Perşembe, Haziran 29
Eski insanlar gibi, saat vermiyorum, akşam ezanını duyduğun an yola çık, diye tembihliyorum oğlumu. O da biraz gecikerek geliyor basketbol oyunundan. Dün akşam erken geldi, yüzü bembeyaz, dudakları titriyor. Yanımda ağlamak istemiyor, büyüdüğü için. Ben de bir tek benim yanımda ağlayabilirsin, diyorum halbuki. Bir bisikletli yanlarından hızla geçerken, bisikletin bir aksamı oğlumun arkadaşının bacağını boydan boya yarmış. Burada hıçkırıklıklarını tutamıyor oğlum. Hemen evine götürmüş arkadaşını. Baba gördüğü anda, hiç konuşmadan aceleyle sırtına alarak ( bana gösteriyor nasıl sırtına aldığını. Birisinin sırtında bu şekilde duramayacağını, bunun çirkin olacağını düşündü sanırım.) hastaneye götürüyor çocuğunu. Kırılmış mı acaba? dedim sakince. Yok, dedi kırılmamış. O zaman dedim, hiçbir şey değil 3-5 dikiş atılır, 15 günde de iyileşir. Bu sözlere güven duymak ister gibi bakıyor. Anne, dedi, özür dilerim ama kötü bir şey yaptım. Bisikletli çocuğun arkasından küfür ederek bağırmış. Ben çok kızıyorum ya küfre. İyi yapmışsın, dedim bu sefer. Herhalde senin yerinde ben olsam, bu durumda ben de küfrü basmıştım. Çok sevindi bu sözüme. Masanın karşısında oturan bedeni, sarıp sarmalanmak istiyor. Gittim, kavrayabildiğim en geniş haliyle kollarımın, sarıldım, sarıldık öyle.
Gece kabus gördü. Bağırarak uyandı. Su verip, anlattırmaya çalıştım ama, genelde sabaha saklar anlatmayı. sabah anlattı. Rüyasında, filmlerde olduğu gibi, hızlandırılmış çekimle yatak odamdan çıkıp salona gitmişim. Arkamdan baktığında, gittiğim yerin sisler içinde bir aydınlık olduğunu görmüş. (ölmüşüm gibi, sanırım.) Bir anda balkon kapısı ve pencereler açılmış ve perdeler dalgalanmış. Korku dolu gözlerle tepkimi bekliyor. Ah, dedim ne var korkacak!? Bu rüyanın yorumu çok ama çok güzel. İyi ki böyle bir rüya görmüşsün, geleceğimizin çok aydınlık olacağına iyice inandım ben şimdi.
Yine sarıldım. Canım benim ya, bana bir şey olmaz, dedim. Hem biliyorsun falcı 81 yaşına kadar yaşayacaksın, demedi mi bana? (Bir kahve falcısı böyle, dedi. Hem önceki hayatımda da Budist rahipmişim Hindistan’da. Genç yaşta ölmüşüm. 1800 ve 1840 yılları arasında yaşamışım. Doğal olarak hiç evlenmemişim. )
İşteyim, az önce aradı oğlum evden, arkadaşını ziyarete gidecekmiş. Masaya bir paket çikolata bırakmıştım sabahtan, eğer ziyaretine giderse arkadaşına götürsün, diye. Eğer utanmazsa onu da götürecek.
Birbirimize bir şey olacak diye çok korkuyoruz oğlumla. O benim üstüme titriyor, ben onun üstüne, hiç yalnız hissetmiyoruz.
Çarşamba, Haziran 28
herneyse.
Ben öyle uzun boylu öfke duyamam, neyse ne. Aslında yaklaşık her yer burası gibi, sadece buradakilerin çok vakti var kötü olmaya. Şimdi akşamüstü oldu, rüzgar da çıktı. Günü öyle kapatmaya dayanamadım.
Fotoğrafta görünen, görünmez raf:) Ben sistemini çözemedim ama oyunbaz kitap tutkunlarını sevindirecek bir hediye olabilir. Ayrıntılı bilgi ve sipariş için tıklamanız yeterli.
