güneş iyi bir şeydir; önerilerle dolu bir gün inşaa eder, ihtimallerin her birine katacak bir parça neşesi vardır. o halde; davranışlarında yumuşak, kararlarında sert bir insan olalım, yatağı hemen toplayalım, kettle'a kahve suyu koyalım ve müzik!
bugün pek muhabbetçi bir halim var. şişli'ye kadar gidebilirim bu uğurda. ama çok uzak, güneşi yarı yolda kaybetme ihtimali de var ki, kontağı istediğin kadar çevir, neye yarar, benzin bittikten sonra. böyle zamanlarda kadıköy çarşısı, dünyaya sevgi dolu bakan bir çizgi romancının neşeyle çizdiği bir sayfaya benziyor hayalimde. önümdeymiş gibi sayfadaki her ayrıntıyı mutluluklu inceliyorum. öyle ki, üst kattaki gizli atölyede işe erken başlamış, mola verip pencerede sigara içerek sokağı seyreden ayakkabı ustasını, henüz tezgaha dizilmemiş buzlu kasalardaki balıkları, kurabiye kokulu pastaneden çıkan dumanı... manzaraya kendisini de ekleyen oyunbaz çizer gibi her zaman oturduğu pastanenin dışarı çıkarılmış küçük masasında çayını ve sigarasını içip aylakça çevreye bakan kendimi... sonra sayfayı çevirirken bilinci son hız açılan biri gibi kendime evde, mutfakta gelip kahveyi yapıp, sigarayı yakıyorum. ne harikulade bir gün.
sizinle konuşalım. seviyorum bunu. ve korkarım, sağlıksız denecek kadar da bağlıyım buna. ne konuşsak? eğlenceli bir şey olsun. dün akşam, julian barnes'ın manş ötesi adlı öykü kitabını okurken hoşuma giden bir paragraf vardı, ordan girelim. kilisedeki papaz, hiç deneyimi olmamasına rağmen tenin günahlarından arındırılması kuramından bahsetmek amacında cemaatine. bu kuramı anlatmak için de dolambaçlı bir yol izleyerek dinleyicilerini eksantrik giysiler giymenin tehlikeleri konusunda uyarmak istiyor.
"bazı kimseler tanrı kelamının gerçek otoritesine karşı çıkıp çoğu kez bir üniforma giymeyi benimseyerek kendilerini ötekilerden ayırmayı seçiyorlardı. işte ménil-montant'ın komünizm benzeri toplumunda sevgiyi simgelemek için beyaz pantolon, çalışmayı simgelemek için kırmızı bir yelek ve inancı simgelemek için de mavi bir ceket giymişlerdi. bu son giysi düğmeleri arkadan iliklenecek şekilde yapılmıştı; çokeşlilik savunucularının kardeşliğin bir kanıtı olarak benimsedikleri bir özellikti bu, çünkü hiç kimse ceketini bir başkasının yardımı olmaksızın giyemezdi. papaz , konuşmasının bu noktasında bir konuyu kutsallık dolu bir sessizlikle geçiştirdi; bu sessizlik sırasında cemaatten bazıları papazın neyi dile getiremediğini doğru olarak tahmin ettiler; çokeşlilik savunucuları, dolayısıyla bir başkasının yardımı olmaksızın soyunamayacaktı.
arka sırada oturan adéele şimdi tamamen dikkat kesilmişti, papazın cüppesinin önündeki düğmelere sanki erdemin ta kendisine bakıyormuşçasına bakıyordu; aynı zamanda da birkaç gün önce gözünün kaldığı pamuklu kızıl bir yeleği anımsamıştı."
giysilerin böyle, hemen her zaman ideolojik bir anlamı oldu sanırım. bizim yakın zamandan hatırladığımız yeşil parkalar gibi. arçil geçen yıl aldığım siyah anorak mont yerine bu yıl yeşil, kocaman bir parka giymek istediğini söyleyince ona bu giysinin bizim tarihimize denk düşen anlamından bahsettim biraz. komünist olmaya dünden razı olduğundan sabırsızlıkla o yeşil parkanın içine girmek istedi. benim pis bir huyum var; zaman zaman çok didaktik bir anneyim. "ama," dedim, "her insan okumazsa olur da, komünist adamın cahili hiç çekilmez... fikrini savunur durumda olmak için donanımlı olman lazım bi kere. her insanın asgari yaşam standartının sorumluluğunu üstlendiğinden insancıl olacaksın. yani hem cahil olmayacaksın, hem ruh saflığına sahip olacaksın bu durumda. en zoru bu. emeğin kutsallığından bolca bahsedeceğin ve bunu demeye hakkın olması için de çalışkan olacaksın, insanların üstünden kolayca para kazanmayı ahlaksızlık sayacaksın... ee, küfür etmeyeceksin, devrimci adam için bir yozlaşma göstergesidir küfür. bu durumda kişiliğini askeri bir disiplinle örgütleyebilmen gerek o yeşil parkayı giymek için." eh, bir daha yeşil parka sohbeti geçmedi aramızda:) bu ne ya, her yıl mont mu alınır! istediği botlar için de benzer bir sohbet geliştiriyorum aklımda. böyle böyle ucuz atlatacağız bu yılı;) şaka şaka, o kadar da diil.
