Pazar, Aralık 18

çatal uygarlığı

maymunlar cehennemi başlangıç

maymunlar cehennemi başlangıç filminde, eğitim ve beyin nöronlarını çalıştıracak bir ilaç verilen maymun hızla zekileşir, insanlaşır. bilimsel bir merakın nesnesi olmakla birlikte ailenin bir üyesiymiş gibi sevgi de duyulan maymunla aynı yemek  masasına oturulur. maymun bir seferinde, alzaymır hastası olan evin büyüğü çatalı ters tuttuğunda, onun aleti işlevini yerine getireceği şekilde  tutmasına yardım eder.  maymunun ne kadar geliştiğinin habercisi işte çatal denilen nesneyi idrak ettiğinin gösterildiği  andır belki de.

Clubbed To Death (Kurayamino Mix) by Rob Dougan on Grooveshark 

maymunun hızla idrak ettiği çatal denilen aletin insan uygarlığında yer alışı öyle kolay olmamış. mutfak tarihine baktığımızda çatalla ilgili evvela bir skandal görüyoruz mesela. 11. yüzyılda venedik kontuyla evlenen bir bizans prensesi çatal kullandığı için papazların lanetine uğramış. kısa bir süre sonra  prensesin hastalanması,  çatalın şeytan icadı  olduğunun kanıtı sayılıp, belki bir yüzyıl kadar çatal kullanımını geciktirmiş. din adamları çatalı niçin lanetlemişler, bilemiyorum. belki şeytanın yabasına benzediği içindir. belki de bu iş için tanrı'nın insana parmak verdiğini,  çatal kullanımının gereksiz ölçüde gösterişli, ifrada kaçan bir  hareket olduğunu düşünüyorlardı. nitekim montaigne, denemeler kitabında yemeği çok hızlı yediğini ve bu nedenle parmaklarını ısırdığını yazıyor. montaigne'nin çatal kullanmadığı çok açık. ama tanrı'ın herkese verdiği parmakların kullanımı da sınıflar arasında bir fark yaratacak şekilde imiş. soylular parmaklarının üçünü zarifçe yemeğe daldırırken, yemek kültürü gelişmemiş halk parmaklarının hepsini kullanıyormuş:) XIV. louis'nin sarayında çatal kullanan bir dük'ü, saint simon "korkutucu derecede temizlik düşkünü," diye tanımlamış:) çatalın osmanlı sarayına 1760'da girdiğini gösteren bir kayıt var. müslüman halk mutfağına girişine yine sağolsun II. mahmut öncülük etmiş. refik halit karay, çatal kullananlarla kullanmayanlar arasındaki uyumsuzluğu, "o caanım yemekleri şöyle oturup da elimizle rahat rahat yiyemeyeceğiz ki... vallahi hiçbirinin lezzetini alamıyoruz!" cümlesiyle aktarmış.


eskiden avrupa'da halk o kadar yoksulmuş, açlık o kadar yaygınmış ki midesi ile tabaktaki yemek arasındaki mesafeyi katedecekleri aletleri pek de umursamıyorlarmış sanırım. böyle de olsa krallar için bile lüks bir aletmiş çatal. nitekim 1307 yılında ingiltere kralı I. edward'ın eşya dökümünde binlerce bıçak ve kaşık varmış da sadece yedi tane çatal varmış. fransa kralı V. charles'ın bir düzine çatalı varmış ama o kadar değerli taşlarla süslüymüşler ki, onların kullanım değeri hemen hiç yokmuş.


biz beş taraklı bir organ olan elimizi pek artık  işin içine sokmuyoruz. elimizdeki tüm parmakları, kasları kullanarak, elin maharetiyle bir şey ürettiğimiz de yok. eh elbette, en azından sıcak olduğundan parmaklarımızı korumak için elimizi bir yemeğe sürmeyi aklımızdan bile geçirmeyiz. elini hor kullanan, dün yemek yaparken yaktığı parmağını, bugün kırışan halıyı düzeltmek için uğraşırken onu bir de masanın ayağının altında eziyete tabi tutan ben, tostumu bile çatal bıçakla yiyorum nerdeyse. çatal uygarlığı günümüzde öyle ince bir noktaya gelmiş ki çeyiz için alınıp kutusundan onlarca yıllık evlilik süresince pek çıkarılmayan lüks çatal bıçak setinde yemek çatalının yanında, desert, balık, pasta, meyve, atıyorum sardalya çatalı gibi çeşitlemelere girişilmiş. önündeki çatal çeşitlerini ne için kullanacağın yolunda bir terbiyeden geçmediysen, bazı sofralarda ayıplanma tehlikesi altındasın demektir. bu eğitimsizlik bizi, çatal uygarlığının en yüksek sınıfından, bir anda en dipteki sınıfına düşmemize neden olabilir:)


çatal kültürü kitabının yazarı italyan giovanni rebora'ya göre çatalın yaygınlaşması makarna tüketiminin yaygınlaşmasıyla koşut bir şekilde gelişmiş. kitap, avrupa mutfak kültürünü, tarihsel verilerle, belli başlı yiyecek çeşitleriyle birlikte kısaca anlatıyor. şimdi gezi yazarlarının deneyimlerini sunarken kullandıkları o adları afilli yemeklerin aslında halkın açlıklarını en ekonomik şekilde bastırmak için nasıl uydurduklarının trajik tarihsel hikayeleri filan da var kitapta. kitabın makarnaya ait bölümünde ayrıntılı tarihi var bu yiyeceğin. meraklıları; kuzey afrika'daki kuskusun sardinya'da soccu adını alışını, geleneksel olarak taze yapılıp tüketilen makarnanın, açlık dönemlerinde ve nüfusun da hızla artmasıyla evde hazır yiyecek bulunabilmesi için depolanması amacıyla üretiminin değişmesini,  daha doyurucu olması için çorbalara makarna katılıp mesela minestrone çorbasının doğuşunu vs. okuyabilirler. 

