaç vardır.

sarılıyorum çok.

justine dedi ki...

A, hastanede ilaç yok ki!;)
Valla herkes öyle (tersini) sanır ama hastanede ilaç yoktur. Hastaların ilaçları ve hastalar için kullanılacak ilaçların satıldığı, mesai saatlerinde açık olan eczane vardır sadece. Biz çok acil bir durum olduğunda, yanımızda ilaç olmadığında (bende hep ama hep majezik vardır, hastasıyım;p) acil servise filan gider, bir tane novalgine ampul alır, kırar ve suyla karıştırıp içeriz. Ben öyle yaparım en azından.
Neyse, şimdi daha iyiyim canım, ağrım azaldı, neredeyse geçti gibi. Yaşasın, ilaçları -özellikle Majezik'i- bulan bilim insanları. Bir tek o mesleğe saygı duyuyorum zaten, gerisi hava civa, tıpmış, doktormuş, siyasetmiş, mühendismiş(!) boş iş bunlar;p

Nuri Bilge dedin madem, aklıma geldi, hatırlıyor musun Uzak filminde kahramanımız porno izlerken yeğeni odaya girdiğinde araya Tarkovski filmi atar. Hani araya parça girmek deyiminin orada tam tersini görürüz;) Komiktir o sahne ve acıklı ve hatta tam da bizim dediğimiz durumdur belki. Biraz farklı sadece.

Dil durumunu konuşacağım ama sonraya mı bıraksam acaba? Kesiliyor yazım, hoş olmuyor böyle. Dur, yazını bir kere daha okuyayım, unuttum gitti!

Ütü yapma sakın, bırak ya, ütüsüz giyilmeli bence kıyafetler. Ben hiç ütü yapmam, çok zorda kalırsam -forma, beyaz önlük ütülemek gibi-, ancak o zaman ütü yaparım. Arçil'in kıyafetleri var değil mi senin cephede de. Yap o zaman, ne diyeyim?;)

Of, canım menemen istedi. Hatta, büyük bir öz güven ve marifetle yapılan "melemen" yemek istedim şimdi, çok;p Öğlen yemeğinde nohut, bulgur ve yoğurt (naneli filan, sanki cacık yapmaya üşenmiş, koyverip gitmişler bir yerden sonra) vardı. Nohut, yumuşak ve lezzetli değildi, bulguru zaten kuru ve anlamsız yapıyorlar burada. Aç kaldım işte. Dışarıdan yemek istemiyorum hiç. Zaten çıkacak ya da sipariş verecek halim yok bugün. Akşam yemeğinde ne var ona bakayım ben şimdi.
Çok öptüm, sarıldım, canım.

endiseliperi dedi ki...

hmmm! çok net hatırladım o sahneye. sağol, hatırlattığın için. çok, çok hüzünlü bir filmdi o. sancılı. istanbul a gelmiş bir sürü taşralı aydının hali.

hastanede ilaç olmaması çok ilginç, bilmiyordum. ben bilgisayar tamircilerine de saygı duyuyorum ve hala öğretmenlik mesleğine çok, çok saygı duyuyorum. birine bir şey öğretmek, öğrendi mi diye dertlenmek, sınavla test etmek, başarılı olanı gönülden sevmek, yaptığının işe yaraması... keşke öğretmen olsaymışım. hem tayinim çıkar dururdu ne güzel. bir sürü yeni ev, yeni manzara demek o da. gençken ama insan düşünemiyor. hakim olabilirdim, onda da tayinim çıkardı, hoş olurdu. öğrenmek istediğin hayat şehirde, batıda sanıyorsun işte. neyse.