biz, kılık kıyafet devrimine sahip bir toplumuz. bunun öncesi de var; onyedinci yüzyılın ortalarında şeyhülislam yahya efendi, hangi kıyafetlerin caiz, hangilerin yasak olduğunu, kimin, ne giyeceğini bir bir yazmış. "... bir husus dahi budur ki bazı derzi kafirleri vardır ki kırmızı yelken takye ve kırmızı arakiyyeler giyerler. müslümanlar bilmezler ki müslüman mıdır, kafir midir bilmeyüb selam virirler, ri'ayet iderler. günahdur, bunlara dahi yasağ olunsa." hmmm...
bizim avrupa ile uyum çabamız daha kırım savaşına 1856 yılına kadar gidiyor. bu tarihten itibaren katibim şarkısının da etkisiyle şehirli erkek kıyafeti avrupa tarzına uymuş, mobilyadan masaya hızla avrupa adabı benimsenmeye başlamış. anadolu halkı yine ilgisiz konuya; yirminci yüzyıla kadar hiç değişmemiş anadolu modası.
abdülhak şinası hisar, çamlıcadaki eniştemiz kitabında - çok şenlikli bir kitap. okumanızı isterim-, garplılaşmak temayülü gösteren cedlerimizin çok çirkin giyindiğini, çünkü bu şeylerin iyisini kötüsünü ayırt edecek bir beğeniye sahip olmadıklarını söyler.
benim giyim tarzım yine başa dönmüş durumda. kavisi düzgün dairesel hareketle mü-kem-mel bir sıfır yani. kot pantolon, büyük gömlek, kocaman kazak içinde yine en mutlu olduğum o paspal haldeyim. ne etime saplanmış küpelere, ne bileğimden itibaren beni kıskıvrak yakalayan saat kayışlarına tahammülüm var. zaman zaman çekiciliğine kapıldığım alyansı aynı hızlı hareketle çıkardığımı siz de burada müşahade etmişsinizdir:) annemden para istediğimde, "başıma yıldırım düşse, beni koruyacak kuruş yok," derdi, aynen öyle tüm süslerden azat edilmiş durumdayım.
ancak giysi tarihimin kavisli kısımlarında ben de yaratıcı giysi mesaisinde bulundum. geleneksel bir bankanın kurum avukatlığından istifa edip bir reklam ajansında çalışmaya başladığımda en hoşuma giden şey; hayır, yaratıcılık isteyen heyecanlı bir işe başlamış, daha fazla para kazanmış, bambaşka yaşam biçimlerine, kavramlara, nasıl desem bir tür hafif meselelere sahip gösterişli arkadaşlar edinmiş olmak değildi. artık istediğim gibi giyinebilecektim! minicik etekler altında ökçeli pabuçlar, kocaman küpeler, daracık kotların üstünde el kadar tişörtler... sanki artık özgürlüğümü ilan etmiş; takım elbise üstünde saçımın yan taraflarını arkada tek toka ile tutturup, ağır, kocaman çantayla adliyeye sürüklendiğim kendimi, tek gardrop hareketiyle arkada bırakmıştım. yaşasın! gençlik işte.