bana büyüleyci gelen makarna denilen bir yiyeceğin doğmasına koşut olarak,  onu yemek için bir aletin de icat edilmesi. gerçi bana sokağın başında tepemde yağmur tıpırdamaya başladığında, sokağın sonunda şemsiyecinin bir anda ortaya çıkması da şaşırtıcı gelir. ihtiyacın karşılanabilmesi için bilim insanlarının, tüccarların işbirliği içinde çalışması, hızla uygun ürünün üretilip yaygınlaşması... ne bileyim... bir maymun bunu yapabilir mi? :) çok şükür hala insan olmanın o boş gururunu yaşayıp, böbürlenebiliriz;) şimdi bu yazı yukardaki filmi önermek için yazılmış olsun da filmi çocuklarınızla filan eğlenerek izleyeceğinizi söyleyerek tuhaf bir kavis çizeyim yazıda son olarak:)


hmm... yazıyı sonlandırma beceriksizi olarak belki şunu da eklemeliyim; bir de makarnanın hayır, italyan icadı değil de yine bir çin icadı olduğu kuşkusu var tabii. bir yemeğin anavatanının neresi olduğunun ne önemi var, hiç anlamıyorum gerçi. besleyici, ekonomik, lezzetli bir yemeğin geniş bir alanda yaygınlaşıp tüketilmesinden daha mı değerlidir onun milliyetinin tespiti? (bir yiyeceğin tüketilmesi lafı bana nedense itici gelir. elmayı biz çokça tüketiyoruz, dediğinde sanki zevksiz, kaba saba, robotik  bir sindirim mekanizmasına indirgiyorsun güzelim elma ile ilişkini. neyse.) size bir başka sefer, zaman makinası-saatler hakkında yazacağım belki. orada saatin avrupa'da doğuşundan bahsediliyor ya, benim ilgimi çeken  çinliler'in kültürel yapıları nedeniyle saate olan çok farklı yaklaşımları. kendilerini geleneksel olarak evrenin merkezi olarak görmeye alışkın çinliler, yabancılara neredeyse tiksinti duyuyorlar ve onların dışardan gelen bir fikri özümleyip, adapte olmaları bu nedenle çok zor. burdan yola çıkarak bana sanki makarnanın kaynağını çin'miş gibi düşünmek mantıklı gelir. yabancılardan, italya'dan bu yiyeceği öğrenmeleri zormuş gibi düşünürüm. hem onlar makarna yemek için çatala da ihtiyaç duymamışlar, iki tahta çubukla, gayet pratik yiyorlar yemeklerini. ama atıyorum tabii ki. aklınızda bu da olsun diye ekledim.


başka? hah, elbette unutmadan; bugün güneş yok. hareketsiz, silme, gri bulut kaplı hava. sıkıcı. ama sıkılmıyorum. sabah kalkınca akşamdan şekerde beklettiğim balkabağını çok ağır ateşte, hiç buharını salmayacak şekilde pişirdim. içine karanfil ve bir kabuk tarçın da koydum. güzel koktu mutfak. ilk kez yapıyorum bu tatlıyı. annem farklı, kireçte yapardı bu tatlıyı. şimdi hatırlıyorum da nefis olurdu aslında, dış kabuğu sert, çıtır çıtır, içi yumuşacık. ama hani işin içinde kireç olması beni huylandırır, yemezdim. birazdan da etli biber dolması ile tavuklu şehriye çorbası yapacağım, erkenden hazır olsun. yemek hazır olunca, sonra ne istersem yapabilirim sanki,  kendimi süper özgür, rahat hissediyorum öylece.

yazıda geçen kitaplar:
. gündelik hayatımızın tarihi, dost yayınları, kudret emiroğlu
. çatal kültürü -avrupa mutfağının kısa tarihi-, giovanni  rebora, kitap yayınevi, ç.çağla şeker
. zaman makinası, carlo m. cipolla, kitap yayınevi, tülin altınova

***




bu akşam arçil'den öğrendiğim rob dougan'ı dinledim. çok mu denk düştü, neydi, bilemiyorum, çok iyi geldi. 
gif, yüksekökçe'den.

36 yorum:

Leylak Dalı dedi ki...

Her zamanki gibi çok güzel bir yazıydı, canımın makarna ve kabak tatlısı çektiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Akşama spagetti yapayım bari:)
Ha bir de sulandırmak gibi olmasın da çatal deyince Doğuş denilen garip kişiliğin twitterdeki çatallı resmi geldi aklıma, fesüphanallah, daha neler göreceğiz kimbilir:))
Sevgiyle, güzel bir Pazar günü dileğiyle...

Mehmet Osman Çağlar dedi ki...

Yazınızı okuyunca, yıllar önce Pekin'de, bir yemekhanede yemek yerken Çinlilerin gürültülü yemek yemesini anımsadım. Onlar kadar ağız
şapırtatarak yiyen millet yoktur bu
yer yüzünde. Dostlukla...

endiseliperi dedi ki...

sevgili leylak dalı,
sizi görmek niye böyle hoşuma gidiyor? tahmininizden daha çok aklıma geliyorsunuz benim. dostoyevski'nin ölü evinden anılar kitabında petrov adında bir karakteri nefis anlatılıyor. sibirya'da hapishanede geçiyor kitap. mahkumlardan biri bu petrov da. ama allah'ın hapishanesinde sanki hep acelesi, yetişmesi gereken bir işi, belli konulara tuhaf bir şekilde yoğunlaşması söz konusu. o zaman da siz geldiniz aklıma, ne tuhaf. o bölümü siteye yazamam ama illa sizler de okuyun istiyorum. belki sesli olarak okur, kaydeder, yayınlarım o bölümü.

hep diyorum size ya, sizin siteye uğradığımda ya da şu yorumunuzu okurken bile bir telaş duygusu hissediyorum işte böyle. bana kalırsa siz şimdi spagettiyi de kabak tatlısını da bir çırpıda yapıverirsiniz. ben daha tatlıya ceviz serperken sizin sitede, kabak tatlısı yapıp, yedik, pek güzel olmuştu, diye bir yazı okuyabilirim mesela:)

benim karnım acıktığımda hayalimde beliren yemek domatesli spagettidir. öyle helmeli, soğuk sudan geçirilmemiş, bol domatesli, fesleğenli, dumanı tüten spaggeti ideal yemeğim demek ki.

sevgili leylak dalı twitter'da neler oluyor hiç bilmiyorum. doğuş'u biliyorum. bahsi geçtiğine göre demek ki enterasan bir fotoğraf, google'a sorarım şimdi.

size de içten sevgiler.