ütü yapacak halim yokmuş ki, ayağa kalkınca anladım. uzandım şimdi. ben 3 saat uykuyla duruyorum bugün. bu akşam erken yatıp, eğer yarın 6 gibi uyanırsam çok şahane olur o düzen, bakalım. arçil de evden çıkmıyor,illa ütülü giysiye ihtiyacımız yok. bir sürü nevresim, tişörtler, iççamaşırları var. ütülemesem mi acaba nevresimleri... bilemedim şimdi. bakarım kırışıklıklarına. tişörtleri ütülerim bir, bir de çamaşırları.

aslında pilav ve dünden kalan biftek var biraz, salata yapacak halim yok, yoğurtla servis edeceğim arçil'e onu. kendim de :):)inatçısın, tamam, büyük bir özveri ve maharetle yapılmış melemen yiyeceğim:)

öpüyorum çok ben de.

redrabbit dedi ki...

Ben de taşrada ilkgençliğini geçirmiş biri olarak,oranın gerçekten idrakına büyük şehir İstanbul'a gelince vardım.Önce utandım,iteledim,savaştım ama sonra arar,özler,cümlelerim ve düşüncelerim de daha çok kullanır oldum.Şu an seviyeli bir ilişkimiz var.Ne orayla ne orasız.Ama "ora" sı olması bile insana iyi geliyor bazen.Evet peri,dediğin gibi insan anılarında bazı boşlukları tam da olduğu gibi değil de olmasını arzuladığı şekilde dolduruyor bazen.Galiba içten içe,biryere,birine,birşeye ait olma,onun parçası olma güdüsünden geliyor bu.O yüzden dallayıp budaklayıp,süslüyoruz ki bu güdümüzden utanmayalım .Kendini kandırma,araklama işte birşekilde.Çok insani.Taşra iyidir,yazdır,sokaktır,ötekidir,berikidir,neşelidir,arabesktir bazen,zamanı an be an hissedebilme imkanı sunar.Daha ne olsun.Varsın uzakta olsun ama olsun.Bu arada akşam yemeklerinde üzüm,kiraz,karpuz,peynirden oluşan bir yemek yemenizi öneririm bir gün.Arkasından da sütlü çay.Pişman olmayacaksınız.

justine dedi ki...

Ama ben dille ilgili kısacık bir şeyler yazmıştım... Hani şu ilaç ve menemenle ilgili yorumumdan önce, nereye gitti ki? Hay allah, neyse... Acaba bunadım mı ben? Daha gencim ama... Neyse, neyse... Yorgunum ya, ya da yaşlanıyorum işte, ne var kabullenmeyecek yahu?;)

Uyu sen hadi, uyumuşsundur belki de. Ben de uzansam evime gidip koltuğa (bu kelimeyi -koltupa, koltuua- üç kerede ancak yazabildim!), ne güzel olur.

endiseliperi dedi ki...

redrabbit'ciğim,
siten olmuş! az önce farkettim. şöyle bir baktım, hoş olmuş çok. uğrarım.

çok, çok, çok istiyorum bir yere, bir şehre ait olmayı, ama sevgili redrabbit öyle solgun, öyle küskün, öyle sancılı ki o tarih bir şekilde... olamıyorum. yoksa, şehrime, kasabamı, hatta köyüme yani her şeyin ilk başladığı yere gideyim ve orda huzurlu olayım... yok. yok öyle bir şey. ama dediğin gibi kesinlikle olsun, uzakta da olsa, olsun ve birgün oraya dönebileyim ve orayla hesaplaşabileyim. acı çekerek, acıtarak sevdiğim yerlerden oralar.

bizim marketin karpuzunu sevmiyorum. uzaktan getirmek için de ağır bir meyve. carrefour dan çekirdeksiz karpuz almalıyım 3-4 tane, bir ara gidip. ben yerim zevkle böyle bir yemeği, ama arçil ciddi yemek sever. dediğin şeyler sadece tatlı statüsünde arçil için:) arçil sütlü çay içiyor, ama ben içmiyorum. içeyim ondan da o halde.

öpüyorum çok. sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

aa justine'ciğim, bilmem ki. ben doğrudan mail adresindne yayınlıyorum, belki bir karışıklık olmuştur, dur hemen bakayım blogspot'a.

yok yok, uyumadım. ay, diyeceğim canın isteyecek şimdi ama, menemen yiyorum. yarın sen de yaparsın artık.