giysilerinde yaratıcı bir tarz geliştirmiş, değişik türden kumaşları, renkleri çok marjinal tarzda ama hayret yine de çok uyumlu bir şekilde kombine etmiş kadınları izlemekten çok hoşlanırım hal böyleyken. giysi seçimlerine, şahsiyetlerinin göstergesi olarak çok önem veren kadınlar, her ilişkide flört ettiği erkeğin beğenisine göre gardrobunu radikal tek bir hareketle değiştirecek kadar cefakar zanaatçılardır:) eski sevgilisinin onu içinde görmeyi sevdiği çiçekli, sevimli elbiseler, keskin hatlı erkeksi tarzı tercih eden yeni sevgilisi ile birlikte, eski fotoğraflar gibi gardrobun dibini boylar. kadının sonsuz beğenilme arzusunu sekteye uğratan tek zaman dilimi, regl dönemi sanırım. battaniyenin altında, bol pijamalar, upuzun kazaklar, kocaman çoraplar, elinde çikolatası, acıklı bir eski siyah beyaz film izlerken, bir erkeğin bakışına da en ilgisiz olduğu periyodu yaşar. "çekilir misin ya şu televizyonun önünden!" ıyk:)
kadınların ayakkabı düşkünlüğü hakkında ne desem cehaletimi göstermiş olurum, çünkü bende hiç yok. yazın converse, kışın, bildiğin kocaman, dümdüz bot. geçen yıllarda acemi bir blog vatandaşı iken sevgili everfever'in sitesinde, o zamanlar pek moda olan ucu sivri, uzun, kalkık ayakkabıları, birazdan diyeceğim nedeni sezdirir şekilde sevmediğimi ifade etmiş, bir başka yorumcunun hışmına uğramıştım. hiç unutmam, everfever babalar gibi savunmuştu beni. sağolsun. neyse. ayakkabı icat edildiğinde öyle sağı ayrı solu ayrı değilmiş. ikisi de aynıymış. iö 200 yılında başlamış o sağ, sol ayrımı. ayakkabıda ölçü standartı da 1305'te başlamış. bunda da onüçüncü yüzyılda ingiltere'de moda olan 'poulaine' veya 'cornadu' denilen ayakkabının etkisi olmuş. bu ayakkabıların ucu uzatılarak dik durması için içi dolduruluyor veya bağlanıyormuş. otuz santime kadar uzatılan bu bölümler açıkça penis biçiminde yapılıyormuş. elbette kilise bu moda ile mücadele etmiş bu dönemde ve eh yani avamın onbeş santime, soyluların biraz daha uzun boynuzlu ayakkabı giyebileceği hükme bağlanmış.
şimdi bu penis benzeri ayakkabı konusu aklıma elbette ve derhal bülent somay'ı getiriyor. onun, bir şeyler eksik kitabını okumanızı çok isterim. gülme garantili, süper bir kitap. orada, ilk bölümde penis üstüne epey bir mizah yapıyor ve sonra diyor ki;
"(...) çünkü (maalesef) iktidarın kapısını açacak olan (kilide girecek olan) anahtar, penis, yani salt biyolojik bir organ değil. onun yunancası, fallus. fallus bir gösterge, görsel olarak penis üzerine kurulmuş, ama her dilde ondan ayrışıp iktidarı gösterir hale gelmiş bir işaret. o da bizde yok. zaten aslında kimsede yok. bazıları varmış gibi yapıyor yalnızca.
'fallus bir eksiğin göstergesidir.' asla sahip olmadığımız bir şeyin göstergesi. biz bazen o şey bizde varmış da sonradan kaybetmişiz gibi yaparız yalnızca. kadın ya da erkek olmamız fark etmez: iki durumda da fallus hep bir eksiğe işaret eder. erkekler biyolojik olarak fallusa benzeyen bir organa sahip oldukları için, "vardı da kaybettim" yanılsamasına düşmeleri daha kolaydır yalnızca.
fallus bir gösterge. polisin elindeki cop, babanın tokadı, abd'nin füzeleri. ama bunların hiçbiri sahibindeki eksiği gidermez: ne polis iktidara sahiptir, ne baba, ne de abd başkanı. o yüzden de çok tehlikelidirler: bir eksiğe sahip olmanın tahammül edilmez farkındalığıyla, ellerindeki nesneleri akıldışı biçimlerde kullanabilirler. bir şey öğrenmesi gerekmediği halde işkence yapan polis, durup duruken tokadı basan baba, beceriksizce güç kullanıp yüzüne gözüne bulaştıran abd, hep o eksiği kapatmaya çalışmaktadırlar.
hiç sahip olmadığımız, sahip ıolmanın nasıl bir şey olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyin yokluğu, tekinsiz bir duygu verir bize. yok, ama olsa ne olacaktı? daha mı güzel olacaktım? daha mı akıllı, daha mı zeki, daha mı cazip?
o yüzden de küçük bir kaydırmayla, eksikliğini çektiğimiz şeyin hiç olmamış olduğu bilgisinin üstünü örter, onu bir kayba dönüştürürüz; bir zamanlar sahip olduğumuz, ama şimdi kaybettiğimiz, elimizden alınmış, çalınmış bir şeye.
eh, onu yolda yürürken cebimizden düşürmediğimize göre, mutlaka birileri çalmıştır bizden. koparıp almıştır. o zaman çözüm kolaylaşır: bizdeki eksiği çalan birilerini yaratır, hayatımızın geri kalanını onlara kızarak geçiririz. bu birileri, yahudiler olabilir, müslümanlar olabilir, siyahlarolabilir, enteller olabilir, bizim gibi olmayan herhangi birileri.
