hava öyle sıcak ki! tina'cığım sabah vileda ile toz alırken,
vileda ile kavga etmek yerine, yerden kalkıp çalışma masama geçmekle yetindi sadece.
bugünkü tinalı fotoğraflar arçil'den.
günlerin terden birbirine yapışmış sayfalarını açıp şu sükunete bir son vermek lazım şimdi. üstelik bilgisayarım da gelmişken sessizliği sürdürmek gereksiz şekilde manidar görünüyor. hafif bir konuyu sürükleyecek azıcık bile rüzgar esmezken; sarı solgun bir yaprağın nihayetinde düştüğü ağaca bakması gibi ilgimizi sıradan günlerden yine kendimize çevirmekten başka çare görünmüyor. ama kendim de nasıl suskunum; sanki kendimden haber taşıyan posta arabası yankesiciler tarafından yarı yolda yağmalanmış gibi öylece ve boşuna yolumu gözlüyorum.
yazma heyecanımı kışkırtmak için ettiğim şu yukarıdaki lafların iteklemesiyle ağır aksak başlayalım o halde:
nevresimlerin değiştirilme anı tina'nın en sevdiği oyun.
sonrasında da genellikle yastığımda uyur, çok seviyor deterjan kokusunu.
ama kurnazlık yapıp kendi yastığını koydum yatağa da oraya geçti.
elde var, ne? suskunluk, sükunet. bunu der demez de aklıma saki’nin güzeller güzeli lady anne susuyor, öyküsü geliyor. karı koca öğle yemeğinde bir konuda tartışmışlar. koca, egbert akşamüstü eve gelip karısı lady anne'nin tüm heybetiyle, koltuğunda kaskatı oturduğu salona giriyor. görünen o ki karısının küslüğü devam ediyor. koca, ufak tefek sohbetler açarak bu küslüğü aşmaya, karısının gönlünü almaya çalışıyor. ancak tüm uğraşlarına rağmen karısından çıt çıkmıyor, hep susuyor. kocanın en sonunda tepesi atıp kapıyı çekip çıkıyor. öykünün sonunda anlaşılıyor ki, lady anne meğerse iki saat önce ölmüş.
tarandıktan sonra.
evlilik denilen saçmalığın hepimizin yaşadığı komedisi şeklinde düşünüp güleriz bu öyküye. lady anne’nin sürdürdüğü suskunluğun bu çeşidinde insan sanki bir kozaya gömülür ve orada bir garezi, kini büyütür. düşünürüz ki lady anne bir misilleme peşinde.
ölmüş olmasaydı onunla konuşur, suskunluğu ile neyi tasarladığını ya da neye meydan okuduğunu ya da neyi tanımlamak istediğini öğrenebilirdik. belki lady anne, kadın kadına yaptığımız bir sohbette, yüzüklü, kuş pençesine benzeyen elini göğsüne bastırıp şöyle derdi; “egbert’e öyle kızmıştım ki, şekerim! yoksa evliliğimizde geliştirdiğimiz ortak alışkanlıklarımızdan biri de…" burada lady anne kendi sözünü kesip, başını size doğru eğerek, "söyler misin bana, evlilik dediğimiz şey, ortak alışkanlıkların konforundan başka nedir ki? sevgi denilen o süslü icat, evlilik kurumunun üstüne kurumla oturtulur. gülünç! kutsal sadakat sözü de çiğnenmekten bıkkınlık vermiş bir sakız gibidir. bir tek mezar taşının üstünde hoş durur, bana kalırsa.” lady anne kıkırdayarak, çayından bir yudum alır. başını sağa sola sallayıp, taşkın bir sesle, “burada egbert’in sadık karısı yatmaktadır. pöh! o sadakat sakızı, evliliğin ortak alışkanlıklarının ürünü olan konfora yapıştırır insanı ancak!”
siz goethe’nin genç werther’in acıları kitabını kucağınıza koyup, huzursuzca yerinizde kıpırdanırsınız; bir insanı bunca alaycı, soğuk, sevgiyi bile hor görecek kadar sert yapan ilişki ne menem bir ilişkidir ki, diye düşünürsünüz. "kocanız egbert’le ortak alışkanlığınızdan bahsediyordunuz..." dersiniz konuyu değiştirmek için. belki de lady anne’i, küskün bir kadındaki kırılgan romantizme davet etmek istersiniz de ondan sorarsınız bunu. ya da derdiniz kendi sevgi dolu evlilik fikrinizi kurtarmak için, lady anne’in sonraki bir sözünden medet ummaktır. lady anne ise orta sınıftan, uzun süredir aynı tartışmaların, aynı küskünlüklerin geçtiği satırların altını defalarca çizip durduğu yırtık pırtık evlilik kitabını okumaktan hem sıkılmış hem de o tartışmalara bağlanmış, yanıt verir size; arkadaşlarıyla defalarca aynı konuda dertleştiğinden, aynı şovu izlenir kılmak için konuyu dramatize ederek, başını dertli ama mağrur abartıyla iki yana sallar ve der ki; “ben küskünlüğümün ilk dört dakikasında susar. beşinci dakikasında azıcık sesimi yükselterek neye incindiğimi söylerim. bu hep böyle olmuştur.” bunca tertipli, zaman ayarlı bir iletişimin mucidi olduğu için övgü bekler gibi manidar şekilde bir an susup, size bakar. ne diyeceğinizi bilemez, onun yarattığı anlama aynı anlamsızlıkla, başınızı aynı manidar tarzda aşağı yukarı sallayarak yanıt verirsiniz. “öyle kızmıştım ki egbert’e bu sefer, beşinci dakikada sadece sesimi azıcık yükseltmekle kalmayacak, düşük düzeyde şirret bir kadın gibi çığlık çığlığa bağıracaktım nerdeyse. ah, düşünebiliyor musun!? eğer öyle yapsaydım egbert beni sonraki tartışmalarımızda şirret bir kadın olduğum için nasıl yıpratacak, hiç yoktan bu nedenle haklı olacaktı. ona bu fırsatı veremezdim. kendimi o sinirsel ortamdan tecrit etmek için zor bela susmayı becerdim! benliğimin kendi sınıfıma layık soylu ve huzur dolu bütünlüğüne ulaşmak için zamana ihtiyacım vardı, anlıyor musun?" hayır, anlamıyorsunuzdur. ama demezsiniz bunu.
siz goethe’nin genç werther’in acıları kitabını kucağınıza koyup, huzursuzca yerinizde kıpırdanırsınız; bir insanı bunca alaycı, soğuk, sevgiyi bile hor görecek kadar sert yapan ilişki ne menem bir ilişkidir ki, diye düşünürsünüz. "kocanız egbert’le ortak alışkanlığınızdan bahsediyordunuz..." dersiniz konuyu değiştirmek için. belki de lady anne’i, küskün bir kadındaki kırılgan romantizme davet etmek istersiniz de ondan sorarsınız bunu. ya da derdiniz kendi sevgi dolu evlilik fikrinizi kurtarmak için, lady anne’in sonraki bir sözünden medet ummaktır. lady anne ise orta sınıftan, uzun süredir aynı tartışmaların, aynı küskünlüklerin geçtiği satırların altını defalarca çizip durduğu yırtık pırtık evlilik kitabını okumaktan hem sıkılmış hem de o tartışmalara bağlanmış, yanıt verir size; arkadaşlarıyla defalarca aynı konuda dertleştiğinden, aynı şovu izlenir kılmak için konuyu dramatize ederek, başını dertli ama mağrur abartıyla iki yana sallar ve der ki; “ben küskünlüğümün ilk dört dakikasında susar. beşinci dakikasında azıcık sesimi yükselterek neye incindiğimi söylerim. bu hep böyle olmuştur.” bunca tertipli, zaman ayarlı bir iletişimin mucidi olduğu için övgü bekler gibi manidar şekilde bir an susup, size bakar. ne diyeceğinizi bilemez, onun yarattığı anlama aynı anlamsızlıkla, başınızı aynı manidar tarzda aşağı yukarı sallayarak yanıt verirsiniz. “öyle kızmıştım ki egbert’e bu sefer, beşinci dakikada sadece sesimi azıcık yükseltmekle kalmayacak, düşük düzeyde şirret bir kadın gibi çığlık çığlığa bağıracaktım nerdeyse. ah, düşünebiliyor musun!? eğer öyle yapsaydım egbert beni sonraki tartışmalarımızda şirret bir kadın olduğum için nasıl yıpratacak, hiç yoktan bu nedenle haklı olacaktı. ona bu fırsatı veremezdim. kendimi o sinirsel ortamdan tecrit etmek için zor bela susmayı becerdim! benliğimin kendi sınıfıma layık soylu ve huzur dolu bütünlüğüne ulaşmak için zamana ihtiyacım vardı, anlıyor musun?" hayır, anlamıyorsunuzdur. ama demezsiniz bunu.
temizlikten sonra duş alıp biraz dinlendik tina ile:)
hmmm… lady anne muhtemelen bunları düşünmeyecekti. biz, cin gibi okurlar, budala lady anne niçin susuyor, susmak neyi ifade eder, susmakla kazanılan şey nedir? diye düşünürüz. çünkü bir hikayenin tek iktidarı yazarı değildir. hep dediğim gibi; her kitap okurunun kafasında biter, derinleşir. bunların hepsini okur olan biz uydururuz hikaye hakkında düşünürken. yoksa hikaye topu topu onüç punto ve adobetypelibrarybodoni fontu ile ancak ikibuçuk sayfadır.
hmmm...