öpüyorum. bakayım ben.

endiseliperi dedi ki...

:) taa yukarı gittim okumak için, çook önceden göndermişsin:) justine'ciğim, çok komiksin, C çok gülmüyor mu sana? yani sen konuşuyorsun o gülüyor sanki. şahane.

evet ve aklın karıştığı her yere biraz pislik de bulaşır. aklını kullanıyorsan o pisliğe karşı bir temkin de geliştirmelisin. antibiyotik alırken vitamin alman gibi. hayır, başlangıca, ilaçlara bağlayayım, çemberi tanımlayayım, dedim ama, sen nöbetçisin, konuşuruz uyuklayıncaya kadar.

öpüyorum çok. ağrı filan da kalmadıysa iyi bu. akşam yemeğinde ne varmış acaba? iyi bir şey yoksa, dışardan hafif bir şeyler söyle, justine.

Adsız dedi ki...

Sevgili Endişeli Peri,
Yazınızda bana yer verdiğiniz için çok teşekkür ederim!!Eve geldiğimde heyecanla anneme sizi anlattım,o da çok sevindi:)Sizi çok seviyorum(insan tanımadığını sever mi?? Ama ben sizi tanıyorum :)Kardeşim de inanamadı,çok sevindi.Selamlarını iletiyor.

Tekrar sevgiler..

justine dedi ki...

Hah ha, şeye güldüm, hani çemberi tamamlamışsın ya, çok komikti o, ama dışarıda kalacak şimdi benim akşam yemeği menüm;p
Yemekte, kuru köfte, sebzeli makarna (bezelye vardı içinde iki tane, rakamla 2) ve yoğurt (aşçı, beni uğraştırmayın öyle zamazingo işlerle, nane filan demiş bence, hazır yoğurt vardı, kutuda. sakıpağa) çıktı. Yedim valla, şükür doydum. Ya, böyle de çok dindar biri gibi oldum, Vuslat'ın inadına yaparmış gibi;p Değilim aslında, asıl dindar olan C. Ho ho, aman okumasın burayı, en sonunda öldürecek beni!

Tabii tabii, sen öyle san. Ben konuşuyorum o gülüyor kısmı doğru, hatta ben konuşuyorum, o dinliyor kısmı daha da doğru. Bazen, bu espri çok komikti kabul et diyorum, uyarıyorum da öyle gülüyor beyefendi. En son ne oldu bak; adada tavla oynuyoruz. Ben buna öğrettim tavlayı zaten, amacım daha iyi bir oyuncu olması(;p), hah ha, yoksa dalga geçmek gibi bir derdim yok. C.'de bir haller, bir tavır, bir surat. A, ne oluyor ya dedim, hadi oynayalım bitsin diyor. Hah ha, sanırsın hayat memat meselesi o tavla, adanın kurtuluşu bizim tavla oyunumuzun sonucuna bağlı!;p
Barıştık, barıştık sonra ama sanırım, oyun sırasında yapılan espriler bazılarını fena bozuyor:)

Öpüldün, çok.

endiseliperi dedi ki...

tabii ki özge!
yazıyı sadece sana da ayırabilirdim:) ama öyle güzel sözler söyledin ki benim için, onları burda yazmak biraz kendini beğenmişlik gibi olur, diye güçlükle durdurdum kendimi;)

herkese çok selamlar, sevgiler benden. öpüyorum seni sevgili özge'ciğim.

endiseliperi dedi ki...

ooo mis! afiyet olsun. arçil efendi bezelye yemeğini de bıraktı, artık yapacak sebze yemeği kalmayacak nerdeyse. ama sizin aşçı usulünde sebzeli makarna yaparsam, afiyetle yer.