Leylak Dalı dedi ki...

Sevgili Peri,
Duygularımız karşılıklı:)
Sandığınız kadar hamarat değilim ya, bazen pek üşengeç oluyorum ama bu akşam domatesli spagetti kesin. Yanına kabak tatlısı olmasın zira bütün yaz diyet yaptım geri almayım verdiklerimi:))
Ölüler Evinden Anılar'ı çok yıllar önce okumuştum pek aklımda kalmadı, bu durumda yeniden okumalıyım.
Doğuş ve çatal meselesine gelince Gugıl amca gösterir size, iğrenç mi desem, garip mi desem, şaşkın mı bilemedim:))

endiseliperi dedi ki...

aa, öyle mi, hiç bilmiyordum bunu, mehmet. belki o çubuklar göründüğü kadar pratik değildir, bu nedenle ağızlarını şapırdatıyorlardır.

yemek yeme terbiyesi nedeniyle biz mesela bir filmde kibarca yemeğini yiyen birini, kaba saba yiyen birine yeğ tutarız. daha filmin başında tutacağımız taraf böylece belirlenir. kötülük dolu erol taş karakterinin yemeğini hain kahkahalar atarak pek vahşi yemesi bu nedenledir belki.

ben doğrusu el ya da çubukla yemektense çatal denilen bir aletin icat edilmesine çok şükran duyuyorum. kim icat ettiyse allah razı olsun:)

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

teşekkür ederim, leylak dalı. ama sizin maharetinize, enerjinize hayranım. haberim var diyetinizden de. ama ne kararlı davrandınız ve epey de kilo verdiniz. kutluyorum sizi çok.

az önce baktım google'dan. önce ne alaka dedim, şortun arkasında çatal... niye yani? sonra anladım popo çatalına gönderme yaptığını. eh, tuhaf, gereksiz bir dünya tabii.

ama aklıma bir reklam ajansında kabloları düzeltmek için masa altında uğraşan yaratıcı yönetmenimizin dediği bir söz geldi. bir an tedirgin oldu nasıl göründüğünden, ama tatlı bir adamdı, popo çatalım görünmüyorsa, doğru yapmıyorumdur bu işi, dedi.:)

neyse. şimdiden afiyet olsun size.

Mehmet Osman Çağlar dedi ki...

Aç insanlarla, dünyanın fakir halklarıyla dayanışma içinde olmak amacıyla, sahneye gösterişli ayakkabılar yerine çıplak ayakla çıkmayı tercih eden Cesaria Evora’yı dün kaybettik.( http://http://www.youtube.com/watch?v=Esdl_3kKSBk) Pazar gününüzü renklendirir belki Besame Mucho.

Erol Taşı bilemem ama ergenliğimin unutamadığım filmi "madly" de Catherine Deneuve'un bir spagetti yiyişi vardı ki yıllar sonra bile anılarımın en müstesna köşeşini doldurmaktadır halâ...hey allah nereden nereye.:) Dostlukla...

endiseliperi dedi ki...

başınız sağolsun, mehmet. teşekkür ederim video için de, dinliyorum şu an.

hmmm...catherine deneuve spaggeti'yi nasıl yemiş, çok merak ettim şimdi. bunu da youtube'a sorayım bir:)

sevgiler.

redrabbit dedi ki...

makarnayla iştah yan yana durur hep aklımda da Amelie filmini izleyince şaşıp kalmıştım.Kızcağızın her akşam kendine mahsun mahsun bir tabak makarna yapması,tabağa koyup üstüne peynir rendelemesi ve camdan dışarı falan dalıp,o makarnayı soğutması,yememesi..O sahnelerde aklım hep o peynirin eriyip sertleştiği makarnacıktaydı.Yenmemiş,tabakta bırakılmış yemek,yemek suyu falan olur da makarna hiç tabakta bırakılmazmış gibi ...Bırakılmamalıdır bana kalsa.Bir arkadaşım koca bir tencere yapıp,3 gün yerdi.Hem de buzdolabından çıkarıp,direkt,ısıtmadan..Çatal kullanırdı ama...Allahtan..

Adsız dedi ki...

Böyle hiç ilgisi yokmuş gibi konuların birbiri ile bağlanmasını seviyorum ben. Güzel de olmuş. Çatal'ın hikayesi ilginçmiş...
Sevgiler,

endiseliperi dedi ki...

redrabbit'ciğim, ama çatala bağlamışsın yazıyı sonunda ya, gereken yapılmış:)

bizde makarna çok yapılır. ben ne börekler, dolmalar, köfteler yapayım, ama arçil eğer makarna sözünü duyarsa, yaşasın şölen var, der:)daha kapıdan içeri girerken ocakta haşlanan makarnanın kokusunu aldıysa daha bir sıkı sarılır, eve geldiği için daha bir mutlu olur sanki. ben de sık sık yapıyorum. arçil hiç ilgilenmez mutfakta ne dönüyor, ama tencerenin dibinde kalan makarnayı döküyorsam hüzünlenir, dökülür mü ya, makarna, der:)

öpüyorum çok seni.
sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili aze'ciğim seni gördüğüme çok sevindim. canım benim, küstürdüm seni diye çok üzülüyordum. vuslat'ı küstürdüm sanırım. ama eğer anlatsam insanlarda gördüğüm şeyi, o gördüğüm şeyle kurduğum bağı, beni anlar, küsmezdi.

teşekkür ederim aze'ciğim. ben sanırım hep yapıyorum bunu, bağlantısız görünen şeydeki bağı görüyorum. aşağılarda bayan ç ile de konuştuk bunu. çünkü neticede dünyaya bakan o tek zihind etoplanıyorsa her şey, her şey arasında bir bağ olabilirmiş gibi geliyor bana.