lady anne ölmedi ve bizimle de çay içip dertleşmedi de kocasıyla birlikte saat 10.00 da yatağa çekildiler, diyelim. şimdi yatağa yaklaşalım, yorganın altına, ayak ucuna doğru girelim biz de. emin olun sevişmiyorlardır, rahat. neler dönüyor olabilir orda? sadece dil susmaz, beden de küskünlükle susar. insan kendiyle dopdoluyken, zihinsel yoğunlaşma içindeyken yani, bedenini unutabilir. ancak küskünlük, karşındakine alarm durumunda olmanı gerektirir. bu da kendi bedeninle birlikte onun bedeninin en küçük hareketine dikkat kesilmene yol açar. bu durumda lady anne ile egbert ayaklarını soğuk savaşta olan iki ülke gibi gergin ve suskun uzatmış olabilirler. hiç barış ümidi yok bu durumda. bana kalırsa egbert bir deneme daha yapıyor ve rastlantı eseriymiş gibi ayağını lady anne’nin ayağına hafifçe dokunduruyor. lady anne içinden sessiz bir zafer çığlığı atıyor ve birkaç saniyelik, çok yakın geleceği tertipleme sükuneti yaşıyor. lady anne ayağını çekmemeye karar veriyor. küslük ve barışın birbirine girdiği ancak hala soru dolu bir an bu. egbert barış için bir ilerleme kaydettiğinin farkında, minik bir rahatlama ile iç çekiyor, duyuyoruz biz d eyorganın altından. ayağını şefkatle (şehvetle değil arkadaşlar, unutun onu. yıllardır evli bir çiftten bahsediyoruz burda) lady anne’in ayağına hafifçe sürtüyor. lady anne de hafifçe dönüyor egbert’e doğru. beden artık susmuyor. lady anne özür dilemesi için bir şans vermeye karar verdi egbert’e çünkü. müstakbel küskünlükler için evlilikte barış dönemleri şarttır. lady anne özür koparmak için hazırladığı bu barış ortamıyla, sonraki küskünlüklere yatırım yapıyor. beden konuşmaya başlayınca dil devam ettirir onu. keşke egbert, özür dilerim demese, keşke açıklama yapmasa... sessizce ve sımsıkı kucaklaşıp öyle barışsalar. belki böylece dilin protokolünden kurtulup daha uzun zaman küsüşmezler. tamam, burda keselim, hadi, siz de çıkın artık yorganın altından.
ee...? neden bahsediyorduk? ben yukarı çıkıp buraya nasıl geldiğimizi okuyayım, arçil'e meyve servisi yapayım, sonra devam edelim ya da bitirmenin bir yolunu bulayım artık. birkaç dakika bekleyin, lütfen.
ve işte sefil tina!
…...............
evet, bunca konuşkan birinin suskundum demesine ikna olmadınız muhtemelen:) ama bilgisayarsız günlerim inanın bana, tam anlamıyla suskunlukla geçti. bilgisayar tuhaf bir alet, her nesnenin bir ersatz’ı olabiliyor da bilgisayarın yok. ersatz sözcüğünü bilen bilir; almanca kökenli bir sözcük. der ersatz. ancak ikinci dünya savaşından sonra her dile girmiş hemen hemen (almanca çalışıyorum dediysem, çalışıyorum gerçekten). olmayan, sıkıntısı çekilen ya da pahalı üretilebilen maddelerin yerine geçmek üzere yapılmış şeyler için kullanılır. kauçuk yoksa, araba lastikleri için ersatz kauçuk üretilmiş mesela. bizde de berbat hükümetler döneminde, diyelim ki kahve ithal edilmediğinde nohut kavurup öğütüp, kahve yerine içmişiz, onun kahve değil de nohut olduğunu bile bile. nohut, kahvenin ersatz’ı dolayısıyla. zamanla ciddi sorunlar için de kullanılır olmuş bu ersatz sözcüğü. mesela kürt sorunumuz için hükümetimiz gerçek çözümler mi oluşturacak yoksa ersatz bir çözümle yetinip ülkemiz bir kan gölü olmaya devam mı edecek? bilemiyoruz; susup bekliyoruz.
hah, işte ersatz’ ı olmayan bilgisayarsız günlerimde önce derin bir sessizlikle bocaladım. öyle ki ısıtıp ısıtıp önüme koyduğum bir nevi temcit pilavı muamelesi yaptığım kendimle bile oyalanamadım. şu temcit pilavından da bahsedip gideyim ben artık. hoş bir tarihi var. malum, ramazan da yakın, bunu duymak hoşunuza gider belki. ramazan gecelerinde müezzinler herkesi sahura kaldırmadan önce, gençler minarelere çıkıp ve fakat daha kısık bir sesle temcit okumaya başlıyorlarmış. peki neden? uyumakta olan hanımları erkeklerinden daha önce uyandırıp, pilav tenceresini ocağa koymaları için; daha sonra müezzinin gür sesiyle uyanan erkekler, kalktıklarında pilavı hazır bulsunlar, hanımları mahcup olmasın, diye tabii ki:) sahurdan önce pişirilen bu pilava temcit pilavı deniyor işte. aa, peki niçin ısıtlıp duruyor bu pilav? belki tembel hanımlar aynı pilavı her gece ısıtıp ısıtıp sofraya koyduğu içindir. ama belki de müezzinin sesine bile uyanamıyordur tembel koca da, hanım da ne yapsın, ısıtıp ısıtıp duruyordu pilavı. (dikkat; temcit pilavı konusuna yorumlarda, benim de hak verdiğim itirazlar var.)
bilgisayarımın güzelim kırmızı renginden bahsetmek niyetiyle oturup, hiç hesapta yokken lady anne susuyor hikayesine alternatif sonlar yazıp, temcit pilavı ile bitirip ve üstelik bu curcuna konuşmayı suskun olduğumun kanıtı olarak sunup pek tuhaf bir şey yapmış oldum şimdi. hayretler içindeyim.
bu yazıda geçenler:
. saki (hector hugh munro), lady anne susuyor, dost kitabevi -babil kitaplığı-, çev. fatih özgüven
. önder şenyapılı, her sözcüğün bir öyküsü var, metu press
47 yorum:
saki duracak zaman değildir
fevt itmeyelim dem'i şebabı
bir hale koy ki beni olsun
duşumdaki sof dahi şarabi
'saki' deyince, selam niyetine, bu arada bilgisayarın renginden bahsetmek, harikalı iş
selam,ali.
sizi gördüğüme çok sevindim. hem ne tesadüf oldu bu yazıyla gelmeniz. çünkü küsmedik de, susuyorduk, konuşmuyorduk ya hani. tam zamanınd ageldiniz sanki o nedenle.
bi saniye ben de salona, kütüphaneye gidip lamb'in hayyam kitabında bir kaç şiir olacaktı, ondan yazayım size. bekleyin.
işte, saki'li bir şiir:
eğer son yargı gününün şafağında
mezarımızdakilerle birlikte doğrulacaksak
yanıma bir testi şiraz şarabı
ve güzel bir saki koyun.
munro, bildiğiniz üzere farsça kadeh sunan anlamına gelen saki ismini rubailerden almış. yoksa doğuda bulunmamış ya da yaptığı edebiyatla d abir ilgisi yok. birinci dünya savaşına er olarak katılmış ve orada ölmüş. son sözleri; "söndür şu lanet sigarayı!" olmuş. böyle demiş ama savaşa, barut dumanına gönderme yapıyormuş bunu derken galiba.
bilgisayarımın şusundan busundan değil de, kırmızısından bahsetmek harika olurdu gerçekten de. ama bir daha lafı nasıl dolandırıp da bu kırmızıya getiririm, bilemiyorum. genellikle de yazmaya niyetlendiğimle alakası olmayan şeyler yazmış olarak kalkıyorum bilgisayarın başından. bakalım.
anlamadığım fransızca şiirler yazmazsanız ben de size uğrarım.
sevgiler.
Uzun sessizliklerden sonra, dolu dizgin bir yazı okumak ne güzel. Şimdiii, hak veriyorum elbette, fakat lady anne ve egbert'in yatağı ucuna kıvrıldığımız zaman, cinsel içerikli birşey beklemeyelim uyarısı almak biraz şaşırtıcı geliyor. (Garip bir nokta, umarım yanlış anlatmam) Yani, keşke bunu belirtme ihtiyacı hissetmesek. Orada mutlaka bir "şehvet" olacağı, üstelik bunun müstehcen kabul edileceğini sandırmasalar bize. Şehvet de yazılabilir, hangi niyetle yazıldığına bağlı, fakat hangi niyetle okunduğu meselesi korkutuyor insanı. Şehvet'i okuyucunun cinsel dürtülerini harekete geçirmek gibi bir niyetle yazmayız ki, orada çok hoş bir sahne vardır, iki insan birbirini seviyordur, bu nasıl "ayıp" olabilir ki. Veya merak duygusuyla, sevişip sevişmediklerini, o temasın cinsel bir mesaj taşıyıp taşımadığını arayan gözler, eh bunu iyi niyetli bir okuma sayamıyorum ben. Ne güzel olur, uyarma ihityacı hissetmeden yazabilsek. Yazdıklarımıza bir de tercüme gerekmese, çok basit, barışçıl birşey var orada, dokunmak. Niçin altında seksle ilintili bir anlam yatmak zorunda olsun, değil mi?
