Pazartesi, Eylül 4


KİTAP-ANI
dostoyevski- karamazof kardeşler&yatılı okul

“Kuran’ı, Kant’ı (Mutlak Aklın Eleştirisi),
özellikle onun Felsefe Tarihi’ni gönder bana.
Geleceğim bütün bu kitaplara bağlı.”
*


Son romanından sonra, aklındakilerin henüz yirmide birini bile yazmadığını söyleyen bu deha ile 13 yaşımda Türkçe ödevim için seçtiğim "Beyaz Geceler" kitabını saymazsak (saymayalım da. Öğretmenin kuzusu okulun birincisi bana, sanırım ki seçimimi kibirli bularak 60 vermişti öğretmenim.) "Karamazof Kardeşler” kitabı ile tanıştım. Ne zaman? 15 yaşımda. Nerede? Görkemli bir taş binanın bodrum katında.

Üç yıl okuduğum yatılı kız lisesini, düşlerime bile girmeyecek kadar dışımda tuttum. Hakkında, iyi-kötü, gerekli- vahşi hiçbir tanımlama yapmadım, hiçbir iç döküşümde rol vermedim. Her tür eğlenceyi, keyfi, çocuksuluğu reddeden, her saniyesi askeri bir disiplinle linç edilmiş yatılı okul günleri, şimdi, zihnimin, çaba harcamadan unutulanlar dolabında. Ama ne yapsam, gri kış pazarları evden okula dönüş zamanını unutamam. Neyse… Keşke kendimin annesi olsaydım. Osmanlı rabıtası yerler çürümesin diye mazotla ovulurdu... koku buydu. Hemen yanı başımızdaki Seyhan ırmağının kokusunun da karışması lazım ama ayrımsamamışım onu. Sabahları o sevgisiz çan sesi ile uyanmamak için daha erken uyanır, saat 5.00’te inerdim o bildiğiniz gri ranzanın üst katından. Az önce örmüş olsam da saçlarım öyle düzdü ki beni azarlayan müdire hanıma anlatamazdım derdimi, çaresiz azar işitirdim… Donmuş yemekler, Tanrımıza ve ülkemize dualar, sıraya girmeler ve ne yaparsam yapayım hep, hep üşüyerek... her neyse. Bu kış mevsimiydi. Biz yaza döneceğiz.

19 Mayıs töreni için hiç hoşlanmadığım folklör ekibine seçilmiştim. İskelet yapıma bakarak beni müthiş spora yatkın sanan beden eğitimi öğretmenimi sürekli düş kırıklığına uğratıyordum gerçi. Tören provalarından sonra önümde bomboş upuzun bir öğleden sonra kalırdı. Havalar iyice ısınmış, dersler de bitmiş sayılırdı. Karamazof Kardeşler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından küçük, sarı kitaplar olarak dört cilt basılmıştı. Öyle hatırlıyorum. Her cildi tek tek almıştım kütüphaneden ve etüd yapmak için kullanılan, bodrum katındaki loş odaya gidip, kalın kara parmaklıkların kare kare aydınlattığı ön sıraya gevşekçe oturup büyülenmiş gibi okuyordum. Bir haftada bitirdim 4 cildi. Dostoyevski çok, çok büyük bir yazar tabi ama sanırım benim de fazla heyecanlı fazla etkiye açık bir yapım vardı. Bende değişenin ne olduğunu anlatamam ama içimde olan bir şey başka bir şeye dönüştü Karamazof Kardeşler'den sonra.

Haftasonu için eve döndüğümde, nasılsa geçti sohbeti. Ben konuşkan, sokulgan, başarısıyla övünen bir çocuk değildim. Ağbim hangisini beğendiğimi, sordu. O salonda kanepedeydi, ben de odaya girmek üzere, kapının önündeydim. “Ne demek istediğini anlamıyorum, iyi bir kitaptı” diyerek içeriye girmeye yeltendim. “Bırak şimdi. 3’ünden, hadi diyelim 4'ünden en çok hangi kardeşi sevdin?” dedi. Suskun, baktım beni rahat bıraksın, diye. “Biliyorum, Alyoşa’yı sevdin, değil mi?” dedi. “Hayır!”dedim. "Hayır!"Alyoşa’yı sevebileceğimi nasıl düşünebilir, öyle… öyle kızlar gibi yumuşak, saf, zayıf, romantik miyim, ben? Ivan mı Dimitri mi dedim, hatırlamıyorum ama ikisi de insanın hayatına az bela açacak tiplerden değildi. Nitekim açtılar da:) Kahkahasından, cevabımın ağbimi şaşırttığını hem de çok hoşuna gittiğini hissettim. Odaya girip kapıyı kilitledim.

*Dostoyevski, Sibirya’ya gönderilmeden önce kardeşine bir mektup yollar ve istediklerini böyle sıralar. Gelecekte yazacağı kitapların ipuçlarıdır bunlar. Atlas Dergisi’nin Eylül sayısı, Dostoyevski ve Rusya’sına ilişkin bir bölüm ayırmış. Biraz dağınık ama yine de hoş detaylarla dolu. Zweig’ın Dostoyevski için yazdığı o olağanüstü şiiri de tekrar hatırlatıyor.