şimdi ben ne yapacağım diye düşünmekten yılıp domatesli makarna yapıyorum ya, -aslınd aikimizin de en çok sevdiği yemek- arçil, yuppi, şölen var diyor.

ay geç. çok güldüm sana. gülüp gülüp durdum. bu dindarlık şeysi komik aranızda. kabullenmiyor mu dindar olduğunu? belki gerçekten değildir. niçin kızdırıyorsun bakiim, justine? hem C dindarsa bile öyle dindarları çok severim ben. valla severim.

:)çok güldüm tavla sahnesine. çok haylazsın sen, justine, çook:) neyse ki komiksin. sana kızılmaz ama işte sevgili olunca insan türlü türlü alınganlık gösterebilir.

bahçede çay da iç şimdi yemeğin üstüne, oh, nefis. ben uzandım, markette sabah varmış, aldım, öyle bakınacağım şimdi aptal modda.

sarılıyorum canım.

justine dedi ki...

Ve konu aniden değişir...
Baksana şekerim, sen bana zenginsiniz her yerde eviniz var, şu bu dedin ama asıl sen kendinden haber ver; ne güzel çalışmıyor, Arçil'le her gün evde oturuyorsunuz;p Çalışan ben, ee zavallı fakir olan da ben haliyle;) Hatırlıyor musun ilk yazışmalarımızda senin çalışmamana özeniyordum ve sen çalışmaya başlayınca fena bozulmuştum. Hatırladın mı? Hah işte, aklıma geldi sen akşam yemeği menüsü filan deyince. Evde oturmak ve günün menüsünü düşünmek gibi var mı yahu? Şaka bir yana şimdi gayet iyisin böyle, devam;)

Bahçeye çıktım ben, dediğini yapıp hava alayım biraz. Vedalaşmıyorum, çünkü ne zaman geleceğim belli olmaz benim.

endiseliperi dedi ki...

:)
aslında öyle. bir süre, bir yıl kadar çalışmadan daha idare edebilirsem şahane olacak. sonra çalışmam gerekebilir. ne yapmam gerektiğine de o zaman karar verceğim. düşüne düşüne çok canımı sıktım bu meseleyle, düşünmeyeceğim bir süre. iyiyim, evet.

görüşürüz, justine'ciğim.

rhea dedi ki...

:)
Şu an Can uyuyor, Mehmet karşımda pazar birasını yudumluyor. Bilgisayara bakarken neden gülümsedin diye sorunca yüksek sesle okudum yazdıklarını.Ne
güzel yazmışsın.Bunu 15 yıldır istanbulda yaşayan iki taşralı olarak söylüyoruz.istanbul'a geldiğimde deprem ile yıkılan memleketimde sinema olmadığı için hiç sinemaya gidememiştim ama gidemediğim sinema hakkında ne çok şey biliyordum, ne çok
şaşırmıştı İstanbullu arkadaşlarım.O geldi aklıma. öpüyorum Peri, ses vermesekte biz hep buralardayız.
Fatma

endiseliperi dedi ki...

aaa, sierva, mehmet, caaan! nerdesiniz? ne kadar çok oldu görüşmeyeli. can ne kadar büyümüş! çok tatlı, maşallah.

yazıyı beğenmenize çok sevindim. anlaşılıyor olmak nasıl rahatlatıcı:) ben de seni çok, çok iyi anlıyorum.

çok teşekkür ederim, uğradığın için. gerçekten çok sevindim. ismin ne güzel, annemin ismi:)

hepinize kucak dolusu sevgiler.

Adsız dedi ki...

sevgili endişeli peri,
ne güzel yazmışsın. coğrafyalar yerine evleri hatırlamak çok yakından tanıdığm bi duygu hali. bi "yer"li olamamak hiç fena değil aslında.
sevgiler,
toti hanım

endiseliperi dedi ki...

toti hanım hoşgeldiniz,
ilk kez bana mı geliyorsun acaba? ne sevinirim:)

çok teşekkür ederim. bilmem ki, yine de insanın içinde o taşralılık, güven ihtiyacı filan olunca tüm hayata bakış açısıyla ters düşebilecek bir şekilde bi yere ait olmamanın yoksunluğunu hissedip, üzülebiliyor. ama arızi, duygusal tepkiler bunlar. geçiyor.

yarın sizin şu peynirli kişten mi yapsam, diye düşündüm. dün salçalı bifteği yaptım:) teşekkür ederim tarif için. görüyorsun, sitede ne yazacaksın, hangi tarifi vereceksin, diye bekliyorum sabırsızlıkla.