Benden şunu değil de bunu yazmamı beklediklerinde, bir saniye, ben düşüncelerimden özgürce bahsedebileyim diye açtım bu blogu, diyesim geliyor. Eh böyle söyleyince de biraz kabalaşmış oluyorum. Ev sahibi, "hoşuna gitmiyorsa git" diyemiyor. Bunun özgür iletişim olduğunu düşünmüyorum. Karşımdaki birşey anlatacak yakınlıkta görüyorsa beni, okumama izin verecek kadar güveniyor ve engellemiyorsa, ben onu olduğu gibi almalıyım, altına istediğim anlamları yatırarak, üstelik kendi yatırdığım anlamlara tepki göstererek karşısına çıkarsam yazarın, samimiyetimden şüphe etmekte haksız değildir kimse.
Mesela ben seni okumaya bayılıyorum. Hatta her konuda anlaştığımız da yok. Örneğin okumayı sevdiğin kitaplar arasında polisiyeler var. Ben alışamadım polisiye okumaya, belki doğru kitabı bulamadım, ayrı konu, ama seni polisye romanları anlatan yazılarınla seviyorum. Nasıl anlatayım, ille benim sevdiklerimi sevmek zorunda değilsin ki benim de seni sevmem için. Sevdiğim bir blog yazarısın, polisiye romanlarını da anlat, onları severim senin kelimelerinle. Senin açınla, hiç bakamadığım manzaraları severim. Sırf polisiye sevemedim diye, polisiye yazdığında o yazıyı okumamazlık etmem ki veya "polisiye sevmem" deyip kesip atmayı. Herhangi bir konuda sen öyle düşünüyorsundur, ben böyle, seni böyle "benim gibi" düşünmeye zorlayamam. O halde ne farkımız kalır, hem ne buluruz konuşacak, paylaşacak, yalnız hissetmediğimize sevinmekten başka, bu da ayrı güzeldir ama bir insanla yapacak onlarca güzel eylemi bir anda teke indirir bu, kıstılar. Sadece aynılığa sevinir dururuz. Sevinir dururuz, dururuz. Ama yürümekte var. Senin bir ritmin var yürürken, dönüşün, duruşun var, bunlar hep bir macera. Hepsi çok güzel. Yoksa sevinir dururuz. Ne güzel farklı düşüncelerimiz de. Ben böyle okuyorum seni, ille benim sevdiğim şeylerden bahset ya da behsetme, ben seni okumayı seviyorum, sadece sendeki beni veya sadece bendeki seni bulmayı değil. Her yazarı böyle okuyorum. Kimi yazarlarda mesele sevip sevmemekte değil, ohooo bir dünya var okunacak. Çok eğlenceli. :)
Çok uzattım. Demem o ki, özgürce de yazılabilelim istiyorum. Kızgın mı duruyor acaba yazdıklarım? Aslında şöyle, büzük bir dudak, incelmiş koptu kopacak bir sesle rica dolu yazdım düşündüklerimi. Şu sıralar üstüme yapışan çocuksuluk, masumlukla. :) Yimin edeyim.
Tina ne güzel yine, uzanıp sevmek kolay değil biliyorum ama boşluğuna geldiği bir an öpüyorum onu. Yanındaki suskun, dingin yüzlü, güzel Peri'yi de.
Sevgiyle.
atze'ciğim,
demek düşündün ki bir şehvet ya da bastırılmış bir cinsellik durumu var burda. önce şunu diyeyim; bizzat da saki'nin ironisini devam ettirip, yasal seks birleşmesi olan evlilikte bizzat seksin filan olamdığını söylüyorum. bunu herkes der d eben de hikayedeki çift için dedim. seksin olması değil, olmaması tuhaf ve mizahı yapan da bu.
cinsellikle ilgili yazılar yazmıyorum. ima da etmemeye çalışıyorum bir şekilde. yapınca hakkıyla yapmak lazım. bazı site sahiplerinin bir yandan neredeyse bakire masumiyeti içinde bir tarz benimseyip, bir yandan da "ah, şu sıcaklarda buz parçasını tüm vücudumda dolaştırıp sonra da onu son damlasına kadar dilimle yalamaya bayılıyorum" diyor hatun, yarattığı imgenin hiç farkında değilmiş gibi mesela. şimdi ben bu üçkağıtları sevmiyorum. söylesen hiç oralı olmaz, senin algına şaşırırlar. yonca evcimik'in bandıra bandıra ye beni, şarkısını çocuklar için ritmik bir parça düşünerek yaptığını söylemesi gibi. bu durumda konuşamazsın, çünkü temel olan şeyde bir yanlışlık var.
insanın cinselliği elbette mahrem bir konu ve öyle kolayca konuşamazsın herkesle. ama aslında insanın anlatıverdiğimiz en sıradan rüyaları d ao kadar mahremdir, çünkü o da benliğinin çıplaklaşmasıdır bir bakıma.
uzatıyorum ve dağıtıyorum ve savunmaya geçmiş gibi konuşuyorum ama özetle şunu demek istiyorum; burda yanlış anlaşılmasından korktuğum için bir tertipli cinsel dokundurmada bulunmadım. bizzat cinselliğin olmayışını yazmak istedim.
sevgili atze, kim, hangi konuda yazıyorsa yazsın; ama samimi olsun, okumaktan zevk alalım, insan doğasına ilişkin bir şeyi farketmemizi sağlasın, bize okumanın hazzını verecek kadar bir ruhu da taşıyorsa şahane olur. sen solucanların anatomisinden bahsediyorsun, okuyoruz yani işte, di mi? hadi söze cinsellikle başladık, öyle bitirelim; orgazm taklidi yapabilirsin istiyorsan ama bir metni okumaktan zevk alıyormuş taklidi yapman nerdeyse imkansızdır.
ben de seni öpüyorum. sevgiler çok.
Hı hı, yanlış anlatmışım ya da anlaşılmışım. Akisne tam da söylediğin gibi, yazıda şehvet olduğunu algılamadım, uyarı yapmaya gerek duymak üzücü sadece demek istedim. Yani uyarıya gerek kalmadan yazabilsen demek istedim. Ben orada bir şehvet ya da cinsellik alıglamadım demek istedim, uyarı yapma ihtiyacı duymaktan söz ettim. Bu uyarıyı yapma ihtiyacı duymaya, böyle algılayan okuyucunun sebep olduğunu demek istedim. Ben öyle algılamadım, uyarı yapman da gerekmese keşke demek istedim. Sorgusuz sualsiz, anlattıklarından fazlasını çıkarmadan okuyorum yazdıklarını demek istedim. Bastılırılmış hiçbir cinsellik durumu yok yazıda, dolayısıyla paranteze de ihtiyaç kalmasa demek istedim. Hayır, cinsellik olduğunu düşünmedim, hem konu cinsellik olsun ne fark eder, açıklama yapamaya gerek duymadan özgürce yazabilmekte mümkün olsun ayrıca demek istedim. Yazıda bu içeriğin olmaması uyarısına gerek olmasa demek duymadan yazabilmeni diledim.
Yani tam da ilk yorumda yazdıklarımı söylemek istedim. Neyse ben gideyim. Saat geç, belki bundan yanlış anlaşılır biçimde yazdım. Bilmiyorum. Parantez içine ihtiyaç duydum, olmaması ne güzel olurdu derken bile. Neden böyle oldu anlamadım. Uzattım...
İyi geceler.
iki kişi arasındaki ilişki hassas bir köprüden geçerken tercih edilen suskunluğa dair düşünmüştüm geçen hafta. bıçak gibi gelen sessizliği nedense sevemiyorum, anlamaya da çalışmıyor değilim aslında, yine de yaralayıcı buluyorum. zeytin dalı uzatacak olan ellerimi ister istemez göğsümde kavuşmuş buluyorum böylesi zamanlarda. Tecrit edilmiş hal sevimsiz bir hal. Evet belki tecrit edilmeyen davranışlar kalıcı hasarlar bırakacakken yine de bu hali seçemiyorum, sorun bir an önce çözülmeli, ya kafamda, ya da karşılıklı.. Karşılıklı çözümü tercih ediyorum.
Tina'yı nedense Pirinç gibi yeniliğe karşı duyarlı buluyorum, sanki senin evine gelsem, Tina tıpkı Pirinç'in yaptığı gibi hiç misafirperver olmayacak bana karşı, yeni birinin üzerindeki ilgisini gereksiz bulacak ve hemen diğer odalara kaçıp benim evden bir an önce gitmem için dualar edecek sanki. Pirinç genelde böyle davranır, öyle kolay kolay yabancı ellerin sırtında gezinmesine izin vermez. Göbeğinin sevilmesi zaten akıldan bile geçirilemez.
Hani senin zaman zaman dile getirdiğin başkalarınca soğuk sanılan halinin yansıması sanki Tina'da da gözlemleniyor, ama komşun mesela, bunu gözlemlemeden, hiç düşünmeden, hoop diye serin kollarına ellerini koyabiliyor ya, o an şeyi düşünüyorum, kimi zaman düşünmemek mi gerekli böylesi şeyleri, dediğime bakma, bu saatten sonra kolaylıkla değişemeyeceğimizi de düşünüyorum.
Ne çok konuştum ama sanki hiç bir şey de söylemedim gibi. Hay allah.
canım atze'ciğim,
sanırım birazcık da anlamamış olabilirsin. ben de aynı şeyleri yazmayayım şimdi:)
saki'yi çok tanımıyorum. işte bir tek babil kitaplığı serisindeki kitabını okumuştum. çok tatlı bir mizah anlayışı var ve ince bir hiciv yeteneği. ama şu günlerde aşkla dopdolu olan senin için düşündüğüm kitap daha başka:)
en kısa zamanda görüşelim istiyorum. ama ben her akşam bir sokağa çıkma planı yapıp, ertesi sabah o planı geçersiz kılacak mazeretler üretiyorum.