öpüyorum çok seni. sevgiler.

aglea dedi ki...

merhaba sevgili endişeliperi,

"uygarlık" kelimesi geçince aklıma geldi, dedim ki; (bunu raskolnikov'u reklam filminde görüp heyecanlandığımda da demiştim) endişeliperi tv izlemez ya, belki bu olağanüstü sahneyi kaçırmıştır, ama mutlaka görmeli, dedim. adamın yüzündeki tedirginliği izlerken ağlamak geldi içimden. hatta, "keşke" dedim, bu sahneyi izlememeyi bile göze alarak, keşke hiç karşılaşmasalardı...

ökçe dedi ki...

Peri'cigim;

Denk geldi ve ilk kez bir kitabi bitirdikten (neredeyse) hemen sonra, onunla ilgili yazini okuyorum, nasil mutlu oldum inanamazsin:)

Her zamanki gibi cok guzel anlatmissin..

Murat Belge kitaplari okuyorum demistim ya hani, onun, 'Tarih Boyunca Yemek Kulturu' kitabi ile paralel okudum 'Catal Kulturu'nu' ve din adamlarina takintim yuzunden olsa gerek, (soylene soylene mutlaka;P) sf26'da ve baska yerlerde isaretlemisim bahsettigin paragrafi.


Bu konuda hizimi almisken, Filozoflarin Karni ve Kafka'nin Corbasi'ni da ekledim kitap yurdu sepetime.

Neyse;

Bizim Anadolu'da, 'SUYUNA EKMEK BANMAK' diye bir deyim vardir biliyorsun ve halen daha, menemen gibi bazi yemeklere, ekmegi catalla degil de, elle banip agza atmak buyuk keyiftir.

Acikcasi, bazi kucuk balik turlerini, catalla yemek cok da mumkun olmadigindan, kibarligin ve gorgu kurallarinin canini cehenneme yollayip, ben de elimden faydalanirim:)

Yine, su fastfood kulturu dedigimiz sey de catali devre disi birakmistir degil mi. Hamburgerin yaninda verilen patates kizartmalarini, yagina aldiris etmeden, herkes eliyle yemekte.

Islak mendilin icadi ile bu catalsiz hallerimiz, yavas yavas kamusal ortamlarda da legallesmeye basladi sanki:)

Cok konustum ama Leylak Dali'na bahsettigin 'sesli kitap okumak' meselesinin tum okuyucularini heyecanladirdigina eminim. Lutfen, en kisa zamanda yap bunu:)

Bir de mumkun olursa, mutfaginda bize kurabiye tarifi cek video ile, seni oyle de izleyelim, ne hos olur:)

sevgilerimle..

aglea dedi ki...

dedim de, linki vermeyi unuttum sanırım:) 1 dk. hemen kopyalıyorum.

http://video.cnnturk.com/2011/yasam/12/17/beyaz-adamla-ilkel-adamin-ilk-karsilasmasi-1

ökçe dedi ki...

Sevgili Aglea;

Ben o guzel reklamdan hemen sonra, verilen numarayi aradim ama sifre istediler:)

Evet belki oburluk ettim, sadece görme engelliler icin veriliyor bu hizmet ama kirildim da biraz.

Belli bir yasin uzerine gelince keske herkes icin mumkun olsa dinleyebilmek degil mi:)

endiseliperi dedi ki...

sevgili aglea,
ne güzel haberlerle gelmişsin! raskolnikov'lu reklam filmini de, ilkel adamla modern adamın karşılaştığı o belgeseli de izledim. çok hoşuma gitti. ben sanki mahrumiyet bölgesinde bir köydeymişim de... hani marquez'ın yüzyıllık yalnızlık kitabında macondo'ya bilge çingeneler gelir; çingene melquiades dünyada olan harikakaları, yenilikleri köydekilere tanıtır... kendimi öyle hissettim bir an. teşekkür ederim.
ben aslında özellikle sevdiğim bir sanat eserinin reklam, dizi vs gibi yerlerde sömürülmesine çok içerlerim. ama bu reklam filmi çok hoşuma gitti. neticede kitabın kendisine ulaşmanın bir kolay yöntemini sunduğu için. ve ne güzel çekilmiş! bana kalırsa telekom'un bu hizmetinden körlerden çok engeli filan olmayanlar da yararlanacak. hatta bu filmden yola çıkarak kitap okumanın; okuduklarını hayalinde işte böyle canlandırmak olduğunu, bunun kadar basit olduğunu, bazı kibirli insanların havalı bir şekilde, kitabı anlamanın kendi özel yetenekleriymiş gibi tuhaf bir bilgiç sınıf yaratmalarının havagazı filan olduğunu idrak edecek insanlar da basit, yalın, dürüst bir şekilde ellerine suç ve ceza'yı alıp raskolnikov'un trajedisine kendilerine göre anlam yüklemenin, bir dizide gördükleri trajediyi anlamak kadar aslında kolay olduğunu (tek cümlede dört tane etti mi "olmak" fiili? dur, beşe tamamlamaya çalışayım ben. dördü sevmiyorum), kitap okumanın olduğun insanı tanımak ve olmak istediğine yönelmek için harika bir anlayış kazandırdığını kavrayacaklar.
belgesel için de senin dediğini gene uzatmaktan başka bir şey yapmayacağım sanırım burda. ne çok konuşan bir insanım ben. sana şimdi conrad'ın karanlığın yüreği'ni önereceğim, güleceksin. bana onu anımsattı. beyaz adamdan hayır geldiği görülmemiştir. o yalancı iyiniyetli söyleminin ardında dehşet yaratan bir sömürüyü gizler hep. hep! beyaz adamın köye gidip, orada domates yetiştirme özlemine de saygı duymuyorum artık. çünkü bildiğin ölçüde kirlenmiş biri olarak orada organik bir dünya yaratman mümkün değil. hah, senden de conrad okuyor fotoğrafı istiyorum o halde. son olarak pass gönderecekti affan'la filan birlikte çekilmiş bir conrad'lı fotoğraf ama, hala bekliyoruz.
ee, denecek her şey dendi mi? dendi galiba. o halde,
sevgiler.