(Gördünüz değil mi, öfkelenince beter oluyorum ben. Neyse kimseden özür dilememe gerek kalmadı bu öfke patlamasında. Öfkem, haklılığımı yerle bir eder, kabahatli yapar beni çoğu kez. Ama şimdi hala mağrur bir duruşum var söylediklerimin haklılığı yüzünden, değil mi?:)))
"hep denedin.
hep yenildin.
olsun.
yine dene.
yine yenil.
daha iyi yenil. "
sammuel beckett
Biraz dikkatli dinlerseniz bedeninizi, kemiklerinizin çürüdüğünü duyabilirsiniz burada.
Hissettiğiniz sıcaklık, %95’e varan nem oranı ile 40 dereceyi geçmektedir.
Geniş asfalt caddeler tüter, hava ufukta dalgalanırken, yapış yapış zonklar sıcak, perdelerden ev içlerine bulaşıcı bir hastalık gibi sızar. Serin loş içerlerde Othello’nun cadıları gibi, yağlı, baharat dolu kazanları karıştırır kadınlar. Bu kazanlardan ve oğullar yetiştiren bu kadınlardan başlayarak tüm şehir sapkın bir cinsellikle kaynar, kaynar. Erkekler kadınları konuşur çirkinleşerek, kadınlar birbirlerinden nefret ederek, fısıldar, iftira ve horgörü ile mutsuz yaşamlarını tehdit edecek rakibi ararlar. Sıcak, sıcak, sıcak… pul biber, kimyon, reyhan…Çifte standart, ikiyüzlülük, riya… bu şehri anlatmaya az gelir. Kalbim isyan duygusuyla dolu, bir beddua lazım, tutacak: İğdiş edilsin bu şehir!
Dulluk, cinsellikle kardeş kavram burada. Bu şehrin erkekleri, sıcaktan terlemiş kıllı elleriyle içki kadehlerini tutarken, sırtlanlar gibi, aralarında, dul bir kadından bahsederler. Onlar, hoppa cinsellik eğlencesi içindeyken, kadın, evinin küçük köşesinde, mırıl mırıl bir sohbetle çocuğunu uyutmakta ve ince bir ninni ile dertli dertli düşünmektedir şu hayatın türlü türlü zorluklarını. Erkekler, kadından bahsettikçe daha çok içerler ve her akşam başka bir kadın hakkında bir mevzuu, bir mesele edindikleri için alkolik ve alkoliklikleri ölçüsünde iktidarsız ve iktidarsızlıkları ölçüsünde cinsellikle ishal-i kelam, konuşur, konuşur, konuşur... dilleri pelteleşir ve gece, güneş bir hayalet gibi şehrin üstüne simsiyah kor’dan pelerinini örttüğünde, terli ve pis kokulu, karılarının üstüne yığılırlar. Karıları bu şehirde dul bir kadın olmanın zorluğunu bildiklerinden kocalarını terk edemezler. Her dul kadını bir tehdit olarak görüp, demli çaylar ve filtreli sigaraları ile mosmor olmuş dudakları, mutsuzluktan ve kıskançlıktan kaskatı olmuş bedenleri ile dedikodu çarkını çevirir, mutfakta baharatlı yemeklerini karıştırırken, elbet bir gün kocalarının mutluluğu evde bulacaklarına inanmak isterler.
Burası böyle ahlaksız bir dünya, dehşet verecek kadar çirkin ve kaba. Yemyeşil bir yara gibi yarıyor şehri Seyhan… sinek larvaları, sarhoş kusmukları daha bir dolu safra bu dümdüz şehre yayılmış, sıcak buram buram hepsinin üstünde, gölgede 40 derece.
Ne diyebilirim, nasıl yakınabilirim?Aşkolsun sana Adana, aşkolsun!!! Seni sevmiyorum, hiç de sevmedim. Zırnık kadar sana ait değilim. Mezarımı kazmayın bu şehre! Yolumu düşürme bir daha buraya İstanbul, insaflı ol sen de!!!
* İngiliz bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre, güneş ve baharat cinsellik dürtüsünü %56 oranında artırabiliyor. Belki namussuzluk sadece doğasındadır şehrin, günahsızdır o nedenle de, bilmiyorum.
Pazartesi, Haziran 26
Joseph Conrad – Karanlığın Yüreği
Şimdi
Ne zaman ki sirkten kaçmış olağandışı birine bakar gibi baktıklarını fark ettim, okuyorum artık otobüste. Soru dolu bakışlarını kaçırmıyorlar. Erkekleri daha teklifsizce bakıyor ve ben onları asık suratımla centilmence başlarını öne eğmeye davet ettiğimde de hiç aldırmıyorlar.