öpüyorum çok seni.
sevgiler.
sevgili çello çalan kedi,
ben isim kısaltmaları yapamıyorum, hoşlanmıyorum. yeni isim de yakıştırıp, üretemiyorum. çünkü insanın ismiyle derin bağları olduğuna inanıyorum, onu öylece kabul etmek istiyorum. ÇÇK demeyi düşündüm şimdi seninle konuşurken, o da biraz devlet kurumu kısaltması gibi ve senin hassas tabiatının imgesini çok örseliyor. ne yapacağımı bilemedim; çello çalan kedi isminin uzunluğuna bakmadan öylece kullanacağım bu nedenle.
belki yazarım; ben de bir ilişkinin genel iletişim aşamalarını, yapabilirsem azıcık mizahi bir dille anlatacağım bir yazı yazmak istemiştim. ama sanırım benim dilim mizahi değil. senin bahsettiğin bu gergin sessizlik döneminin nedenlerinden de bahsedecektim ilişkinin çatışma dönemi sonrasında. çünkü izlenimim o ki uzun ya da bazen kısa süren o çatışma döneminin, sonrasında başlar o sükunet dönemi. belki yazarım bunu. çatışma döneminde kısa süreli küskünlük dolu suskunluklar, burda lady anne'e anlattırdığım bir sonraki iletişim ve küsüşmeler için yatırım olabilir. ama çatışma dönemi biter, ilişki iflas eder, yatırım filan yapmazsın artık ve uzun süreli o suskunluk dönemi başlar. geçmiş olsun. anlatmayı denerim bu bir gün.
bend e senin gibi o gerginlik dönemine katlanamaz, bir şekilde ona son vermek için konuşmayı tercih ederim. iyi mi olur dersin? çoğu kez de iyi olmaz; o öfke dolu anı sessizlikle atlatmak, kendi ruhsal bütünlüğümüze ve karşımızdakinin d etabii, oluşması için zaman tanımak gerekir. çünkü o sırada konuşmaya kalktığında asıl meseleyi de aşan kırıcı sözlerin sarfedilmesi tehlikesi var. annem bir tartışma başlattığında, babamın tipik hareketi ayakkabılırını giyip sessizce evden çıkmak olurdu. annem de durdurmazdı onu. babam bir süre sonra döner, annemle sessiz bir bakışmaları olurdu ve o bakışma ile küstüler mi, hangi aşamadalar, yoksa tüm o tartışmayı aşan, 'seni seviyorum'la gerginliği atlatma hamlesi mi yaparlar, o bakışla anlaşılırdı her şey. genellikle barışırlardı. ama babam çok kibar, şefkatli, nazik bir adam. küfretmez, kişiliğine hakaret etmez, asla sesiyle ya da bedeniyle olsun şiddet kullanmaz. bu nedenle o küskünlük, gerginlik anlarını tırmandıracak bir şey olmaz. bu çok önemli. çünkü bazen barış ortamı yaratmayı istersin ama öyle sözler duymuşsundur ki o gerginlik anında öfkeyle, o güneşli, ışıltılı barış toprağında bataklıklar gibidir bu sözler de gölgelenir için.
tina konusuna gelirsek, bilmem ki. bu evde herkes biraz yabani sanırım. tina da öyle olmalı. tam ondan bahsederken kucağıma geldi şimdi:) başını bana kaldırıp miyavlıyor, birlikte vakit geçirelim istiyor:) ben çok konuşurum tina ile, diyeceğimi sözlü olarak derim. çok iltifat ederim ona; patilerin ne güzel hep yanyana, çok tertiplisin tina'cığım. kulakların da nasıl simetrik. ne güzle yakıştırmışsın siyah, beyaz, pembe ve yeşili kendine. çok güzelsin sen:) beni çok sever ama yine de biraz hırçın bir doğası var sanırım. tırmalamakatan çekinmez. bir yerlerimde hep tırmık izi vardır. acıtmaktan da çekinmez. ama işte onun da sınırları, huyu, karakteri var, ona uygun davranmak gerek. bir yerde buna yol açacak bir hata yapıyorumdur belki.
çok uzattım. öpüyorum seni çok.
pirinç'e, oğuz'a (2. sıraya düştü bak oğuz:) selamlar, sevgiler.
Ne tatlı resimler, Tina ve Peri :)
Sevgiler
teşekkür ederim, serpil'ciğim.
tina çok güzel bir kedi ve çok da güzel çıkıyor fotoğraflarda. ben yorulmuşum dün çok, öyle bezgin çıkmışım o nedenle. tina şimdi ilk fotoğraftaki yerinde yatıyor. çünkü benim çalışma saati geldim de oraya geçeceğim:)
sevgiler.
Çok güzel bir yazıydı. Eline sağlık. Özellikle şu bölümü yeterince can alıcıydı: "söyler misin bana, evlilik dediğimiz şey, ortak alışkanlıkların konforundan başka nedir ki? sevgi denilen o süslü icat, evlilik kurumunun üstüne kurumla oturtulur. gülünç! kutsal sadakat sözü de çiğnenmekten bıkkınlık vermiş bir sakız gibidir. bir tek mezar taşının üstünde hoş durur, bana kalırsa.” Elbette bu kadar keskin vargıları genellememekle beraber çok ciddi bir gerçekliği de işaret ediyor bu tanımlama. Aslında her şey en başında kaybedilmiş oluyor bana kalırsa. Şu utanmaz maskelerimizin ardında belirlediklerimizde… Öyle ya insanlar genel söylemlerinin aksine dipte ki pratik ve anlayışlarında oldukça farklı bir yerlerde bulunuyorlar. Bu da tahminen toplumsal maske oluyor. Yani en değme cinsel dürtüyü aşk, en zayıf bağlanma biçimini sevgi, ve sonunda tüm bunların optimum ortaklığına ilişki diyebilecek kadar bir küçülmeden bahsediyorum. Diğer tüm kavramlar ve toplumsal pratikleri ise (bunlar dostluk, paylaşım, değer, vb) tamamı ile bu ilk pratiğin yani aşk-ilişki pratiğinin türevleri olmaktadır ve tek başlarına bir olgu ve belirleyen olmaktan çok uzaktırlar. Sırf bu yüzden değil midir ki yukarıda saydığımız kavramları (dostluk, paylaşım, değer, vb) tek başlarına anlamlandırmaya yahut çözümlemeye kalktığımızda her zaman bir çıkmaz yol ile karşılaşırız.
Her neyse uzattım yine. Bu arada ekleyeyim; gerçi Sevgili Atze bu satırlara kızabilir ama aranızda gelişen yanlış anlaşılmayı okudum ve açıkçası Atze’nin ikinci yorumunda ki o çocuksu savunmaya, coşkuya bayıldım. Çok şirindi. Aslında bunu şirinlik olarak nitelerken kast ettiğim hala kaybetmemiş olduğunu gördüğüm o çocuk ruhtu. Benim olduğum alanlarda ne yazık ki bir çok insan o coşkuyu çoktan yitirmiştir. Yazık! Her neyse güzel yazı için hem tebrik hem de teşekkürler o halde…
Ps: Tina gerçekten çok miskin görünüyor :)
Sevgiyle...
Merhaba Endişeli Peri,yazınız yine çok güzel..
Yaz insanların aklında cıvıl cıvıl,renkli neşeli olarak sabittir.Ama bana göre suskunluk en çok da yaz günlerine yakışandır.Nefes almanın bile güç olduğu,yapış yapış bal kavonuzun içinde yüzüyormuş hissi veren bu sıcakta derin derin susuyor insan..Evde öğleden sonraları çöken o sapsarı sıcaklık uzanıp susmak..(dünya durmuş gibi hissediyorum böyle anlarda:)
Peri,masanız çok güzel,oradaki fotoğrafınıza hayran oldum.Kediniz Tina ise dünyanın sırrına ermiş gibi bilge,insanlardan sıkılır gibi bakıyor makineye :)
Sevgiler
Özge
sevgili vuslat,
önce teşekkür ederim, sözlerinize. gerçekten çok kıymetli ve içimdeki kuşkuları yatıştırıyor bu sözler.
vuslat, ben burda kesin genellemelerde bulunuyormuş gibi görünüyorum belki ama aslında zamanla şunu öğrenmiş durumdayım: hiçbir şey anlamıyorum hayattan. ancak ben öyle kolay ikna olamıyorum belki. biri, seni seviyorum, dediğinde bu en yalın duygu bildiriminde bile, seviyorum demekle insan neyi kasteder, sevgiyi ne belirler, sevgi öyle saf bir element gibi midir yoksa sezdiğim gibi içinde dandik unsurların bolca bulunduğu bir alaşım mıdır... niye sevmek isteriz, sevmekle bizde ne olur... şimdi bunu ve böyle maruz kaldığı her kavramı düşünen insan zaten belirsizlikle dolu, kendi benliğine ulaşmaya aslında korkan, aslında kendini bir yandan anlamak bir yandan da örtbas etmek isteyen bir canlı. (elde var bir maske)
şimdi bu canlı bir aileye doğuyor, bir toplum içinde var oluyor vs. bunların dayattığı ezbere bir sürü şey var. bu dayatmalarla başetmek için maskeleniyorsun farkında olmadan (etti mi ikinci maske! sohbet gittikçe bahçeli üslubuna kayıyor, farkındayım;)
ben bu kusurlu, zavallı bir canlı olan insanın maske takmasına da çok karşı değilim. takmayınca her şey darmadağınık olur. eğer bir yandan da bu dağınıklığı toparlayacak zihinsel gücün yoksa, üstüne bir de düşündüğün gibi yaşamaya kalkarsan, ayvayı yersin.