ökçe dedi ki...

ps: Peri, T-Box'da cok guzel, kocaman, ucu firfirli kirmizi semsiye var:)

endiseliperi dedi ki...

yüksek ökçe'ciğim,
murat belge'nin o kitabını okudum mu ben acaba? sanki okudum. ama evde yok şimdi. atmayayım şimdi. onun yemek kitapları da pek lezzetli, evet. teşekkür ederim, fena değil de, şöyle epey matrak bir yazı yazmak istiyordum bu çatal kültürü hakkında aslında. kitabı ilk okuduğumda hissettiğim o ışıltılı hafifliği hatırlayamadım şimdi yazayım istediğimde. bir nevi kendi ilk duygumu taklit etmeye çalıştım da eh, işte böyle bir yazı çıktı. beni tanıyorsun ya, toz bezi ile bile konuşurum, çatalı şimdi daha iyi anlayıp, saygı duyuyorum ona. şimdi aglea'ya yazarken aklıma geldi çingene melquides köye galiba mıknatıs getiriyor da hayranlıkla bakan şaşkın köylülere eşyanın da canı olduğunu, bütün işin onların ruhlarını uyandırmak olduğunu, söylüyor. ben işte çatal denilen varlığı cins isimlikten çıkarmaktan hoşlanıyorum. ben çıkarmıyorum da çıkaranı takdir edecek yazı yazıyorum, diyeyim. yaptığım da bir şey yok.

aa bu filozofların karnı'ndaki temaya benzer bir yazı yazmıştım ben. galiba lusin olarak yazmıştım. hatırlarsam nerde geçtiğini sana bağlantısını veririm. evet, çok hoş bir kitapmış bu. ben de almalıyım bunu. kafka'nın çorbası kitabından neolitik hanım bahsetmişti yanlış hatırlamıyorsam. süper kitaplar seçmişsin. acaba ben de mi alsam bunları... çünkü ben okudukça almak gibi bir karara varmıştım iki yıl önce, iyi de uyguladım. ama bu aralar henüz bir okuma programı yapmadım kafamda. çok dağınık kafam bu aralar. en ufak bir hedef koyamıyorum. kendimi huzurlu filan duyuyorum ama karamsar bir söylemin içine çabuk düşüyorum. sevmediğim bir ruh hali içindeyim. çünkü kendimi anlamamak beni tedirgin eder. biraz dalgaya vuruyorum o nedenle bu aralar, dizi mizi izliyorum.
hah, bu suyuna ekmek banmak sözünün kaynağı hakkında çatal kültürü kitabında da bir şeyler var. o zamanlar ekmekler çok, çok sert olurmuş, testeremsi bir bıçakla güçlükle kesilip, çorbaya katılırmış. galiba böyle şeyler yazıyordu, açmayayım şimdi. bu kitap yayınevi2nden çıkan kitapları seviyorum. karga, köpek olmanın güçlüğü filan hep severek okuduğum kitaplardı. ama bu kitapta gereksiz bir ayrıntı, toparlanmamış bir dağınıklık var sanki. hoş kitap da, sanki uzuuun bir metinden, kitap için bölümler seçilmiş gibi, anladın mı? okurken o birbiri üstüne yığılan tarihler, şehir adları biraz tatsızlaştırıyor kitabı. çünkü bu tür kitaplardan beklentin, daha oyuncaklı, esprili bir dil. al mutlaka, ama bu sözlerimi de unutma.
geçen gün kanat ızgarayı elimle yedim. o da çatalla yenmiyor valla. yanımda da kolonyalı mendil vardı. ama yine de bu tür yiyecekleri böyle yiyince gidip sabunlana sabunlana duş alman lazım sanki, ağzın, yüzün... belki şu mide rahatsızlığı da bende aslında olmayan bir terbiyeyi zorluyordur; küçük lokmaları yavaşça çiğneyeceksin... çiğnemeye devam edeceksin... hayır, öyle arada patates kızartmasına uzanamazsın, hepsi sırayla. valla öyle. süper bir kibarlık filan hasıl oldu bende;)
sesli kitap okuma için arçil'e sordum, hazırlasın tertibatı diye. ama canım ne yoğun o da. fırsatı olmadı oyunlardan, arkadaşlarıyla geyikten.
mutfakta kurabiye içinse, bahar gelsin önce bir bakalım:) yoksa şarap içip çorba karıştırırken yazacağım konuyu doğrudan konuşarak da şey yapabiliriz. çünkü aklımdan geçeni yazmak için klavyeye nasıl hızlı basmam gerekiyor bilemezsin. yazmakla konuşmak aynı olur mu bilemiyorum gerçi. bakalım.
teşekkür ederim teşvik edici sözlerin için, yüksekökçe.

sevgiler çok.

endiseliperi dedi ki...

yüksekökçe,
cehaletimi bağışla ama, görme engelli olmadığımızı nasıl anlıyorlar? onların özel telefonu mu oluyor, özel bir kayıtları mı var, nedir acaba? hay allah, tabii ki herkes yararlanmalı, ne olacak ki? belki kör olmadığımız için bir hayıflanma içinde bulunmamız da ne bileyim, tatlı bir şey:p

fırfırlı, kırmızı şemsiye iyiymiş. dikkat etmişsin o yoruma:) aklımda olsun, boyner'e gidince bakayım.

sevgiler çok.

ökçe dedi ki...

Peri;

verilen numarayi (0800 219 91 91) arayinca, 'lutfen kullanici sifrenizi giriniz, eger sifreniz yoksa, GETEM'in .... numarali telefonunu arayarak sifre aliniz' filan diyor bir operator. GETEM'i aramadim ama muhtemelen gorme engelli oldugumuza dair bir bilgi/kayit vs istenecektir.