Çok ama çok sıcak hava. Çil çıkmasın diye şapka takıyorum. Bu sıcak coğrafyada şapka normal bir nesne olmalı ama o da yadırganıyor. Estetik olan, nezakete, iyi yaşamaya dayalı her nesne, söz, durum, alayla karşılanıyor. Sürekli birbirlerini izleyip, sınıyorlar. Her şeyi gözleriyle tartıp, kategorilere ayırıyorlar. Sanırsınız ki bu durum tek tip insan biçimi yaratır. Yok, öyle de değil, kentlerde görüp görebileceğinizden çok daha karmaşık, ilginç, zengin karakterler var.
Şöyle pencereye yan dönüp okuyorum. Güneş sırtımda gümbür gümbür. Tren köprüsünden geçerken başımı kaldırıyorum, yalnız. Köprüler ne güzeldir, eğilmeleri öyle tevazu ile, değil mi? Trenlere severim. Gitme olasılığına bayılırım. “ Eh, sizi tanımak çok güzeldi ama artık yola çıkma vakti” diyebilme olasılığı cennette bile, ne hoş olurdu.
Bu kupkuru yerde Faulkner okumak denk düşerdi ama ben Conrad okuyorum şimdi. Bordeaux’dan başlayıp, batı Afrika kıyıları boyunca güneye doğru ilerleyip, Kongo Nehri’nin deltası, oradan nehir gemisiyle Stanley Şelaleri’ne doğru, akıntının tersine “Karanlığın yüreği” ne yapılan bir yolculuk bu. Conrad, sömürgeci güçlerin para ve güç hırsıyla, yerlilerin köyünün ateşe verilişlerine, tutarsızlıklarına, insafsızlıklarına tanık olur. Öylesine dehşete düşer ve utanç duyar ki gördüklerinden, üslubuna yansır bu. Beyazlarla aynı tarafta olmanın sorumluluğunu üstlenemez de bulanık, belli belirsiz bir atmosfer içinden seslenir. Benim, karanlığın yüreğine yaptığım yolculukla karşılaştırılmaz doğal ki... ama kalbim paramparça, aklım bulanık, kitaptan fal bakıyorum, yolum aydınlık mı, diye.
Sayfa: 83-84
“Sırtına vurdum. “Perçinler geliyor!” Diye bağırdım. Ayağa fırlayıp, “Yok ya! Perçinler ha!,”
dedi, kulaklarına inanamamıştı sanki. Sonra kısık sesle, “Sen, ha?” diye ekledi. Neden böyle deliler gibi davrandığımızı bilmiyorum. Parmağımı burnuma götürüp gizemli bir havayla başımı salladım. “Helal be!” diye bağırdı oynamaya başlarken. Bense zaten sevinçten oynuyordum. Metal güverte üzerinde hoplayıp duruyorduk. Enkazdan korkunç tangırtılar kopuyor, nehrin karşı kıyısındaki bakir orman çıkan sesleri uyuyan şubeye gökgürültüsü gibi geri gönderiyordu. Patırtı, harabe kulübelerinde uyuyan seyyahlardan bazılarını ayağa dikmiş olmalıydı. Müdürün aydınlanan kapı kapı girişinde karanlık bir silüet belirdi, kısa süre sonra, önce silüet, sonra da kapı girişi gözden kayboldu. Kendimize geldik, tepinerek uzaklaştırdığımız sessizlik, toprağın derinliklerinden geri geldi. Büyük bitki duvarı, karmakarışık ağaç gövdeleri, dallar, budaklar, yapraklar, öbek öbek çiçekler ay ışığında kıpırtısız duruyordu, sessiz yaşam asi bir işgalde gibiydi; bitkilerin büyük dalgası tepe noktasına ulaşmış, ırmağın üzerine devrilmeye, biz küçük adamların küçük varlıklarını süpürüp atmaya hazırdı. Ama harekete geçmedi. Ötelerden büyük şapırtıların büyük sesleri bize ulaşıyordu; sanki çağlar öncesinden kalma bir su yaratığı koca nehirde yaldız banyosu yapıyordu. Kazancı makul bir ses tonuyla, “Elbette ya,” dedi, “neden parçinimiz olmasın ki?” Elbette, neden olmasındı."