keyif hırsızlarıdır bunlar. bizim bilmediğimiz bir şeyleri bilen, hayatımızın sırrına vakıf insanlar. türbanlı kızlara öfkelenenlerimiz, aslında bir yandan damerak içindedir: yazın ortasında böyle bir kılığa girdiğine göre, acaba benim bilmediğim nasıl bir tatmin yatıyor bunun arkasında? mutlaka benden çalınan şey oradadır. bütün siyah erkeklerin penisi kocamanmış. vay alçaklar! şu enteller işe yaramazinsanlar, hep laf, hep laf, konuşmaktan başka bir şey bilmezler. ama bu kadar lafın arasında benim bilmediğim bir şeyi biliyor olabilirler mi? benden esirgenen bir sırrı? kahrolsunlar!
biraz rahatladık mı? hayır sadece biraz ırkçı, biraz bağnaz, biraz anti-entelektüel, biraz hoşgörüsüz olmayı başardık. hayırlı olsun."
dikkatiniz dağıldı, biliyorum. kendimi tutamayıp uzun tuttum alıntıyı çünkü. hep beraber yukarı paragrafa gidiyoruz şimdi ve hep beraber hayret ediyoruz; yüksek topuk ayakkabıları önce erkekler giymiş. zaten o dönemde kadın modası uzun eteği şart koştuğundan ve bu nedenle ayakkabı görünmediğinden, kadınlar için bir ayakkabı modası söz konusu değilmiş. aurelianus (270-275) erkeklere kırmızı, beyaz, sarı, yeşil ayakkabıyı yasaklamış. osmanlılar'da da ayakkabı renkleri kurallara bağlanmış; müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, ermenilerin başlık ve ayakkabıları kırmızı, rumların siyah, yahudilerin mavi imiş.
ayakkabı (kuzuların sessizliği filminde de geçer), statü gösterir ve simgesel bir nitelik taşır. çin'de ayakkabı uyum ve denge simgesiymiş ve bir oğul sahibi olma dileğini ifade edermiş. eskiden mahkemelerde kocasının cinsel iktidarsızlığı nedeniyle boşanmak isteyen kadınlar, hakimlere bu durumu anlatmak için ayakkabılarını çıkarırlarmış. demek ayakkabı ve penis arasında ciddi bir analoji varmış tarih boyunca.
başka bir zaman size kumaş çeşitlerini ve ayakkabı isimlerini yazayım. şimdi ne yapalım? gördünüz mü, güneş gitmiş. berbere mi gitsem ben acaba? yoksa çok daha iyisi gitmesem mi?:p
sözü geçen kitaplar:
. julian barnes, manş ötesi, ayrıntı yayınları, çev. serdar rifat kırkoğlu
. bülent somay, bir şeyler eksik, metis yayınları
. abdülhak şinasi hisar, çamlıca'daki eniştemiz, yky
. ve elbette, kudret emiroğlu, gündelik hayatımızın tarihi, dost yayınları
22 yorum:
peri merhaba
ne güzel şarkılar
kıyafet ayakkabı çanta takı offf nasıl karışık işler bana göre
ne güzel vitrin yapabiliyor kadınlar kendilerini, hayranlıkla izliyorum peri. ama maalesef kendim fos.kafam karışıyor tüm ayrıntılarla karmakarışık oluyorum.dediğin gibi özgürlük
bi kot,bi gömlek ve senin hareket özgürlüğünü sonuna kadar destekleyecek ayakkabılar.
kuaföre git derim.malum o mevzuda sorunlu bende.seni sımsıkı kucaklıyorum.sevgiler
merhaba histerik'ciğim, geçenlerde aklıma geldin, nasılsın acaba, diye. bence de bir yetenek, beceri, kendini fotoğrafa, sunmayı istediğin şekilde, duygusunu filan tartarak eklediğin bir zanaat, ne diyeyim. biz üniversitedeyken bu ayrım net bir şekilde yapılmıştı, şah kahvesi ve güler pastanesi arasında. ah, güler pastanesine gitmeyi tercih etseydim o zaman, belki gelişirdi bende de:)
kuaföre gitmedim. evle uğraştım ve zaten arçil geldi. onu eğer biraz olsun dinlenmeye ikna edebilirsem, ben de o sırada kitap okuyacağım, uzanıp. sonra kalkıp ben yemek yaparken, onun da çalışmasını sağlamam lazım. bana güç lazım:)
ben de sarılıyorum sana.
sevgiler.