***

Murat Belge'nin kitabi acaip keyifli, severek okuyacagina neredeyse eminim. Onca bilginin arasinda, kendi yediklerini de okuyunca kucuk dilimi yutacaktim:)

Zannediyorum, benim diyen zenginler, mesela 'Rahmi KOC 'bile onun kadar cesitten nasiplenememistir su dunyada..

Adam, lafin gelisi, 'Ingiltere'deki gazeteci arkadasim Anthony ile Romanya'daki Cavusesku'nun uzerine o yazin oglak cevirmesine iddiaya girip kazaninca, parasini o odedi ben de cevirdim' ya da ren geyiginin tadi suna suna benziyor derken o kadar dogal ki, goren de bizim tavuk kanattan bahseiyor sanir.

Vedat Milor halt etmis yaninda.
Tam keyif adami vesselam!


Ha, ara ara, solculugu uzerinden araya sokusturdugu espriler de cabasi.

***

Kirmizi semsiyeyi gorur gormez aklima geldin. Boyu uzun biraz ve baston sapli. Cantaya girmedigi icin tasimak sorun olabilir sanki ama o kadar cici ki, deger bence:)

cok cok sevgiler..

endiseliperi dedi ki...

hmmm... yok, ben zaten dinleyerek anlamıyorum, illa okumam lazım. kendim için değil de hani evde canı sıkılan, the bridges of madison country filmindeki meryl streep gibi bir kadın'ı düşün, hoşuna gider bence. türk kahvesini yapar, camın kenarında dinleyerek. ya da daha yaşlı hanımlar için, kerime nadir filan... neyse.

şimdi evet öyle bir dünyası var, murat belge'nin. son zamanlarda da sevilmiyor pek. ben bir konuya bakışıyla bir insanın tüm tarihinin öyle harcanmasına çok acıyorum. seviyorum murat belge'nin yazılarını, valla. benim yiyeceklerle ilişkim şey olduğundan, yani nerdeys eilişkisiz olmak istediğimden yiyecekle, bana zenginlikle yiyecek bağlantısı biraz zoraki görünür. oğlak kızartmasını bize zengin gösteren onun çavuşesku ile yenmesi bana kalırsa. bir de yani hiç anlamam, arkadaş bir havyar yedik, bir havyar yedik... nedir yani:)

hani şu pek beğendiğim i am love filminde aşçı antonio'nun yemekle ilişkisi hoşuma gider. patlıcanı mürdüm çiçeği sosundan filan geçirir... bir tür sanat. hoş bir ilgi biçimi, çok doğal. öyle de sevişir, çok kendiliğinden, çok doğal. dur, bu sohbete girmeyelim.

şemsiye dediğin de baston saplı olur, ya. ben öyle eğilip bükülüp çantaya giren şemsiye sevmem zaten. tatlı sert filmindeki gibi gerektiğinde silaha dönüşüp, kafasına filan vurabilmelisin birinin icap ettiğinde.

ne çok konuşasım varmış. arçil gelmek üzere. ben mutfak mesaime döneyim. kapı çalındığınde sofrada yemeğin hazır olması kuralı bizim evde vardı. babamın pek anlayış göstermek istemediği bir şeydi, sofranın kurulmamış olması. bende de ordan galiba, kapı çalınacak da sofra hazır olmayacak, amanın, bir ürküntü... ne oluyor, ya, ne kadar domestik bir damar varmış bende, itirazsız kabul ediyorum.

hadi ben gideyim. öpüyorum seni.
sevgiler.

aglea dedi ki...

ökçe'ciğim,

benim de aklımdan geçmişti, en azından bir kaç dk. denemek istemiştim:) hay allah, demek bu şahane şey için insanların görmediklerini kanıtlamaları gerekecek. gerçi endişeliperi'nin dediği gibi ben dinleyerek anlayamıyorum. hatta kendi sesim bile dikkatimi dağıtır. illâ sessizce...

endiseliperi dedi ki...

bi de acaba kitap listesini hangi aşamada öğreniyorsun? hangi kitaplar ve kaç tane okunmuş acaba? merak ettim şimdi. tanpınar'ın huzur'u filan varsa, valla dinlemek hoş olurdu şimdi. hani okumuşsun zaten. sait faik kesin vardır. o da güzel olur. bu GETEM'in şifresini filan kırarız biz, neyse o, körüz diye kandırıp, dinleriz. dokuzuncu hariciye koğuşu da çok güzel olur. parasız yatılı filan. bir de kar yağar belki. süper. o zaman listeyi öğrenip, zaten okuduğumuz türk yazarları varsa ben dinleyelim, derim. hatta şimdi arayayım bakalım.

endiseliperi dedi ki...

http://www.getem.boun.edu.tr/user_management/getem_okunan/okunanara1.asp
burada kitap listesi varmış. fena kitaplar okunmamış. mina urgan'ın beş ciltlik ingiliz edebiyatı tarihi okunmuş bi kere. iyi aklıma geldi, idefix'e sorayım kaç para acaba bu kitap.

endiseliperi dedi ki...

umur, okudum yorumunuzu. yayınlamayacağım...

aglea dedi ki...

sevgili endişeliperi,

marquez'in kitabındaki çingeneyi hatırladım. çok güzel, sevindim bu benzetmeye ve izleyip beğenmene de:)

benim aklıma da, knut hamsun'ın "toprak yeşerince"si geldi. hamsun, kuzeye doğru yürüye yürüye gelen, kaba saba, kızıl sakallı bir adam, diye anlatır isak'ı. ıssız bir yer bulup yerleşir isak. önce başını sokacak bir kulübe yapar, sonra patates ekmek için bir parça arazi çevirir. dahası bir kaç hayvan edinir, derken yakınlardaki köyden bir adamın yolu düşer oralara. isak ona; işlerime yardım edecek bir kadına ihtiyacım var der. sonra inger gelir, o da kaba saba, iri yapılı bir kadın. epey zaman sonra birinin daha yolu düşer, isak ve inger'e, hemen nikahlanmalısınız der ve her pazar günü en yakındaki köyün kilisesine gitmelisiniz. bir başkası, bu toprağın sizin olduğunu belgelemelisiniz der. böyle böyle kaybederler sessiz, tasasız hayatlarını...