şimdi ben elbette bunalıyorum ezbere şeylerle karşılaşınca. ama bu maskeyi takan arkadaşa, durumun samimiyetsizliğini anlatamazsın. anlatamazsın çünkü farkında değil, bileklerini keser seni ikna etmek için samimi olduğuna. çünkü öylesine kuşatılmış durumdayız sahte, yapay, içeriksiz, ezbere şeylerle. bir de bunları kendi düşün ürünümüz gibi algılamaya.
yahu en basitinden sanırsın ki sen minimal dekorasyon anlayışından hoşlanan, zarif bir beğeni geliştirmiş bir adamsın. işin aslı o beğeni öyle bir pompalanmıştır ki sana bunu kendi zevkin sanırsın. bilmem hangi artiste de o koltuktan vardır. sen o koltuğa sahip olunca o artist gibi olmayı arzularsın. daha bu kadarcık bir konuda insan kendine yabancılaşmışken kendi gerçeğinin yolunu doğru bulacak da yüzleşecek onunla.
şimdi bu kadar maskeli durum karşısında insan denen canlı, erdemli sayılan şeyleri sorgulamaya kalktı diyelim, bunu daha sorgulamaya başladığı anda risk almaya başlar. kendi heyecanı ve erdemiyle karşılaştırma yapan o kusurlu insanın yolu çok tehlikeli, çok riskli.
şimdi ben belki hayatımdaki nesneleri ayıklayarak, biraz kolaylamaya çalışıyorum işi. ama bu da çok risklidir size diyeyim. neyse zaten kendimden bıolca bahsediyorum zaten.
şimdi asıl konuya gelelim: tina miskin bir kedi değildir!:) bunu korkuyla karışık bir saygı ile ilk önce yazmam gerekirdi:) gerçekten değildir. zayıf bir kedi zaten. çok da oyuncudur. tuhaf bir şekilde hiç olgunlaşmadı. ama çok narin bir kedi, bu sıcaklar onu mahvediyor. soğuk suya batırılmış fırçası ile tarıyorum da rahatlıyor biraz. fotoğrafların çekildiği gün onu çok taradım ve o öyle rahatladı ki, bunun üzerine öylece yattı.
hah, atze konusu... atze niçin öyle bir tepki verdi anlayamadım açıkçası. biraz anlamadığını farkettim, ama ondan fazla bir şey vardı durumda. sonra farkettim ki kendisiyle ilgili bir mesele ile kafası dolu ve o mesele dolayımında bakmış yazıya. çok tatlı, sevimli, coşkuludur atze. severim gerçekten de.
çok konuştum. yeniden okumaya da üşeniyorum şimdi yazıyı. umarım okunma zorluğu taşıyan bir sıkıntısı yoktur.
iyi olmanıza gerçekten ama gerçekten çok seviniyorum, vuslat.
sevgiler.
merhaba özge,
yorumunuzu okuyunca, ilk önce düşündüm ki, "şu güzelim, renkli, cıvıl cıvıl yaz gününde bu yazılarla niçin kasıyorsunuz bizi, daha neşeli şeyler yazamaz mısınız?" gibi bir serzenişte bulunacaksınız:) doğrusu hak da veriridim öyle deseydiniz. ama öyle dememişsiniz de yaz günleri hakkında tam d abenim düşündüğüm şeyleri düşünmüşsünüz. ben kışın da susmak gibi bir yeteneğe sahibim:p ya yazın tam bir susukunluk olarak geçer.
biraz küçük aslında masa. ben geniş, kocaman masa severim. çünkü yayılarak çalışabiliyorum. dört beş kitabı açıp, defteri kalemi koyup, almanca Cd yi dinlemek için laptop u d akoyunca oraya çok sıkışıyorum. ben sanırım en çok masayı severim eşya olarak. o da bir ucunda yemek yediğim, bir ucunda film izlediğim, bir ucunda çalıştığım, bir ucunda okuyup, notlar aldığım kocaman bir yüzey sunsun bana isterim. hatta iskemle yerine yatak olarak kullandığım bir sedir olursa, benim toplam yaşama alanımı tümden oluşturabilir.
tina'ya bilge demişsiniz ya, güldüm. bazen neşeli oluru, dans ederim, şarkı söylerim, tina ile şakalaşırım... o zaman tina bana bakar bakar ve hiç sesini çıkarmadan başını çevirir. öyle utanırım ki. aşkolsun tina, derim, ne var yani hep öyle aklı başında mı olmak zorundayız:)
sevgiler çok.
okudum yazınızı lakin ben yazamıyorum, bahrisyan'da bir sıkıntı var bulamadım, selamlar
sağolun ali, haber verdiğiniz için. umarım kısa sürede hallolur sorun.
selamlar size de.
Sayın Endişeliperi;
Yok , yok
Sevgili Endişeliperi;
Lady anne demişken siz, devam ettireyim ; Mutlaka ama mutlaka Dan Franck"a ait Ayrılmak"ı önermek isterim size ve takipçilerinize. Bir de Aziz Nesin"in Maçinli Kız İçin Ev kitabını. Her ikisi de harikadır.
Bu arada , artık yazdıklarınızda hayatın bir çok sırrına layıkıyla vakıf olmuş deruni bir güngörmüşlük hakim gitgide. Mesela üç yıl önce yazdıklarınıza göz atarsanız bu değişimi sizin de görmeniz mümkün. Yanlış anlaşılmak istemem üç yıl öncekiler çok yavandı da bunlar çok sofistike falan diye. Yalnızca , yaş almak , yaşlanmak , olgunlaşmak bu . işte her neyse insanı böyle hallere sokuyor ve çok da iyi oluyor.
Bakın Dan Franck "Ayrılmak" isimli kitabının bir yerinde -ki bir otobiyografidir bu ödüllü kitap aynı zamanda/ iletişim yayınları- neler diyor kadın ve erkeği anlatırken ; Ayrılmak...Günün birinde adam her zamanki gibi kadının eline uzanır, parmaklarını yakalayamaz. Motosikletle giderler, kadın adamın beline sarılmaz. Kadının gülüşü, tebessümleri artık adama yönelik değildir. Adam kadını anlamak ister, anlayamaz. Beklemek zorundadır, bekleyemez. Kadının cevaplamayı istemediği pek çok soru sorar. Kadın birtakım cevaplar verir. Bunun bir yararı olmaz. Kadın adamı hâlâ sevdiğini söylemektedir. Ama onsuz bir hayata ihtiyacı vardır. Adam tepki gösterir. Yaklaşan değişikliğin kendine de özgürlük getireceğine kendini ikna etmeye çabalar. Kadından vazgeçemez. Açmaza beraberce düşürler, ayrı ayrı debelenirler. Arkadaşlarına koşarlar. Ve hepsinin başından benzer hikâyeler geçtiğini öğrenirler. Bazıları işin içinden çıkabilmiş, bazıları becerememeştir. Adam çıkışsızlığı fark edip öfkelenir.....
İşte böyle...
Bu arada erkek çocuk annelerinin çok yaptığı yanlış gibi Arçil"e prens muamelesi çekip meyvesini falan habire ayağına götürme konusunu daha etraflıca düşünün derim ben...
sevgiler selamlar....
umar törem.
umar,
sadece yaşlanmakla alakalı olduğunu sanmıyorum, eğer bahsettiğiniz gibi bir derinliği kabulleneceksek. zaman çok önemlidir, çok budala bir insanı bile bir hale yola sokar zaman aslında, ama tümden de o etkili değildir. eni konu olgun ama sığ bir sürü tanıdığımız vardır.
bana kalırsa bakış açım değişmiştir ve daha gerçekçi olmayı göze alabiliyorumdur. şimdi burda kendi kendime iltifatlar yığıp da durmayayım. hayatın hiçbir sırrına vakıf değilim ayrıca. gün geçtikçe bilmeceler daha karmaşık hal alıyor. belki yapıp ettiğim sadece su üstünde kalmaya çalışmaktır da buna faydası olur diye bir düşüncelilik filan hasıl olmuştur.
belki de sadece sıcaktandır da sonbahar geldiğinde resimler, müzikler, alıntılarla bir genç coşkusu, aldırmazlığı içind eoluruz. gördünüz mü, hiçbir şeyden emin olmam ben aslında; hiçbir şeyi bilmem. yaptığım sadece olasılıkları değerlendirmeye sunmaktır.
bahsettiğiniz yazarı ya da kitabı bilmiyorum, umar. kusura bakmazsanız, yaptığınız alıntının birazcık basmakalıp olduğunu, bilmediğimiz bir şeyi söylemediğini düşündüğümü söyleyeyim açık açık. heyecanlandırmadı, kitabı alıp okumak istemedim nedense. büyük ihtimalle yanılıyorumdur. aklımda olsun, öneriniz için teşekkür ederim.
şimdi marketten geldim de dışarı pek çıkmadığı için hamburger özleyen prens oğluma hamburger yapmak için malzemeler aldım;)azıcık acısso damlatılmış ekmeğe kıvırcık, köfte, incecik, beyaz soğan halkası ve kornişon turşu ile hazırladım. yanında %100 elma suyu denilen şişelerden meyve suyu ile. sonra da dondurma servisi edeceğim. çünkü vaktim var. çünkü hem içimden geliyor hem de görevim bu benim. ben görev duygusuyla dolup taşan biriyim. hem insanın annesi prens muamelesi yapmazsa kim yapar ki? herkesin böyle bir altın çağı olmalı hayatında. öldüğümde, beni hatırladığında aklına lezzetli bir şeyler de gelsin:) karşılıksız, hiç yoktan sevilebildiğini düşünsün, buna layık olduğunu. hepimizin bir bilanço hesabından ayrı sadece mevcudiyetimizle sevildiğimizi düşünmeye hakkı vardır. büyüdüğümüzde varlığımızın bir yararlılık ile sevgiye layık olup olmadığı sorgulanır. büyük insanların o sevgi alışverişinin sevgi ile çok da alakası yoktur. o nedenle, hiç değilse arçil 18 yaşına gelene, yani bir yıl kadar daha, benim servisime ihtiyaç duymana kadar bu böyle devam edecek. ben ev işlerini 30 yaşımdan sonra filan öğrendim. yemek yapmayı da. gerekirse arçil de öğrenir, diye umut ediyorum.
sevgiler.