biran önce kitap yazmalısın. bu kadar uzuuun bir post yazman bunun gerekliliğini gösteriyor. ben postun başındaki resimde takıldııımm kaldım, bu ne güzellik efendim bu ne letafet. geri kalanını atlaya zıplaya şöyle bir okudum (tembel biri olarak). sen ne giysen üzerinde güzelleşir diye düşündüm en sonunda da.
di mi, kitap yazmanın bir kısmı da o kadar şeyi yazmaya üşenmemekle alakalı. eh, o kısmı için antrenman tamam:)
o fotoğrafı daha önce koymuştum aslında ama görmemişsin guguk kuşu. hepsi eski, yeni fotoğrafımız yok bu aralar. kültür turizmi, yemek turizmi vs olur ya, benim de bir fotoğraf turizmine başlamam lazım yeni fotoğraflar için;)ancak bu yılı arçil'e adıyorum. teşekkür ederim iltifat için:) şu yakışmıyor canım guguk kuşu, dizin altında biten çan şeklinde etek. aslında ya dizin biraz üstünde ya da bileklerde bitmeli, ortası olmuyor. vah ki vah:p
öpüyorum çok seni. sana, kızlara çok sevgiler.
çok yoğun vve yorgun olarak yazığımdan oldukça alakasız bir yorum olacak ama şu saraybosna fotoğraflarına bayılıyorum.. burayı açtığımda tanıdık yerler görmek oralara açılan bir pencere gibi benim için. teşekkür ederim. :)
dünkü güneş bana da iyi geldi. bulutsuz gökyüzü, denizin laciverdi, unutmuşuz. bugün tabiy yine eski düzene döndük, gelsin bulutlar, akşamüstü yağmur. biz yine iyiyiz gerçi, kars'ta yaşayan bir arkadaşımla konuştum az önce, sabah eksi 19'du dedi, kar yerden kalkmıyormuş hiç.
ben ayakkabı konusunda o dediğin kadınlardan idim ama giderek "gerçekten ihtiyacım var mı?" sorusunu daha fazla sorar olduğumdan azaldı ayakkabılarım. geçen yaz hiç ayakkabı almadım, bu kış da sdece ne zamandır heveslendiğim plastik çizme aldım, mor :) ha bir de yeşil bir palto aldım bak, canlı bir ton, çok iltifat alıyorum rengi için.
topuklu ayakkabılar giyen, tarzı olan kadınlara ben de özeniyorum, bazen onlardan biri gibi giyindiğim de oluyor ama o kadar ben değilim ki onlar! bir gün sürüyor. cuma günü bir nikaha davetliyim, istiyorum ki şöyle topuklu ayakkabı, tüllü küçük bir şapka (yeni saçlarıma yakışır doğrusu :) döpiyes giyeyim. ama kar yağacak deniyor, şapka filan giyilmez.
bir arkadaşım okuyor şimdi çamlıca'daki eniştemiz'i, ne güzel kitaptır.
berbere yine gidememişsin :) üşenme git, iyi hissediyor insan kendini sonrasında.
sevgiler.
Peri,
Hani yazında demişsin ya farklı kumaşları marjinal renkleri uyum içinde buluşturabilen kadınlar diye işte onlardan biri de benim :)ama sende bunu kıyafetlerle olmasa da birbirinden bu kadar bağımsız konuyu tek bir yazı içinde uyum içinde anlatarak aynı başarıyı yakalamışsın :)Ve uzun yıllar yeşil parka giymiş biri olarak kesinlikle haklısın, ama teoriyi pratikte başarmak hele ki böylesi bir ülkede,dişliler bu kadar sıkıyken arasında ezilmeden muhalif kalmak çok ciddi fedakalrık meselesi hemde sahip olduğumuz o tek ve fena halde kıymetli biricik hayatımızdan...(Ben alfabenin F harfinde 8 yıl takılı kaldım hukukçu peri'ye...)yazıyı okurken kafanın işleyişini merak etmedim değil hımmm,erkek olsam gözüm korkardı doğrusu ;)ve bugün döne döne dinlediğim morenica çevirisini özellikle aramadım benden de bir ipucu :) tüm günüm sözcükleri sözcüklere dönüştürmekle geçiyor ve anlamı yitirirken görüyorum onları...Sabah işlerinden sonra keyifli bir kahve molası da seni okumak için artık...
Sevgili Endiseliperi,
O kitap fikrine hevesle katılıyorum. Rüyamda görmüştüm hani, sahaftaydım dört kitabın vardı, radyo açıktı. Diyordu ki radyo spikeri bir adres verip "saat 20:30'da dinleyiciye açık söyleşi yapacaktır", saatime bakıyordum ki on dakika kadar zaman var, adres tam olarak nerede bilmiyordum. Kitapçıdan çıkıp bir kaldırıma oturuyordum. Gelemeyeceğime dair bir inancım vardı ama sanki senin orada birkaç dakika sonra anlatmaya başlayacak olmanın huzurunu duyuyordum. İyi ki çıkmamışsın da evden bu içerikli yazıyı yazmışsın.