dostoyevski'nin okunup bilinmesi ve yaygınlaşması konusunda söylediklerinize kesinlikle katılıyorum.

conrad'a gelince:) bu bende biraz sızılı bir durum. sizden conrad'ı okumadan, bahsettiğiniz ve isimlerini ilk kez sizden duyduğum diğer kitaplarından çok önce, conrad'la ilk maceram tam da "karanlığın yüreği" ile oldu. kitabın şahaneliğinden hiç kuşku duymadan ben, defalarca okumaya başlayıp bıraktım. sanki bir kitabı açıp, sizi içeri, içindeki karanlığa çeken bir elden kaçar gibi, biraz da zorlanarak kapatıp kaldırdım rafa. ama hep de aklım kitapta kalarak. bunu artık yıkmak istiyorum. üstelik çivi çiviyi söker hesabı, tam da "karanlığın yüreği" ile. conrad'a teslim olmamın zamanı bence de geldi:) şu conrad'lı fotoğraf fikriyse harika. bunu yapmayı çok istiyorum, evet. yalnız o pozu verirken conrad'a mahcup olmamak için kitabı bitirmek veya en azından yarılamak isterim. sonra da size zevkle fotoğrafı yollamak. teşekkürler şimdiden:)

endiseliperi dedi ki...

knut hamsun'ı sevmen ne hoş! biri hamsun'ı sevdiğini söyleyince coşkulu bir şaşkınlığa düşüyorum hep. faruk ahmet'e de demiştim bunu. sanırım ben faruk ahmet'i de knut hamsun2ı sevdiği için sevmiştim. çünkü hamsun... aslında nasıl anlatacağımı bilemiyorum şimdi, fiyakalı değildir, cümleleri öyle yalın, bakışı öyle sade, doğa ile, insanlarla ilişkisi öyle özel ve başkadır ki, gözden kaçabilir, ertelenebilir, değeri anlaşılmayabilir gibi gelir bana. hakkında lüzumsuz o şaibeleri de düşününce... tüm bu engelleri aşıp biri knut hamsun'dan bahsedince duygulu bir coşku duyuyorum. hamsun'ı sahiplenmek bana mı düşmüş ki, böyle duygulanıyorum! hayır, ondan değil. bahsettiğim, hamsun'ın değeri değil, hamsun'ı okumak için seçen ve onu seven biri çok ilgimi çekiyor. bilemiyorum... o okurda bir toprak, doğa insanı olma ihtimalini görüyorum. onun, bir kendiliğinden, kendi kendine derinleşmiş(bilge lafını hamsun sevmiyordu galiba. o nedenle sildim onu)bir yalnız ve yalnız olmayı umursamayan derviş halini o çok yalın cümlelerin arasından sezen okuru çok önemsiyorum. çünkü dostoyevski'yi, kafka'yı, borges'i seversin, zaten sevmeyeni döverler. herkes sever. hakikaten de seversin, hayran olursun filan. ama hamsun, çok bambaşka bir kulvarda bir yazardır. neyse, bu kadar yeter. çok oldu zaten okuyalı hamsun'ı. ben hamsun mı okusam acaba bilemedim şimdi. kendi kendime heyecanlanıp hamsun havarisi kesildim şurada:)

bahsettiğin kitabın çok benzeri, yüzyıllık yalnızlıkta da geçer. muz şirketi, işçilere siteler, belediye başkanı vs gelir. ama öylesine gereksizdir ki varlıkları nitekim... hmmm grev yapan ölü işçileri bir trenle taşırlar ve ortadan yok olurlar. kimse hatırlamaz. sadece arcadio hatırlar. neyse. uzatıyorum.

dostoyevski'yi herkes biliyor da aglea, ben istiyorum ki bazı kitaplar korku yaratıyor ya, korkmasın okur istiyorum. yani o çorbayı karıştıran yalnız, dertli ev kadını var ya korkmasın dostoyevski'den. çünkü bir takım yazarlar, isimler bazı okurlar tarafından da bir heyula gibi dikiliyor insanın önünde de cesaret edemiyor o hanım okumaya. anlaşılmayacak bir şey yok oysa.

karanlığın yüreği öyle, evet. çok insandan da duydum bunu. bırak onu şimdi, aglea, başka bir kitabını al, bana kalırsa. hah, batılı gözler altında-razumov'un öyküsünü oku. inan bana, sen çok beğeneceksin onu.

tamam, fotoğrafını da bekliyorum. o fotoğrafın nasıl olacağını az buçuk tahmin ediyorum;) neolitik hanım'ın lansmanını burdan, conrad'la yapmıştık. belki senin de öyle olur, yüzünü filan görürüz artık, ne dersin;)

sevgiler.

Adsız dedi ki...

Yok yok, kolay kolay küsmem ben öyle. Hatta kapıdan kovulsam bacadan girerim, alınmam öyle hemen :-) Ama küsersem de külliyen kalbimi kapatıyorum, bu da kötü...Neyse.

Hani şu ; tek zihin değil mi nasılsa demişsin ya benim o kadar inandığım bir şeydir ki o, insan birinden daha duyunca ne hoş oluyor öyle.
Bence, bilmem izledin mi avatar filmindeki düm evrenin enerji ağacaı var kesinlikle...:-)

endiseliperi dedi ki...

çok şükür. küsme, aze'ciğim. bende de var o huy, bir yere kadar çok tahammüllüyüm de tuhaf bir kırılma noktası var, ondan sonra genelde küsmüyorum da ilgim dağılıyor. küsmem için çok yakınımda olup gerçekten çok hayal kırıklığına uğratması lazım. utandırması, bile bile çok feci şekilde ve umursamazca üzülmeme neden olması filan.

avatar filminin nickelodeon kanalında dizisi vardı çizgi film olarak, arçil'le izlerdik. film olarak izlemek nedense mümkün olmadı. izlerim ama bir ara. izlerken de aklıma sen gelirsin. teşekkür ederim.

sevgiler çok.