Sayın Peri,
Bilmiyorum ne kadarını ifade edebildim ama az önceki ilk yorumu yazarken amacım yalnızca iyi söylenmiş cümlelerinize , detay ama çok yerinde gözlemlerinize ve hayal gücünüze dair olumlu düşüncelerimi paylaşmak ve uzaklardan bir merhabaydı..
Elbette yaş almak, yaşlanmak tek başına bir şey değil. Fakat şurası da kesin, yaşanmışlıkların kişiye kattıkları eğer istenirse çok fazla oluyor. Sizin yirmi yaşınızdaki halinize dönüp birilerine iki çift laf söyleme ihtiyacı duymanız bile biraz da bu sürecin sonu değil mi ? Çok çok insani değil mi ?
Onun dışında tabi ki hepimiz gün gün mevsim mevsim farklı haleti ruhiyeler içine girebiliriz ama bunun bile yıllar içinde gelişen standardı , düzeyi oluyor çoğunlukla...Mesela siz en neşeli halinize geldiğiniz herhangi bir gün dahi alışılanın çok dışına çıkıp Serdar Ortaç dinleyerek dans etmezsiniz muhtemelen. Açıkçası ben bunu asla yapamam. Ve bunun snoplukla , seçkincilikle falan da hiç alakası yok. Anlatmak istediğim buna benzer bir şeydi.
Dan Franck"a gelince. Siz nitelikli okumanın hakkını vermeye çalışanlardansınız bence. Evet, alıntı klasik bir kitap satış sitesi tanıtımıydı ve yazarın cümlelerine ulaşmam mümkün değildi o anda. Ancak şundan emin olun, nasıl o yatağın içine girip sizin cümlelerinizle kadın erkek savaşına dair deyim yerindeyse cuk oturan
saptamalar okuduysak bu yazınızda ben bu kitap için de fazla fazla kefilim. İnanın, nasıl atlamışım böyle bir kitabı diyeceğinizden de eminim...Bence bu öneriye bir şans verin.
Prens !!! oğlunuzla ilgili söylediklerime ve sizin yaklaşımınıza gelince, inanın yalnızca şakaydı. Fakat şurası kesin; elbette insanların hayatlarında hiç olmazsa özel olduklarını asla unutmayacakları bir anne baba fotoğrafları ömürlerinin sonuna kadar kalmalı dediğiniz gibi. Bizler, sizler yani yaşı artık kırklar kapısı diye telaffuz edilenlerin hemen hepsi bu duyguyu anne babalarından alamadan büyüdükleri için de böylesine savruldular, savrulduk...Anne babalarımız bize bu duygularını sunmadılar çünkü onların durumu daha feciydi genellikle. Onlar, çocuklarını ancak uykudayken seven daha da marazi kuşakların çocuklarıydı genellikle çünkü...
Şaka bir yana, bence de siz doğru olanı yapıyorsunuz...Çocuklarımızla emek vererek ve isteyerek paylaştığımız çok şey, hepimizin mutluluk ve iç huzuru oluyor çünkü. Bunu on sekiz yaşında bir erkek evlat babası olarak da söylüyorum...
Hasılı kelam, sürçü lisan ettiysem affola...!!!!
saygılar hürmetler...
umar törem...
olur mu hiç, umar! özür dilemenizi gerektirecek bir durum yarattıysam ben özür dilerim. sahiden. tuhaf oldu şimdi benim de özür dilemem ama, ben güzel söz duymayı hem çok seviyorum hem de bu güzel sözleri öyle hemen kabul etmem ayıp olurmuş gibi hissediyorum. benim kendimle uğraştığım ve yok etmeye çalıştığım kusurlarımdan biri bu, kibir. o konuda alarmdayım ve iltifatı gölgeleyecek bir halet-i ruhiye ile karşılık veriyorum ona. yani nezakette bulunayım derken kabalığa varıyorsa işin ucu, anlamsız bir karmaşa olur bu. anlaştıysak geçeyim.
zamanın önemi konusunda size katılıyorum. 20 li yaşımı kollama konusundaki yazıma dikkat ettiğiniz için de çok teşekkür ederim. benim için önemli yerlere dikkat etmişsiniz. o konuyu istersek derinleştiririz ama çok uzar konuşma.
umar, "asla yapmam," demeyi ben uzun zaman önce bıraktım. çünkü asla yapmam dediğim seçeneklerin haklılığını kanıtlamak için bizzat onları yapmakla geçti ömrüm;) şaka bir yana, sizi anlıyorum, ne demek istediğinizi anlıyorum (huzursuz, sinirli, alıngan, mükemmelliyetçi bir doğanız olduğunu iki yorumla ve taa burdan anlayıp, tedbirli konuşmaya başladım farkettiyseniz:) kızmayın bu sözüme, şakacı bir ruh hali içindeyim şu an) ee, katılıyorum yani o paragrafla da size.
tamam, dan franc konusunda daha çok ikna ettiniz beni şimdi. alıp, okurum o kitabı.
bizim yoksunluklarla dolu tarihimizden yola çıkıp, aslında şimdi çocuğumuza olan biraz da aşırı ilgimizin bu tarihle bağlantılı olduğu vurgusuna da katılıyorum. size bir önceki yorumda sizi yanlış anlamış gibi bir savunma geliştirdim ve şimdi siz bana katıldığınızı söylediniz yorumla ve heyhat, ilk paragrafta bahsi geçen arızalı nezaket sahibi yine huzursuzlanıp, aslında bir çocuğun gerçek kimliğinin, biraz da sıkıntılı zamanlarında, engellerle yüzleşmesinde olduğunu, bu yetiştirme tarzının çok da doğru olmadığını söyleyerek, çok tuhaf bir hale sokacak sohbeti:) bu zigzagtan başımız döndü ama şimdi ben sizi anlıyorum, beni anlamanıza çok seviniyorum, dediğiniz her şeye sonuna kadar katılıyorum.
içimiz rahat. gülelim:)
sevgiler.
Sayın ve sevgili Peri,
Gülelim, gerçekten gülelim.
Ağlarken gülelim, gülerken ağlayalım. Çünkü bütün canlılar içinde ikisini de yapabilen tek canlı türü insan.
Zaten gülmenin de ağlamanın da , insan olmanın da en belirgin ortak noktası gözyaşları değil mi ?
Kendini ve okuyup yazmayı bildi bileli, harflerin çıkardığı seslere, zihinde yarattığı anlamlara meftun olan ve yaklaşık yirmi yıldır hayatını yazarak okuyarak düşünerek, seslendirerek kazanan biri olarak bugüne kadar yapığım blog yorumları herhalde bir elin parmaklarını geçmez.
Bugün bu yorumları yaptım çünkü içimden geldi.
Fakat şu saptamanıza bir iki noktadaki itiraz hariç samimiyetle şapka çıkarıyorum ; (huzursuz, sinirli, alıngan, mükemmelliyetçi bir doğanız olduğunu iki yorumla ve taa burdan anlayıp, tedbirli konuşmaya başladım farkettiyseniz:)
Ben de farklı vesilelerle kendimi daima , huzursuzluğun kışkırttığı sonsuz huzur içinde tanımlamışımdır. Demek durum ne kadar uzaktan da olsa görünebiliyor ya da sizin bu yeteneğiniz çok keskin...(Bence her ikisi de..)
Uus Baker, Türkiye"nin yetiştirdiği çok önemli bir entelektüeldi ve dört yıl önce yine bir temmuz gününde elli yaşına bile gelmeden öldü. Kıbrıslıydı...Babası psikiyatrdı ve bir pastahanede, muhtemelen sevdiği kadınla otururken kadının eski sevgilisi tarafından "çok sevmiştim abüüü" diyerek küt diye vurulmuştu. Ayrıca annesini kanserden kaybetmişti. Hayatın değil kremasından dramasından, trajedisinden bile payına düşeni fazla fazla almıştı. Ancak tüm bunların dışında bir rivayete göre yedi diğerine göre dokuz dil biliyordu. Benim de tanık olduğum bir başka gerçeğe göre yıllarca tek camı kırık bir gözlükle , varlık ve yokluk içinde yaşadı Ankara sokaklarında ve bundan hiç yüksünmedi Ulus Baker. Bu detayları söylüyorum çünkü bu blogda boş laf olmuyor genellikle , dolayısıyla blogu ve yorumları okuyan arkadaşların ULus Bakerlerden haberleri olsun istiyorum samimiyetle...
Ulus Baker"in ODTÜ Sosyoloji Bölümünden hocası ve arkadaşı Prof. Hasan Ünal Nalbantoğlu (ki çok yakın bir geçmişte o da yanına bir anlam aldı, başka bir sessiz gemiye bindi çook uzaklara gitti..) Ulus Baker"i anma programında şunu söylemişti; "Ulus Baker , yaşadı , çalıştı ve insan gibi öldü... Çünkü ölüm yalnızca insana yakışır..."