Paspallık değişmez modam. :)
Sevgiyle.
teşekkürler, sabah geleyim buraya, şimdi kutlama havasındayım:)
öpüyorum hepinizi.
jasmina'cığım,
insanın önce gözünü yıldıran uzuun bir yazı yazınca, alakasız yorumların olması normal. arçil'in dediği gibi dersek, "benim hatam", bu kadar uzun yazmamalıyım. "benim hatam," diyen bir insana da hiç kızılamıyor, hatası ne olursa olsun sarılmak istiyorsun:)
sarajevo'yu sanırım ömrümün sonuna kadar unutamayacağım. hiçbir şehre bu kadar heyecanla, bu kudar romantik duygularla gidilmemiştir. hayatımın en romantik anları sarajevo'da sahnelendi ve çok bağlıyım o küçük, kendi halinde, acıklı şehre. bu nedenle, istersen hemen hiç yazılara ilişkin olmasın yorumun seninle aramda derin bir bağ hissediyorum. sanki o şehrin yarattığı atmosferi bir tek sen anlarsın gibi.
pasaport kontrolündeki kadın artık beni tanıyordu ve hiç incelemeden pasaportumu doğrudan mührü basıyordu. ama bu yıl hiç gidemedik. arçil, kendisi için yaptığımız bu özverinin hiç farkında değil tabii:)biri sarjevo'dan bahsettiğinde, oradan bir haber okuduğumda ben de sanki bir tür memleketimden bahsediliyormuş gibi heyecanlanıyorum senin gibi.
öpüyorum çok seni.
sevgiler.
neocum, nasıl da şaşırdım şimdi, senin kendini alamaz şekilde ayakkabı vitrinine baktığını hayal edemedim:) bak, senin hakkında hala bilmediğim ne çok şey var aslında. bu konuda sana ilişkin tahminde bulunsam yanılırmışım.
yeşil palto ne çok yakışır sana ve ne güzel bir renk palto için yeşil. ama senin temel giysi parçalarında yeşile bir düşkünlüğün var. gövde yeşil, cıvıltıları mor bir beğeni. bayıldım. paltonu görmek isterdim. fotoğrafını bekliyoruz:)
o hald eşöyle yapalım, cuma günü nikah için hazırlan ve lütfen tüylü şapka da tak. çok yakışır sana. hem dılşarda mı olacak ki düğün, sen yine de tak, paltoyla filan bir fotoğraf çektir. lütfen.
çamlıcadaki eniştemiz'i burada yazmıştım ama yine okumak isterim. ne tatlı bir kitaptı. hiç bilinmez, adı geçmez, ama mükemmel bir kitaptır. tekrar okurum ben. gerçi bu aralar pek okuma havasında değilim. sürekli film izliyorum. bakalım.
berbere bugün de gitmeyeceğim sanırım. havaya bak, pek davetkar değil. ama yarın çıkayım. perşembeyi severim:)
öpüyorum çok seni. sevgiler.
suela, seni burada görmek ne güzel. ben seni geçmişin küflü yazıları arasında sanıyordum. ohh, gel şöyle bugüne, geçmişi unut:)
hmmm! demek süslü birisin sen! ne hoş. ben süslü kadınların yanında biraz halimden utanırım. şu an sana yazan elimin üstü mesela, sabah tina ile oynamaktan kırmızı kırmızı tırmık içinde. şu yaşa geldim hala oğlan çocuğu sevimliliğinden medet umuyorum. eh artık yemezler. sevimlilik bir başkasının bakışında pespayelikle yer değiştirir. ne geldi aklıma bunu söyleyince; teyzem vardı, bizim boşboğazlık dediğimize, gençler şimdi içtenlik diyor, derdi:) öldü de yeğeni için bu ayrımı yapamıyor allahtan. çok tatlı bir kadındı. dümdüz, tüm gösterişlerinden ve göz boyamalarından sıyırarak, baktığı nesneyi olduğu gibi görme yeteneği vardı.