Adsız dedi ki...

Çizgi filmi olmamalı ama ? Hani şu james Cameron 'un yöenttiği ilginç bir sinema tekniği ile çekilen üç boyutlu hali çok övülen hollywood filminden bahseiyoruz değil mi?
Ben çok tavsiye ederim, muhteşem bir hayalgücü var orada. Arçil 'in kaçırdığını sanmıyorum ya gerçi.

endiseliperi dedi ki...

tabii tabii, doğru diyorsun. ben filmini izlemedim işte. arçil, evet izledi arkadaşlarıyla:)yarın sinemaya gidelim, diyorum ona. çünkü salı öğleden sonraları nispeten rahat. ben hugo'yu çok görmek istiyordum ya, arçil'le ortak karar; sherlock holmes oldu. bakalım, umarım ders programı uyar, ben tembellik yapmam ve gideriz. ilkini çok sevmiştik o filmin. müziklerine de bayılmıştım.

sevgiler.

neo dedi ki...

çatal kitabını okumuştum ben de ama unutmuşum bile, hatırladım bu vesileyle, eline sağlık periciğim.

kafka'nın çorbası güzel kitaptı, bütün tarifler yazarların üsluplarını yansıtmakta aynı derecede başarılı değildi ama olsun, keyifle okumuştum.

sherlock holmes'a gittim ben de haftasonu, beğendim çok. ilkini izlememiştim, onu da bi gece önce izledim, dizi izlemek gibi oldu üstüste izleyince. bloga da yazdım, jude law'dan süper bir dr watson olmuş diye :) tembellik yapma, gidin sherlock'a.

evet ya, conrad'lı fotoğraflar vaadedilmişti, unutulmasın, yenileri eklensin kolleksiyona, bekliyoruz.
öptüm.

endiseliperi dedi ki...

günaydın neocum,
ben de unuturdum kitabı ya, insan yazınca unutması daha zor oluyor.

evet, sanırım sen bilmece olarak da sormuştun, bu tarifi kim yazmış olabilir, diye, di mi? güzel bir yazıydı o. üslup taklit etmek de kolay derler ya bana çok zor gelir. kitabı merak ediyorum bu nedenle.

sabah kalkınca havaya bakıp, bu havada sokakta kendimi hayal ettim de sevimsiz geldi bir an. ama arçil aradı bir süre sonra seansı konuşmak için de kendimi çok kararlı buldum o sırada. evi şöyle bir toparlayıp çıkarım erken erken. GNC'de %30 indirim var bugün. vitaminim bitmek üzere, ondan alırım. bir de komşu fırın'ın ekmeğini seviyoruz. çeşit çeşit alıp, dondurucuya koyuyorum. tchibo'dan arçil'e de bana da bere almıştım, ne tuhaf, ikisini de kaybettik. belki iki bere daha almak lazım ama ne sıkıcı alıp alıp, kaybetmek.

sherlock holmes'un ilkini çok beğenmiştik. bakmadım ama müziklerini yine hans zimmer mi yaptı yine acaba, çok hoşuma gitmişti. okurum şimdi senin yazını da. jude law'ı niçin sevmeyiz acaba? jude law'lı ilk hatıramı düşündüm; existenz filmiydi galiba. tuhaf bir filmdi, tekrar izleyeyim. onu bir arkadaşımla birlikte izlemiştik ama ben onunla izlediğimi unutmuşum, bir süre sonra arkadaşımla buluştuğumuzda ona filmi anlatmaya kalkışmıştım da çok bozulmuştu, ayıp etmiştim. belki jude law'ı sevmememin nedeni budur:)

conrad'lı fotoğraflar serisini ben de çok seviyorum. söz veren arkadaşlar dışında, başka arkadaşlar da eğer gönderirlerse ne çok sevinirim, diyeyim burdan.

öpüyorum seni neo'cum. hafif bir keyifsizlik var sanki üstünde de bir neşeyi zoraki tutup yazmışsın gibi hissettim.

sevgiler çok.

neo dedi ki...

komşu fırın ekmeklerini ben de seviyorum. özellikle, kare şeklinde, beyaz, yayla ekmeği dedikleri. tereyağla nefis oluyor.

yine doğru tespit :) var üzerimde bir keyifsizlik gerçekten, belli bir sebebi yok ama galiba kendimden memnun değilim bu ara. içler dışlar birbirini tutmuyor :) hayatımın bu aralar aldığı istikametle, yaptıklarımla, isteklerim, arzularım pek denk düşmüyor. düşsün diye daha fazla çaba harcamam gerek sanırım, onu da yap[a]mıyorum. bilmece gibi konuştum diy mi? :) öyle işte, neşeyi zoraki/gönüllü tutmaya devam ama yine...

çok sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

neocum, az önce eve gelebildik. uzun sürdü yol ve biz yola çıkmadan sandiviç filan yemiştik ya yine acıktık. bu dolapta ne varsa çıkardığın sofralar da ne zengin, renkli oluyor. komşufırın'dan da ekmeğimizi aceleyle aldık. yayla ve osmanlı ekmeği aldık bu kez.

filmi, sherlock holmes'u çok beğendik biz.ilkine göre kötü filan diyorlar ama gayet güzel bence. çok eğlendik.

böyle yorumlar, yazılar yoluyla d aolsa birbirini epey bir tanıyor ve böyle sözcüklerin arasından o sıkıntıyı sezebiliyor. bilmece gibi olmuş ama neocum, o denk düşmeyen, çatışan şeylerin toplamına hayat diyoruz işte. havalar da pek yardımcı olmuyor. ben batsın bu dünya kasvetinde olduğum zamanları şöyle bir tartsam çoğunda regl öncesi sendromu yaşıyorumdur. bir şey de elimizde değil aslında neye çaba harcayacaksın işte. bend e şimdi neşe vermedim ama, geçici olduğunu, sıkıntıların sorumlusunun sen olmadığını söyleyeyim.

öpüyorum çok seni.
çok sevgiler.