Hasılı kelam, sevgili peri, huzur da, huzursuzluk da , kendini sogulama da , hatta ve hatta dün ve bugün arasında anlamlı zigzaglar çizmek de yalnızca sorgulayan insana yakışır.
Dolayısıyla müsterih olun, müsterih olalım...Gönüller aynı telin üzerinde. Orhan Veli Kanık"a işgüzarın biri eleştiri getirmeye kalkmış ve şunu demiş; "Yahu üstad yedi yıl önce şiir hakkında söylediklerinle bugün söylediklerin arasında adeta uçurum var..Gülmüş Orhan Veli ve şunu demiş; Yedi yıl sonra bile ben tıpatıp aynı şeyleri yazıp söyleyeceksem bu yedi yılı niye yaşadım.?
Yaa işte, böyleyken böyle...
Biraz uzun oldu galiba..
Eleştirilere , admin uyarılarına açık olarak saygılarımı arzediyorum efenim..
selamlar...
Umar Törem...
sevgili umar,
zevkle okudum yazdıklarınızı, çok teşekkür ederim gerçekten. benzer insanlarız sizinle. ulus baker'i anlayış biçiminiz ve onun gözlük camına vurgunuz da çok hoştu. ayrıca hayatta bir eşiği geçip, "insan" olmuş insanların öyle nesneye de çok bağlılıkları olmuyor. umursamıyorlar. paralı olmuyorlar doğru da ne dünyaya o değerlerle bakıp yorumluyorlar ne de kendilerine. çok kıymetli adamlar bunlar.
insanları sezme yeteneğim konusunda tevazu yapmayacağım;) çok da sevdiğim bir oyundur bu. sezerim de nasıl davranmam gerektiği konusunda tereddüt ederim bazen. eh, yaşlanmak insana tedbirli bir sükunet sağlıyor, ama insan doğası bu; ben de fevri, sabırsız biriyim aslında. gerçeği iletmekle, kalp kırmak arasında bocaladığımda o fevrilikle yapmam gerekeni yapmayıp kalp kırdığım, sonra bundan en çok ben üzüldüğüm çok olmuştur. o da "zamanla" düzelir, diyelim;)
bana keyif bağışlayıp, cömertçe övgülerde bulunmuşsunuz yine. insanın çok hoşuna gidiyor, ama bu övgüleri hak etmek için daha iyi yazmak lazım galiba diye de düşünmeden edemiyor. ben taammüden yazamıyorum, yazar olmaz benden. şu kadarcık site yazısında bile yazının sonunu bırakın, bazen içeriğini bile planlayamıyorum. bu övgülerin iteklemesiyle daha çabalı olurum.
teşekkür ederim tekrar,
sevgiler.
Sevgili Peri,
Yazı dediğimiz şey dünyanın en güzel seyahati bence. İster yazarak şoför mahallinde bulunalım isterse okuyarak yolcu mahallinde...E, her seyahat içinde zaman zaman serüven de barındırmalı değil mi ? O zaman boş verin kurgulanmış metinleri falan. Böylesi de gayet dolu dolu. Kendi adıma fırsat buldukça yazılarınızı keyifle, öğrenerek, sorgulayarak, hayatlarımızdan bir şeyler bularak , içimden itiraz ederek vs ... okuyorum.
Bir daha bugünkü kadar uzun uzun yorum yapacak zamanım ve keyfim olur mu bilmiyorum ama yeni yazıları da aynı merak ve disiplinle , keyifle okumaya devam edeceğim.
Okumak yazmak dedik ya, Peter Bichsel imzalı şu yazının muhteşemliğine bakın;
"kitabı kurtarmak için parmağımı bile oynatmam. batacağı varsa batar. benim kitaplarım var, evde. onlar batmaz, orada duruyorlar işte. insanın neden ille de kitap için bir şey yapması gerektiğini anlamıyorum. kitaba ihtiyaç kalmazsa kitaba ihtiyaç kalmamış demektir. bazı insanlar kendilerini okur sayar. sonra da biliyor musunuz , ben doktorum derler, okumaya hiç vaktim yok. şimdiye kadar bir alkoliğin, biliyor musunuz, ben doktorum, içmeye hiç vaktim yok dediğini duymadım. herhangi bir tiryakinin, aslında üç paket içerim ama şu sıra hiç vaktim yok, dediğine de şahit olmadım. iptila nedir, ona işaret etmeye çalışıyorum. okumak, harfleri yan yana dizmek ve bu harflerin ağaçlar ve evler ve insanlar ve anlaşmazlıklar ve güçlükler yaratması, bunların sadece harflerden oluşabilmesi gibi bir mucize, bu coşku, insanı müptela yapar ya da yapmaz. ve bir müptela ihtiyacı her neyse ona ulaşmanın yolunu her vakit bulur. okurlar ortadan kaldırılamaz, olsa olsa devlet zoruyla yok
edilebilirler. e, olabilir, devlet hepsini hapseder ve bütün harflere el koyar, onlar da hiçbir şey okuyamaz hale gelirler. bu pekala mümkün.
bugünün yayınevlerinin jean paul dönemindekilere göre bir hayli yüksek olduğunu sanıyorum. hayır, yayılıyor o; yani okumak. eminim bundan. alkolizmin ortadan kaldırılabileceğini ancak yeminli içki düşmanları düşünebilir. ben alkolizmden yana değilim, ona epeyce karşıyım, sadece bir iptila olduğu için adını anıyorum. ve dediğim gibi, eğer bir gün ortada hiç kitap kalmazsa, evimde kitaplarım var, onların hepsini bir daha okuyabilirim. ve hepsini bir daha okuyuncaya kadar epey yaşlanırım herhalde."
sevgi, saygı, selam ve merhabayla...
umar törem...
aslına bakarsanız, umar, ben de seviyorum böylesini. teselli olsun, diye demiyorum kendime. el dokuması bir kilimde hata bulmak hoştur, insancıldır bu, o kilimi d ekusuruyla özel yapar. kendime pay çıkarmayayım ama ben mükemmelliyetçi değilim. hem dururum, susarım; hem de çok acelem varmış gibidir, tuhaf işte.
alıntı için çok teşekkürler. vaktiniz olup uğradığınızda, eğer isterseniz kitaplardan bahsedip, alıntılar koyarsanız, çok büyük bir katkı olur bu bize (bloğunuz olmadığını düşünüyorum bunu derken).
benden de sevgiler, selamlar.
Selam Peri,
Sesim soluğum çıkmasa da seni hala okuduğumu bilmeni istedim sadece. Hala huzur veriyor yazıların, fotoğrafların. Hele o yazı masası... :)
Öpüyorum çok. :)
aa elif, ben de öpüyorum seni.
teşekkürler.
sevgiler.
Hey!
Nefes nefeseyim, yok öyle muzır bir hâl değil, masa tenisi oynadım biraz, yaşlanmışım;p Nöbetçiyim, bir saat boş zamanım vardı, yirmi yıldır elime raket almamışım, böyle terledim işte sonuçta. Muzır dokundurması daha önceki konuşmalarınız için, takılıyorum;) Ve elbette açıklama yapıyorum, herkes haklı.
Öyküyü iyi biliyorum, çok severim üstelik. Onu geçelim şimdi, senin sonlarından birine gelelim. Yatakta ayakla kızgınlık, öfke, anlayış, sevgi kontrolü mü dedi birileri? Ben o konuda uzmanım. Bedeni, beyninle kızgınlığına alıştırır, o şekli almasına yardım edersin. Sonra pek de hoş olmayan bir oyun başlar; ver elini çekerek, ben sana küstüm, küserek. Biraz değer ayak, hemen çeker birisi, diğeri kurar, neden çekti, ben de değdirsem mi ayağımı? Öteki neden çektim der, çekmeseydim, belki o kadar da hatalı değildi.
Bir roman var elimde, yarın ya da diğer gün ihtimal yazacağım hakkında. Çok sevmedim kitabı ama kadının anlattığı bazı olaylar (ben kuruyorum tabii, dediğin şey çok doğru; hikâyenin iktidarı sadece yazarda değildir) yer ediyor hafızamda. Kocasıyla anlamsız bir kırgınlık içindeler, adam konuşmuyor, kadın iletişimin her yoluna razı, yeter ki kapı duvar olmasın karşısındaki. Bir otel odasındalar, yatıyorlar sessiz sessiz, ikisi de yatağın ortaya en uzak köşesinde. Masal bu ya (ne masalı yahu, olayın gerginliğini yumuşatmaya çalışıyorum sadece, bakma sen bana;)), yatağın ortası baya bir çukur. Ne kadar uzaklaşmaya çalışırlarsa çalışsınlar ortaya kayıyorlar. (ne kadar doğuya gidersen o kadar batıya varırsın demiş Ece, ama bunun da hikâyeyle pek bir ilgisi yok;p) Kadın için bir umut(!), ayağını değdirmeyi deniyor önce, sonra sevişmeyi düşünüyor. Unuturuz, bir teselli, bir başlangıç belki, diyor.
Hasta geldi! Kısa bir ara............
Öyle işte. Ne öyle ya, unuttum iyi mi!;)
Tamam, devam ediyorum kısa kısa; adam sevişmek hiçbir şeyi düzeltmez diyor, kadın ağlamaya başlıyor, trajedi, dram gerisi, herkes bilir bundan sonrasını.