Evine file içinde meyvelerle gelen gururlu ve yorgun babalar gibi bora’da, uğradığı sahaftan aldığı bir-iki hoş kitap, bir dergi ile dönüyor akşamları eve. Bu küçük sürprizler ev halkını oyalarken bora, sevecen ve sessiz dinleniyor.

15 yorum:

asliberry dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
asliberry dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
asliberry dedi ki...

Yatılı okul, çocuğu aile sıcaklığından yoksun bıraktığı için hep canımı sıkmıştır. Ancak çoğu sanatçının yatılı okullarda okumuş olduğunu biliyorum. Sanırım kişinin iç dünyasıyla baş başa kalmasına ve yaratıcılığını ortaya çıkarmasına yardımcı oluyor bu okullar.
Senin böylesine iyi yazman sadece çok okumanla alakalı değilmiş demek, okulun da payı var mutlaka.
Sevgimle,
Asliberry

endiseliperi dedi ki...

canım aslı,
iyi yazdığımı düşünmen o kadar hoşuma gitti ve utandırdı ki beni. iltifatı haketmediğini düşünenler gibi sağol, diyip konuyu kapatmak istiyorum ama bir yandan da konuşmak istiyorum.

çocukta düşünce sessizlikte büyüyor de ondan, diyebiliriz. ben, şu öldürmeyip güçlendiren acıların, deneyim veren acıların, ah! kahrolasıca bilumum acıların hiç bir çocuğun hiç bir unsuruna iyi geldiğini düşünmüyorum!

okul, içimi sızlatıyor, aslı. payı vardır, mutlaka vardır ama bende olup biten neye karşılık geliyor, emin değilim.

annenin hatıraları kaç gündür içimde. annemi aradım, "yoksa döndün mü adana'ya?" dedi sevinçle. hiç bir şey anlamıyor, sadece üzülüyor ve sadece seviniyor. onun üzüntüleri yılgınlık veriyor bana. "nasıl dönebilirim, henüz geldim istanbul'a," dedim. dalgınlaştı, zihni bulanıklaştı yine. beni üzmenin türlü yollarını ve en ince tonlarını bilmesini hayretle karşılıyorum. annelerimizin şimdisinin ve bütün acıklı tarihlerinin sorumluluğu üstümüzde iken nasıl tasasız bir kahkaha atabiliriz, bilemem. bunun için suçluyorum biraz annemi. birazcık düşünse beni, telefon konuşmalarımız beni kahrederek bitmez. sadece, üzüntülerimin bile olsa odağımda olmak istiyor.hep! herneyse.

seni seviyorum. hoşçakal.

Meltem dedi ki...

Ben posttan çok yoruma takıldım hayretle.Annen için "..beni üzmenin türlü yollarını ve en ince tonlarını bilmesini hayretle karşılıyorum." demişsin ya. Demek bir tek ben değilmişim, yalnız değilmişim bu dünyada diye düşündüm. İlginç.

Sardunya dedi ki...

Sevgili Endişeli Peri
O yatılı okuldu annemi ezip dümdüz yapan, yıllar sonra da annesi dümdüz olan beni o ovanın ortasında önce sıcağıyla kitaplara gömüp sonra bozkıra kaçıran. Ve hatta o okuldan gelen bir din hocam vardı benim başka bir okulda yine aynı şehirde. Sarı mercedesli, file çoraplı din hocam da enteresan izler bırakmıştı o okul.

Binnur A. Ö. dedi ki...

Bense karamazov kardesler hakkında konusmak istiyorum. Yatılı günlerin acısı hiç yatılı okumasam da ve hatta üniversitede bile bizimkilerin dibinden ayrılmamak için çaba sarfetsem de tahmin edebeilecegim bir sey cunku. Ancak anadan babadan uzak yılların insanı daha güçlü yaptıgına inandım hep.
NEyse bu konudan bahsetmeyecektim.
Orhan Pamuk demiş en sevdiğim kitaplardan diye karamazov Kardeşler için. BUnu okudugumdan beri bu kitabı okumak ister bir türlü okuyamam. Oysa bir zamanlar tek tek , okuyup dizerdim klasikleri bir kenara. Sıra neden bilmem gelmedi bu kitaba.
Ne dersin. Acele edeyim mi okumak icin?

endiseliperi dedi ki...

çünkü binnur, klasikler biraz ilk gençlik döneminin enerjisi ile okunacak kitaplar. o nedenle şimdi okumak zor geliyordur. gerçi benim tekrar okumam gereken o kadar kitap var ki.

ben bazı iyi kitapları yıllarca şu nedenle okuyamamıştım:

öneren kişi öyle derin analizini yapardı ki, kitap artık ona ait bir şey haline gelmiş olur. kendi başıma ilişki kurmak için hiç alan kalmaz. beklemek gerekir o zaman.

karamazof kardeşleri okumalısın ama evdeki havayı da yokla. mesela kışın, yağmurlar başladığında, mutfakta, bir lokal ışık da alarak okuman hoş olur. bir rafta sakla kitabını, kalkıp yemeğini yap, o ocakta fokurdayıncaya kadar yine al. çoğu kez eziyet veren mutfak hayatını özel ve gizli bir şeye dönütürmüş de olursun böylece. ben öyle yapacağım.küçük masanın hemen üstündeki rafa, katlanmış masa örtülerinin yanına kitaplarımı koyacağım. sen de öyle yap, tamam mı?

sevgilerimle.

endiseliperi dedi ki...