Cumartesi, Haziran 24
Benim güzel ilk aşkım
Ankara Cebeci'de, Hukuk Fakültesi'nin arka kısımlarında, dimdik bir yokuşu tırmandığınız zaman, bizim, Dikimevi Kız Yurduna ulaşmış olurdunuz kan ter içinde. Ama gençtik o zaman, uçar gibi varırdık biz. Kızılay'a gitmekse, kocaman kestane ağaçlı Kurtuluş Parkından geçmeye ve koyu bir sohbete bakardı. Fakülte 1. sınıfta sabahın köründe kalkıp, uzun saçlarını fırçalayan cici bir kızdım. Moda, dar blue jean, bol gömlek ve bol kazaklardı. Palto boyu dizde. Hafifçe sert yürümeliydiniz ve merhabalaşırken karşınızdakinin elini kavrayıp, gözlerinin ta içine bakmalıydınız. Yoldaş, demenize gerek yoktu:)) Yıl 1985'di ve kendimizi ne yapacağımızı bilemiyorduk. Kalabalık anfinin ön sırasında yer bulabilmek için rüzgara karşı erkenden yokuştan bırakırdım kendimi. Karşıda, uzakta, sisler içinde Ankara kalesi görünürdü. Nefis bir ses tonu olan, ciddi ve utangaç halli Anayasa profesörüne de hafifçe aşıktım sanırım ki, bu katı disiplini yaklaşık 1 yıl boyunca sürdürdüm. İlginçtir ki, o kadar başarılıydım ama Anayasa dersinden bütünlemeye kaldım. Aşk bunu bana hep yapar:)
Öğle uykusu için yokuşu tırmandığımda görürmüş beni ilk aşkım ve ev arkadaşları. Yurdun hemen yanındaki evde oturan, çoğu Tıp Fakültesine giden büyük çocuklardı. Onlarla tanışmamın çocuksu hikayesi hala heyecanlandırır beni. Ama konu bu değil. Çocuk sevgililer gibi birbirimizindik onunla. Ben sessizdim, okurdum. İkimiz de Edip Cansever'e bayılırdık. Borges ve Cortazar'ı onunla keşfettim. Melih Cevdet'i sevdiğini hatırlıyorum. Yusuf Atılgan onu müthiş heyecanlandırıdı. Marquez'i hiç sevmezdi. O konuşurdu. Güzel konuşurdu. Cambaz gibi sözcüklerle oynardı. Birbirimizi ne çok severdik, ne çok kavga ederdik, allahım.
Ben yurtta, odamda ders çalışırken, o kahvaltıyı ya da yemeği hazırlar ve
Jethro Tull'ın Thick as a Brick albümünü sonuna kadar açarak bana haber verirdi. Bilirdim ki o zaman, yemek saati gelmiş. Pencerelerde bağrışmalar duyulurdu, kapat şunun sesini, diye. Ama o deli gibi yurttaki odama el sallardı, beni utandırmaktan da keyif alarak, "hadi Yoko gecikme, bak soğuyor yemek" diye. Ian Anderson'un insanın kanını kaynatan flütü, kıvrak melodisi Cebeci yokuşunda hoplaya zıplaya yayılır ben, aşk diyince aklıma gelen tek ismin yanına koşardım. Girince eve, kısardı sesi. Ne konuşurduk hiç hatırlamıyorum. Çok güldüğümüze ve çok kavga ettiğimize göre çok konuşuyor olmalıydık.
Başını dizime koyduğunda, güzel bakışlı, yeşil hareli ela gözlerine bakardım. Yer yer taba renkleri, kahverengiler dolaşırdı gözbebeklerinde... orman gibi. Gamzemsi uzun gülme çizgileri vardı yanaklarında. Göğüs kafesinin tam ortasındaki derin çukur komik gelirdi. Kırmızı bir balık besleyeceğim burada, derdim. Hiç kıpırdamamalısın o zaman. O, beni kendine çekerdi. Ne kadar çocuktuk, ne kadar güzeldik.
Gazeteler uzun uzun yazdı; Jethro Tull bu yıl da Türkiye'deydi. İlk aşkım kimbilir nerede.
Cuma, Haziran 23
Deli diyecekler bana!