Şimdilik bu kadar, bazı şeylerin gerçekten de "ersatz"ı yok, haklısın. Seni okumayı özlemişim ben. Hah ha, bak böyle de güzel bitiririm işte;p
sana da hey! hoşgeldin. seks geyiği yapmayı seviyorsun, justine:)
anlattığın hikayede o ilişki bitmiş. kadın ilişkiyi sürdürmek için yollar deniyor olsa da, bana kalırsa küs halde hiçbir kadın sevişmez. ilişki içi küsüşmelerde de öyle. istediğin kadına sor, barışmadan asla. o barış konuşması isterse kadının haksız olduğu şeklinde sonuçlansın, o zaman da sevişebilir. ama asla o konuşma yapılmadan olmaz. ne o öyle küsmüşsün, o da üzüntünü hiçe sayıyor gibi gülümseyerek sarılıyor, filan. dalga mı geçiyorsun, dersin. çok sinir bozucu. neyse ya, seninle konuşurken insan sohbetin nereye gideceğini bilemiyor, gerçekten bir pusula lazım:)
ben de seni gördüğüme çok sevindim.
yayımlanmamak kaydıyla dersek yanıyor muyuz?
temcid mevzuunda birileri sizi yanıltmış ey peri, müezzinin sesiyle uyanan erkek aç kalır gibi gelmiyor mu size de, temcid gündelik dilde sahur manasına gelir, ben de dinlemedim hiç ama yazınızı okuyunca kamusu türki'ye bakmıştım ezandan sonra okunan arapça ilahi diyor. böyle işte umarım yanmam
bilakis! ben çok severim hatta hataların söylenmesini. ali, temcit pilavı konusunu okuduğum kitabı buldum. önder şenyapılı'nın bu kitabı bir derleme. 700 kadar sözcüğün hikayesini anlatmış, değişik kaynaklardan bilgi toplayarak. bilgiyi nerden aldığını da yazmış ve mesela bu konuda yalanlamamış, şüpheye hiç düşmemiş ve kendisi de bir kaç yorumda bulunmuş. şurdan almış şenyapılı: "zülfi livaneli: 'temcit pilavı', vatan, 3 ekim 2002, s.5"
sizin düşündüğünüzü ben de düşündüm. müezzin sabah ezanını okuduğunda artık yeme içme işi bitmeliyken bu pilav da neyin nesi, diye. ben google'a sormadım. ama sorsam şöyle bir bilgi ile karşılaşmayı umuyorum: hani biz davulla uyanıyoruz ya sahur için, belki de müezzinlerin sahur için cemaati uyandırma amaçlı bir seslenişi de vardır. öyle olmalı. verilen bilginin yanlış olduğunu pek hesap etmedim. ama aklımızda olsun, araştıralım bunu.
çok teşekkür ederim. hem ne zaman, nasıl bir hata yakalarsanız gözümün yaşına bakmadan, yakarım makarım diye de korkmadan söyleyin bana;)
sevgiler, selamlar.
TDK'da iftardan kalan ve sahurda ısıtılan pilav olarak geçiyor. Mecazında da bıktırırcasına tekrar edilen söz demişler. Temcit pilavı gibi pişirip pişirip önüme koyma şunu dersin ya.
hmmm... bu da makul bir açıklama. ne yapsak? ben temcit pilavı paragrafına parantez içinde, yorumlarda bu bilgiye itiraz var, diyeyim de kullanmak isteyen bilginin kuşkulu olduğunu bilsin.
teşekkür ederim aslı'cığım. az önce aklımdaydın, tezgahı toparlarken. bir nedenle düşünmüyordum da, öylesine aklıma gelmiştin. aa yok, portakal ağacı hakkınd abir konuşmamız olmuştu, sen üzülmüştün, nedense o konuşmamız aklıma gelmişti. ne tuhaf. yiyecek bir şeyler alıp masaya oturdum ve seni gördüm işte. bir de süleyman'ı düşünmüştüm. platonik olarak çok tutkulu duygular beslerdi. asabım bozulurdu ona niyeyse. böyle sarmaşık gibisin, nefes alamıyorum, demiştim. o ise merhaba demek için tokalaşamazdı bile, daha ne kadar uzak durabilirim ki, demişti. o zamanlar sinestezik olduğumu bilmezdim, süleyman ismi bende sarmaşık çağrışımı yapar da ondan öyle demiştim. şimdi yaklaşık 15 yıldır görmediğim süleyman'ın aklındna geçtim belki bir anlığına. seni şimdi gördüğüme göre. dünya ne tuhaf bir yer, değil mi? gerçi sen inanmazsın böyle şeylere.
öpüyorum çok seni.
Sahi neden üzülmüştüm ki. Ateistliğime vurgu yapan bir açıklama yapınca linklerinden direkt silmesine içerlemiştim. Bana link vermiyor diye değil, hiç önemsemiyorum öyle şeyleri. Sadece karşılaştırma yapmıştım. Yeni başladığımda bir blogcu arkadaşım daha olmuştu, o da çok dindar, imanlı, namazında niyazında biriydi ama onunla çok güzel bir dostluk kurmuştuk. Küçük yaşta, babamın cenazesinde başımdan geçen olaylar yüzünden dinsiz olduğumu düşünüp üzülmüştü. Aslında benim için üzülmeleri hoşuma gidiyor. Hani doğru yolda değilim ya, iyi bir insan olmaya çalışmama rağmen, sırf inanmadığım için cehenneme gitmemi istemiyorlar sanırım. Bir sevgi ifadesi bu. Neyse şimdi düşüncelerimi öğrenince köşe bucak kaçanlara, yok sayanlara hiç üzülmüyorum biliyor musun. Demek ki zaman içinde değişiyorum. Bu da onun tercihi diyorum. Ama bu bir olgunluk çabası değil, sadece üzerinde durmamak daha iyi.
Yok ben bilgine itiraz etmek için yazmadım bu arada, Ali Akay yorumunu okuyunca ben de merak ettim, TDK'nın bizi doyuracak bir açıklaması olabilir mi diye baktım. Seviyorum TDK sitesini. Dilciler pek burun kıvırıyor ama oraya parmak alfabesini koymaları falan hoşuma gidiyor. Hergün bir kaç kez bakarım hastalığım benim. Teşne mesela senin blogda okudum ilk. Yeni neslin kelime bilmemesine kızıyorum ya benim de bilmediğim binlerce kelime var. Ama öğrenmeye çalışıyorum en azından. Öyle işte.
aslı,
. ben bir nedenle düşünmüyorum mesela iş miş yaparken. salıyorum zihnimi, o kendi havasında takılıyor. öyle düşünce üstünde bilinç tahakkümü olmayınca da sanırım mistik bir şey gelişiyor, uzayda karşılaşıyor onlar.
. bir dönem TDK hergün bir kelime gönderiyordu benim mail adresime. sonra adresi iptal ettim de gelmez oldu. geçenlerde bizim kasabalı bir yazar, kasabamızın sözlüğünü çıkarmış. annem konuşsa birçok sözcüğü anlamazsın sen. o sözcükler bizzat öztürkçe imiş yazarın dediğine göre. almam lazım ya, unutuyorum.
. arçil geçen gün bana, niçin mahmur görünüyorsun, diye sordu. mahzun mu, demek istiyorsun, dedim. öyleymiş. öyleler işte. ben bir şeyi açıklama gayreti içine düşünce arçil sıkılıyor biraz. sözcüklerim mi yabancı geliyor ona, yoksa memet'in dediği gibi doğru sözcüğü bulma gayretim çok mu yorucu, bilemiyorum. imlası gülücüklerden oluşan kısa cümlelerimde rahat ediyor arçil.
. bugün arçil'in doğumgünü. bir küçük fotoğraf sandığı vardı. ordan babasıyla filan olan fotoğraflarını bulup buzdolabının kapağına koydum. hatırlayıp, üzülmesin, bir yoksunluk duygusu hissetmesin diye sandıkta tutuyordum onları. ama şimdi hatıralrın üzüntüsüyle başedecek kadar büyüdü bence. bakalım, yarın dönecek eve. bakışlarının aldığı hale göre orda tutacağım ya da kaldıracağım.
öpüyorum çok seni.
Arçil'in doğum gününü kutluyorum. Çok yakışıklı bir genç adam oldu. Yaman da onun gibi aslan burcu. Arçil'in her fotoğrafına bakışımda Yaman'ın o yaştaki halini hayal ediyorum.
sağol, bitanem. yakışıklı, kibar, düşünceli ve çok tembel bir aslan işte. onun tembelliğinden bunaldığımda keşke başka burçtan doğursaydım, diye düşünüyorum:) ama koç ve aslan eğlenceli bir çift.
yaman'ı da öpüyorum çok.
sevgiler, selamlar.
deprem oldu.
Geçmiş olsun; bir sorun yoktur umarım.
sağolun vuslat. yok, sadece çok korktum. ev 9. katta. çok sallandı. arçil de yok. çok sağolun tekrar.
sevgiler.
Biraz önce duydum haberi. Seraplar hissetmemiş bu sefer, temizlik yapıyordum anlamadım belki de diyor. Çok geçmiş olsun. Sarıldım canım.
çok sağol, justine. ama unuttum bile. pıtırcık filmini izledim şimdi.
sevgiler.
Zannediyorum uzun okumadan sonra kendi kıt aklımla hoşluk yapayım demiştim ama kızdırmak geçmemişti aklımdan.
Zannediyorum yazıyı bozacak bir yorum oldu. Çekinmeden silebilirsiniz.
Tekrar özür dilerim..
sabah oldu; aşırı bir tepki verdiğimi düşündüm gece. haksız değil ama aşırı. sanırım. pardon ali.
:) yoo, çok güzel durmuş. kızkıza sözü de iyi durmuş:)
sevgiler.
Yorum Gönder