bak gördün mü, sohbet nasıl buraya geldi şaşırdın, di mi?:) uçsuz bucaksız çağrışımlar arasında sanki temel bir bağ varmış gibi konuşunca böyle oluyor:) geçenlerde beni uzun zamandır tanıyan bir arkadaşım, zihnimin eşsiz bir şekilde çalıştığını söyledi. sanırım kötü bir söz söylemek değil de iltifat etmekti isteği, ben öyle anlamak istedim:) sohbetin bana iltifat bölümünde olduğumuz için, hiç araya girip ne demek istediğini sormadım, bıraktım devam etsin;)
teori ve pratik tutarlılığının zor olduğunu biliyorum. ama bizim toplumumuzun temel sorunu bana kalırsa dediği şeyle yaptığı şeyin birbirini hiç tutmaması. kimse sorsan demokrat, eşitlikçi, hukuka saygılı vs. ama birebir olaylara tavır alışına bakıyorsun resmen ırkçı, ayrımcı, faşist. ee, o güzel laflardan geniş bir oda inşa et, içini kanla, pislikle doldur. süslü siyasi kavramlara, bilgilere hacet yok ki, biraz empati, biraz merhamet, azıcık tarih bilgisi, eh biraz sağduyu o odayı neyle doldurman gerektiğinin bilgisini verir sana. neyse.
ama suela'cığım ne kadar uzun bir süre kalmışsın F'de. F'de öyledir, bir yakalandın mı adamı bırakmaz. alçaktır. sağırdır. aptal ve vicdansızdır. çok şükür kurtulmuşsun F'den.
hmmm! erkekler... bilmem ki. eh, epey değiştim, burnum sürtüldü. ama yine bir arkadaşımın beni baileys içkisine benzettiğini söyleyeyim. bakıyorsun tatlı bir içki, boğazından geçerken bir acılığı farkediyorsun. aldırmıyorsun, ne olabilir ki, tatlı bir içkicik. aa, bir ayağa kalkayım filan diyorsun, serseme dönmüşsün, kalkamıyorsun, körkütük sarhoş olmuşsun. eh, başkasından çok kendime zararım dokunduğunu söyleyeyim. göz yaşartan bir adalet anlayışım vardır.
demek çevirmensin. nasıl bir meslek olduğu hakkında yakından biliyorum ve ne demek istediğini çok iyi anlıyorum.
daha çok konuşurduk da burada bitirelim:)
öpücükler, sevgiler.
sevgili atze'ciğim,
ne güzel bir dileğin var senin. ailem, sevgilim herkes bu dilekte bulunuyor ama ben kendimi o kadar yetenekli bulmuyorum. çok, çok güzel kitaplar var. yazacağım her şey onların yanında utanç içinde kalmama neden olur. onların bulunduğu rafta sanki bir iddia ile çıkmış bir kitapla yer almak, bilmem, bunu göze alamam. o kadar yetenekli değilim.
ben senin giyim tarzını ve modayı umursamazlığını çok seviyorum. belki bende de olduğundan aynı eğilim:)
öpüyorum çok. yakında artık gerçekten buluşup, konuşalım. çok da özledim seni.
sevgiler.
Guguk Kusu ve Atze'ye katiliyorum Peri. Ben de birgun senin kitaplarini okuyacagimiza cok inaniyorum ve bunu yurekten istiyorum.
Yazin yine sahane. Ellerine saglik.
sevgiyle..
Peri, bak ne buldum:)
Lord Jim
(Bize kitap okumaktan vazgecmedigini umarak, kaydi heyecanla bekliyorum)
çok teşekkür ederim, ökçe. ne biliim, insan bir sabah kalkıp, hadi bir roman yazayım diye oturamıyor masaya. ablam diyor ki, hayatını mahvetti bu blog senin. orda yazacağına beş kitap yazardın şimdiye;)
ben mutfaktayım şimdi, burada internet az çekiyor. ama çok iyi olmuş bulman. denedim ben okumayı da sesim çok tuhaf geldi kulağıma. bi de "yapıyo-du..." filan diye okumuşum, bazı harfleri yutup, bazı sözcükleri sinir kızlar gibi uzatmışım. amanın ben böyle mi konuşuyorum, dedim. hem dostoyevski öyle okunduğunu bilse "kes, allah belanı vermesin, öyle mi okunur o sibirya hapishanesi," diye mezarında ters dönerdi. ben hem mikrofon girişini yaptırayım hem de sesime şöyle kararlı, buğulu, esrarengiz ve güçlü bir ton vereyim de öyle;)
çok teşekkür ederim.
sevgiler çok.