Ben istemez miydim öyle huzurlu olmayı ama tabiatım o değil. “Hoşçakalın.” der noktayı koyarım ama siz benseniz, boşluktaki yankısını dinlersiniz o noktanın. Mektup çoktan bitmiş, nokta konulmuştur ama noktanın altındaki boşluk, koca evrene dönüşüp, yapayalnız tehditkar bir suskunlukla kalp kalp atmaktadır. Dayanamaz, Hoşçakalın’ın sonundaki noktaya yan yan bakarak, “vaktinde ulaşmış olmanıza da çok sevindim.” diye eklersiniz, o koskoca evrendeki farazi uzaylılara karşı boş boş. Endişe devam ediyorsa, “dediğim gibi, en kısa sürede görüşmek dileğiyle…” diyerek üç noktanın bir kalabalık, bir yandaşlık, bir kader ortaklığı yaratmasını dilersiniz.
Yazarken böyle ama konuşmak hepten içinden çıkılmaz bir darboğazdır benim için. Klişeleşmemiş çok az sohbet kaldığı ve yeni konular açmaya ve katılmaya çok üşendiğim için genellikle susarım. Beni eve bırakın, bir köşede günlerce oyalanırım. Bazı şeyleri uzun ve detaylı düşünürken bulurum kendimi: Mesela, yabancı filmlerde, işten ayrılan şahıs özel eşyalarını koymak için mukavva kutuyu nereden edinmiş olabilir, gibi. Biz burada bakkala sorarız, vermez. (Pisliğine tabi.) Markette ki kız bilmiş bilmiş, “mal sevkiyatımız çarşamba günleridir, o zaman uğrayın,” der. Hayret, hiç ummazsınız ama eczacıdan çıkar kutu. Siz, çok değerli olduğunu ihtiyacınız olan o gün idrak ettiğiniz mukavva kutu için yalaka bir gülümseme ile bin bir teşekkür ederek arka arka kapıya giderken, o, telefonla konuşmakta ve sizi çabuk bir el hareketi ile sepetlemeye uğraşmaktadır. Şanslıysanız o da. Genellikle eczacı da size yardım etmez, eğer kötü bir telefon görüşmesi yapıyorsa. Zaten işten çıkmışsınızdır, zaten tuhaf, normal olmayan bir adrenalin salgılamaktadır bedeniniz. Zihniniz de sürekli ertelemektedir, durumu idrak etmeyi. Son gurur kırpıntılarınızı da o yırtık plastik poşetlere yüklemiş, terk edersiniz limanı.
Ya da alnım çatılmış, kendi kendime, nedir şu çiftlere karşı sallanan, konuşmalısınız! emri? diye kafa yorarım. Şart mıdır? Birbirini çok iyi tanıyan ve özellikle arkadaş&karı-koca olan ilişkilerde şu bu konu hakkında ciddi ciddi konuşma yapmak, rol kesmeye denk, değil midir? Ne derseniz deyin seyirciye ( ilişkilerde konuşmak önemlidir, lafını yumurtlayan cosmopolitan ilişki başöğretmenleri topluluğu seyircisi) kendini beğendirme, ondan onay alma arzusu dikkati çekmez mi? Çeker.
Ben, kocaman evin küçücük köşesinde düşünür… düşünürüm.. Dünya döner…. döner…..döner...
gözlerin akıp gidiyor.
uykulara gül seriyor.
rüyalar seni bekliyor.
uyu ninni uyu ninni
Biraz da düş görmek için uyuduğum doğru. Ben, erişkinler gibi değil de çocuklar gibi uyurum biraz. Onda erir giderim. Sabah mahmurluğum, düşlerden geri gelememem, düşlerin anısı ile neşeli ya da ağlamaklı oluşum yüzündendir. Bir çocuk gibi de düş alemini gerçeklikten ayırt etmek istemem.
Bir çocuğu uyutmaya çalışmak ne güzel. Çocuğunu mırıl mırıl tembel bir sohbet ya da incecik bir ninni ile uyutmaya çalışan kadın ne mavi. Çocuk yarı kapalı gözüyle uykuya gittiğinde bir süre bakar anne, tuhaf bir suçluluk duygusuyla bilinmeze göndermiş sanır çocuğunu. Ama ertesi sabah uyandığında, neşeli gürültücü çocuğuna bakıp da “ah!” der yakınır gibi, “yine yorucu, uzun bir gün yaşatacak şu ufaklık bana.” Bakmayın dediğine, yüzüne bakın annenin, gizli bir sevinç dolanıyordur gözlerinde.