çok teşekkür ederim uğradığın için.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

pardon, toti hanım. "siz"le başlamıştım, ama yorumda "sen"i görünce öyle devam etmişim. karman çorman bir şey olmuş:)

deniz dedi ki...

peri oğuz atay okudun mu ne düşünüyorsun alayım mı?

endiseliperi dedi ki...

deniz, ya:)

okudum oğuz atay. öyle bir alternatifin yok, okusam mı oğuz atay okumasam mı, diye. çok iyidir, çok önemlidir, demeye bile şimdi utanıyorum biraz.

anlatabildim umarım.

sevgiler.

justine dedi ki...

Yukarıda bahsettiğin filmi, dün gece annemle birlikte seyrettik canım. Aslında garipti onu izlemeye karar vermemiz, tesadüf gibi. Zaten geç olmuştu. Annem benim kadar oturamıyor tabii, uykusu geliyor belli bir saatten sonra. Neyse, inen filmlerde klasörlenmemiş yüzlerce film birikmiş. İlk önce "Filmler" klasöründeki düzenlenmiş filmlere baktım, sonra boş verdim (canım çooook sıkkındı biraz da ondan), diğerlerine baktım işte. Orada türk filmleri de vardı. Saat çok geç altyazı okumasın kadın diye düşündüm, Av Mevsimi ve Çoğunluk gözüme çarptı. Çoğunluk'tan biraz seyrettirdim, hadi bunu izleyelim dedi annem. Hatta niye izlemiyoruz ki biz bu filmleri ne güzel filan da dedi:) Ama anne, bunu Peri bugün seyretti daha, dur bir soğusun, iyi mi kötü mü söylesin dedim;p Şaka tabii, türk filmi gece seyredilmiyor sanki, benim saçma takıntım böyle. Çok uzatıyorum yine, neyse sonra, atlaya atlaya filmlere tıklayıp, bakıyoruz görüntülerine. Annem, aç seyredelim birini diyor. Takmıyor hangi film, oysa benim iki saatim gidecek orada, zaten canım sıkılmış, anlamıyor beni;) Bir de kötü film çıkınca ya da o beğenmeyince diyelim, ne kötü film seçmişsin diyor;p İşte, tıkladım birine, baktım Andy Garcia konuşuyor. "A, yoksa?", dedim. Evet oymuş. Güzel oldu ama, annem çok beğendi filmi. Sonlarına doğru iyice kayıyordu, zorla uyumamaya çalıştı, olsun beğendi neticede;) Çok sağol canım, tavsiyen için.

(Benim filmle ilgili eleştirilerim elbette var, ama sonraya kalsın:) Şimdi bir duş alıp hazırlanmalıyım. Nöbete gideceğim.)

endiseliperi dedi ki...

justine'ciğim,
bak, aile için uygun, ortalama bir film dedim ben, demedi mi!:) o anlamda fıstık gibi bir film aile için.

hem annen beğenmiş, sen boşuna konuşuyorsun. dinlemiyorum kiii, dinlemiyorum kiii:P

hem bana bir filmde olsun, kitapta olsun bir şey öneriliyorsa çok ciddiye alıyorum. rahatlıyorum böyle derdi, tasayı biraz da ti'ye alan filmlerde. annem yazar olsaydı, ben şimdi yüksek mevkilerde neler neler olmuştum:)

öpüyorum bitanem seni. kolay gelsin. can sıkıntın da geçmiştir umarım filmden sonra:p