şebnem,
belki ne yapsa üzülüyoruz, kasıtlı değildir. ama bir anne kendine değil evladına bakmalı, ilişki onda ne yapıyor, diye. bazı anneler kendiyle çok meşgul.

elbette yalnız değilsin. o kadar çok var ki şu anne kız anlaşmazlığı hikayesi. çok sıradan sorunumuz:)
sevgilerimle.

endiseliperi dedi ki...

sardunya, ne çok ortak noktamız var!

Binnur A. Ö. dedi ki...

peri :)
önerin içime tuhaf bir huzur verdi. Yapmadan yapmış kadar oldum. Sanırım bunda hepimizin içinde bir yerlerde kıvrılmış kalmış bir külkedisi olmasının payı var...

Dün REal'deydik. Aklım Karamazov kardeşleri arıyor olsa da öncelikle bir başka kitabı sıkıştırdım kolumun altına.

Sonra ortadaki yığına döndüm: Klasikleri sanki "modaları geçmiş de ucuzlamışlar" gibi ortada bir stand üzerine yığmışlar. Abuk subuk ama yeni yayınlanmış bir sürü kitap raflarda keyif çatarken klasiklerin çektiği bu eza biraz bana batsa da yine de deşinmeye başladım. Bir süre sonra K. Kardeşler'in 2. kitabı elime geçti. Demek aransam 1'i de bulacagım.
Durakladım. Bu konuda "gücü" sana vermeye karar verdim.
Demek ki kitaplar konusunda sana çok güveniyorum. Pamuk'tan bile çok nerdeyse, küçük bir analizle bu çıkıyor meydana. Oysa Pamuk'u ne çok severim. AMa senelerdir K:KArdeşler konusunda bana sözü geçmedi. Senin geçecek.
Kışın yağmurlar yaparken, bir diğer deyişle dışarıdaki ağaçlar gerçek renklerini sergilerken, bir sarı ışık altında kendimi daha iyi hissederek ve kitabı her elime aldığımda seni hatırlayarak okuyacağım bu kitabı(ları).

sevgiler

endiseliperi dedi ki...

teşekkür ederim binnur. kendimi hoş şeyler yapan hoş biri gibi hissetmeme neden oldun:)

Binnur A. Ö. dedi ki...

öyle olduğunu düşünüyorum zaten.
ayrıca ne zamandır söyleyecegim, hani şu kitaplık önündeki resmin var ya, insana aidiyet duygusu variyor. Olması gereken şey olması gereken yerde ve olmöası gerektiği gibi...
bu durumda çiçekler çok güzel yeşerir biliyorsun. :)

endiseliperi dedi ki...

binnur,
"bir diğer deyişle dışarıdaki ağaçlar gerçek renklerini sergilerken..." demişsin ya

ve ben az önce FOL dergisinin 3. sayısında marguerite yourcenar'dan şunu okudum:" bir bahçıvan ağaçların gerçek rengini sonbaharda gördüğümüzü anımsatıyor bana. İlkbaharda klorofil bolluğu hepsine yeşil giydirir. Oysa Eylül geldi mi, kendi özel renkleriyle çıkarlar ortaya, kayın sarışın ve altın parıltılı, akçaağaç sarı-turuncu-kırmızı, meşe tunç ve demir rengi." böyle devam ediyor yazı.

çok güzel oldu bu tesadüf:)
sevgilerimle.

Binnur A. Ö. dedi ki...

Sevgili peri,
annem şehrimden geldi, kendimi eğreti hissettiğim yeni şehri(m)i geziyoruz bugunlerde.
Ona 2 gün evvel dedim ki, "bu şehirde kendimi yuvamda hissetmeme neden olan tek şey şu yüksek ağaçlar,"

Oysaki bu durumda bir tuhaflık var, (palmiyeleri saymazsak) İzmir'in ağaçları yüksek değildir çünkü.

BEn bu duyguya ilk gencliğimde sık sık gidip genelde tek başıma gezdiğim istanbul sokaklarından dolayı kapılıyorum sanırım.

BElki de insanın yuvası sandığı şey iyi anıları ve gençliğinin yuvalandığı mekanlardır.

Ağaçları hep çok sevdim,
sanırım ağaçlara çok bakan her gözün gerisindeki beyin üç aşağı beş yukarı ortak cümleler kuruyor onlarla ilgili...
Oysaki kızıma bir ağaç ismi vermek istediğim de "güzel ama, işte yalnızca bir ağaç adı, " diyip gülenler de vardı.

Aynı bakmamak böyle bir şey herhalde.
Cümleme ve Fol dergisinde o kadar çok cümle arasından o cümlelere takılmana ve hafızanda bir yer açmana çok sevindim :)