Ben çocuk-kadın olarak bir taraftan çok yatkın, diğer taraftan da hiç hazırlıksız yakalandım anneliğe. Öyle de olsa ben, ben değildim artık. Bu dünya ne istiyorsa o uzlaşmayı yapmayı hazırdım. Baba figürünün gerekirliği maddesini hiç umursamadan, aynen imzaladım sessiz sözleşmeyi. Bu dünya olması gerektiği gibi sıradan, basit olsun. Ona göz kulak olsun taşlar, ağaçlar, kuşlar, rüzgar… Gökyüzü, okyanuslar, dağlar sonra. Mevsimler tam böyle sıralı geçsin…Deniz, evet mavi olsun, rüzgar yaramaz, ırmak çağıldasın lütfen, sabahları masum olsun, akşamları dingin. Çam ormanı koksun tam da böyle, (ayağının altında kaygan çıtırtısını duyuyor mu çam iğnelerinin acaba annesi, bak yüzüne. Aferin… )
Şöyle böyle derler, çocuk yetiştirmenin zorluğundan, bu korkunç dünyaya çocuk getirilmemesi gerektiğinden, dem vururlar. Tiksintiyle duymazlıktan gelirim bu kibir budalası lafları. Bu müthiş insanlaşma deneyiminden korkmadan, elbette çocuk doğurmalı.
Perşembe, Haziran 22
Kitap-Anı
Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar
Evet öyle, bize dokunuş halleriyle yer ederler içimizde, dünyada ne varsa.
21 yaşlarında filandım, avukatlık stajı yapıyordum. Ankara Adliyesi’nin kalın duvarlarından içeriye, yutulurcasına girerdim. Ciddi suratları, yarasa cüppeleriyle uçarcasına yürüyen, yarı yolda birbirine asılı kalıverip, tuhaf bir dille konuşmaya başlayan o avukatlardan da hiç hazzetmezdim. Gençlik işte, yırtık jean’ler, üstü yazılı tişörtlerle ”ben sizden biri değilim, buraya da ait değilim aslında” demek isterdim. Baro’dan kılık kıyafetim için uyarı gelince, Polonya halk dansları topluluğu kıyafetlerinin tıpkısı fırfırlı gömlek ve çiçekli kadifeden etek yelekle uyarıya onayımı vermiş oldum:) Sıkıntıdan geberiyordum ve beş katı birbirine bağlayan enli merdivenleri, o tombul yarasalardan çok daha hızlı inip çıkarak, servet değerindeki kağıtların, dosyalarına girmesini sağlıyordum. Kafkaesk bir abartıdan da yoksun, olumsuz bile olsa bu ruhtan bile uzak o dev granit oyukta, talebi yazmış, haciz için icra memurlarını koridordaki bankta beklerken, yapılacak en doğru şey okumaktı. Gerçi akşamları, 30 cm ilerisinde, yemyeşil sarmaşıklarla kaplı bir duvardan başka hiçbir yeri görmeyen eski kapıcı dairesi evime geldiğimde, tek kişilik daracık, sert yatağıma uzanır, başımın arkasındaki kitaplığımın rafındaki küçücük mavi hoparlörlü walkman’imi çalıştırıp hemen yanında ki kitabı insiyaki olarak elime alıp okumaya başlardım. Şundan bundan değil de hayatın bizzat kendisi bir katlanış sorunuydu benim için ama yine de kendimi o insan kalabalığının doğal bir üyesi gibi hissedeceğim duyguyu yakalayacağımı da hayal etmez değildim.