iyi geceler periciğim :)
nasılsın iyisindir umarım. Yaz tabi okuruz biz :) hatta istersen buraya yazdıklarının bir kısmını da toplayabilirsin, ciddiyim. Ayakkabılardan söz etmişsin :)) Off severim çeşit çeşit pabuçları sadece yüksek ökçelileri değil her türü.. Şimdilerde pek olmasa da bir dönem ayakkabı ve çantaya çok para verdim.. online alışverişin meşhur olduğu dönemlerde :))) amerika'dan 5 çift pabuç getirtmiştim de Ryan şok olmuş ve bana ayakkabı alma yasağı koymuştu :D tabi hemen savunmaya geçip "hepsini kendime almadım ki 2 çiftini kardeşlerime aldım" deyip onlara vermek durumunda kalmıştım :D Aslında başka şeyler yazacaktım bunlar nerden çıktı anlamadım sanırım uykum geldi, kaçtım..
günaydın meftuncuğum:)
eh, fena değilim. çok soğuk bugün. arçil'i güçlükle dersaneye yolladım bugün. şimdi aradı, geliyormuş:) bugünü de atlattık.
bu yıl yüksek ökçe pabuçlar pek moda sanırım, herkesin pabucu acayip yüksek. ya d abenim dikkatimi çekmeye başladı:) ben bir dönem giydim. şimdi, rahat olsun ve hızlı yürümemi sağlasın, ona bakıyorum. ama yüksek ökçeli pabuçlar d ane seksidir;)amerikadan beş çift pabuç getirtmek, bir seferde! ryan haklı bence:)
umarım güzel bir uyku çekebilmişsindir. karnın epey büyümüştür şimdi.
öpüyorum çok seni.
sevgiler.
hımmm...kıyafetler... ayakkabılar...
derin mevzu. Bu yaz başına kadar 5 kilo verirsem eğer kendime boyundan bağlı bileğe kadar çiçekli pamuklu bir elbise, mantar topuk bilekten bağlı keten ayakkabılar ve kocaman krem rengi hasır bir şapka alacağım:))
5 kilo verirsem:((
Yazı özledim. Ot ve deniz kokusunu.
ve şimdi düşündüm baharda açan gelincikleri toplayıp gelincik şerbeti yapmayı ve içmeyi de özlemişim.
Çok öptüm.
ooo, çok romantik bir kıyafet. verirsin bence beş kiloyu. nedir ki beş kilo! baharda lahana kürü yapsan 2-3 gün, derhal verirsin. geçenlerde okudum, internette bulursun.
ben d eçok özledim yazı. hiç sevmem böyle kat kat giyinmeyi. insan yazı özlerken bir nevi bedenini özlemiş oluyor sanki.
gelincik şerbeti hiç içmedim. bahsini duyuyorum, güzel sanırım.
öpüyorum ben de seni çok.
sevgiler.
Lahana suyu içmiştim daha önce oldukça halsiz bırakıyor insanı. Benim gibi her işini kendi halledenler için zor biraz. Aşırı su kaybediyorsunuz.
3-4 gün devamedebilmiştim.
Aslında ısrarla vazgeçmesem veririm buna inanıyorum ben de ama napayım yemekten kendimi alamıyorum. Aşırı iştahlı oluyorum zaman zaman ve fazla kaçırıyorum. Bazen keşke her istediğimi yesem ama hiç kilo almasam diyorum. herahalde lambadan çıkan cinden sadece bunu isterdim:)
aslında 53-54 olmayı diliyorum yanlış anlaşılmasın. evlenene kadar 50 yi görmeyenlerdenim ben de:)
ama tabii giydiğimin yakışması çok önemli.
gelincik şerbeti bloğumda var. Kayınvalidemden öğrenmiştim. Oğlum da çok sever ve her baharda yaparım. İçince bir ferahlık veriyor hoş bir tadı var. Uzak doğulular gibi daha çok çiçek kullnsak yemeklerde ne güzel olur. Onların yemeklerinde ve tatlılarında ne çok çeşit çiçek kullanılıyor . Süslemeleri de harika oluyor. 3-4 senedir hünnapı görüyorum aktarlarda ve çerezcilerde. ona sevindim. uzak doğuda bol tüketiliyor hünnap. Kek, pasta süslemelerinde kullanılıyor. ben tadını beğeniyorum.
sevgiler...
sevgili cici,
lahan kürünü aslında ben zayıflamayı isteyen oğlum için bu yaz acil plan olarak devreye sokmayı planlıyorum. ben çok zayıfım ama lahan suyunun antioksidan etkisine ben de çok bel bağlıyorum. bu yaz işte bakalım, uygulayabilirsem. belki ek olarak vitamin, omega 3 filan alırız, o halsizliği gideririz.
uzakdoğu mutfağının en çok minik minik tabakta çeşit çeşit yemeklerin olmasını seviyorum. insan hiç sıkılmaz:)
hünnapa da bakayım ben sayende:) teşekkür ederim.
sevgiler çok.
Yorum Gönder