Dediğim gibi, icra memurunu beklerken, öğle arası nedeniyle ıssızlaşmış koridordaki bankta oturur, okurdum genellikle. O sırada Stefan Zweig’ın, “Yıldızın Parladığı Anlar’ kitabı vardı elimde. Tam olarak da bando, Dostoyevski’nin kurşuna dizilmesi için çalıyordu. Sanırım. “Demek okuyorsunuz,” dedi kısa boylu, esmer, güler yüzlü bir delikanlı. “Evet,” dedim, “Hacze çıkacağız birazdan,” diyerek kitapla 20.İcra Dairesi’nin kapısını gösterdim. Yanıma oturup, gülerek ve nedense bana tatlı gelen bir teklifsizlikle kitabı eline alıp inceledi. Konuşmaya başladık oradan buradan. Avukat olan babasına yardım ediyormuş, cüz i bir para karşılığında bir de kütüphanede çalışıyormuş yarı zamanlı olarak. Ama varsa yoksa şiir okuyup, şiir yazarmış. Benim bildiğim ve bilmediğim bir sürü şairden bahsedince, üstelik aynı satırlarda gönül telimizin titrediği:) anlaşılınca, kaynaşıverdik. Sonraki günler, adliyenin koridorları daha katlanılır oldu. İsmet Özel’in kendi sesinden şiirini okuduğu kaseti, dindar kitapçıdan alıp hediye eden arkadaşımla heyecanlı konuşmalarımız sürdü, gitti. Sesinin tonunu ayarlayarak, çok sıradan bir anıdan bahseder gibi annesini nasıl kaybettiğini anlatışı hala kulaklarımda. Babasının işi nedeniyle Tunceli’den gelir aile. Anne tek kelime Türkçe bilmez. Kıyafetleri nedeniyle de yadırganır çevrede, evinden çıkamaz. Alman düzenine uygun olarak yerleştirilmiş mobilyalı salonda bir akşam, vitrindeki TV’ye bakarak yemek yiyen çocuklar, kısa ve çok net bir gürültüyle arkalarını döndüklerinde, annelerinin bir tüfekle kendini vurduğunu görürler. Canım şair arkadaşım, ağırlığı dağıtmak için başka konu eşiklerinde dolandıysa da sonra vazgeçti. Sustuk, kaldık. Neden sonra dedim ki, “Yıldızın Parladığı Anlar bayağı iyi bir kitapmış, dilersen sana vereyim, sen de oku, olmaz mı?”
Kitap hala orda, kitaplığımda durur. Toz alırken bir başka dokunurum ona.
Çocuk arkadaşımın gözlerini kapatır gibi, sımsıkı tutarım kitabı. “Bakma, bakma! Üzülürsün.”
Çarşamba, Haziran 21
Adil olmak kaygısı yüzünden mi yoksa ilk sırada yer alan ile beğenim ölçümlendirilecek diye korkumdan mıdır nedir, en çok sevdiklerim sıralamam yoktur. Ennn sevdiğim yazar, film, renk, şehir vs sorulduğunda düştüğüm panik duygusunu anlatamam. Açıklamalar, ama'lar, aksi yönde şerhlerle bu en sıradan soru ile basit bir iletişim köprüsü uzattığını sanan sohbet arkadaşımı yıldırırım. Hakikati yalnızca hakikati arayan cevval bir dedektif kesilmişken en sevdiğim renk için kırmızı mı dedim mesela, "ama" derim "hiç giymem kırmızıyı. Yaşam alanımda da olmasın isterim, beni sinirlendirir. Öyle ki çevremde olan kırmızının tonlarına göre günün agresyon frekansı da belli olur. Lakin, çabuk sinirlenen biri olduğum için de adil olan benim kırmızıyı sevmemdir. Sohbetimi, dost yeşiller, mahzun sarılar, lacivertler, beyazlar ve tabi siyahları gücendirmiş olmanın endişesi ile son verirken ortamdaki genel mutsuzluğu da gelin siz takdir edin:))
En sevdiğim meyvenin ne olduğu sorusu bunun dışında tabi. Elma, diyiveririm saniyesinde. Açıklama filan da yapmam. Ne onun varoluş efsanesindeki seksapel rolü, ne vitamin değeri,
ne en usta ahçıların elinden çıkan tatlılara fark atan lezzeti... Suskunluğumun romantik hikayesi şudur: Çocukluğumla ilgili hiç bir görüntü ya da bilgi kırıntısını hatırlamayan annem sadece elmayı çok sevdiğimi düşünür nedense. Seyrek ziyaretlerimde beni gördüğü an elma ikram etmesi gerektiği fikri de belirir bulanık zihninde. Annem beni tümden unutmasın diye ben elmayı sevmemezlik edemem. Ben en çok elmayı severim.
Size bu değerli bilgiyle merhaba demek istedim:) Siz de en sevdiğiniz şeyleri bir düşünün bakalım; nesneler, şehirler, kitaplar, onlarla içlidışlılığımızı tayin eden anılarla sevilesi, değil mi?
Hoşçakalın.