Pazartesi, Ekim 15

Londra Manzaraları: Virginia Woolf

Kanepeye uzanmış, ocağa yemeği koymadan ya da yıkanmış çamaşırları asmaya başlamadan önce kolunuzu size en yakın rafta duran kitaba uzatmış ve bu tesadüfi buluşmadan size şaşkınlık veren keyifli birkaç saat geçirmişseniz, planlanmadan, hırsızlama yaşanan bu mutluluk anından daha güzel ne olabilir? Hımm… ısırdığınız sert kabuklu çikolatanın içinden yumuşacık bir çikolatanın akması belki…ya da balkona çıktığınız anda sizi bekleyen bir rüzgarın saçınızı dağıtması… ya da diyelim korkulu bir düşten uyandığınızda dönüp sarıldığınız birinin hatta siz ona dönünce size olabildiğince sıkı sarılan birinin olması.


İnsanın eliyle balık yakalaması kadar güçtür o durumda, o anki keyfine uygun bir kitapla karşılaşması. Ama ben yakaladım: Virginia Woolf, Londra Manzaraları, Alkım Yayınları, Çev. Şenay Kara, 71 sayfa. Virginia Woolf’u başka türlü severim. Tüm o deliliğin, öfkeninin, sinirsel çıkışların, sayıklamaların sonunda böyle sapasağlam, dupduru yazılar yazmasına hayranım. Onun sözcükleri, renkli, ışıklı, akışkan ve bazen de zalimdir. Zalimce yazdığı zamanlarda bile severim onu.

Kitap, Londra yaşamı üzerine altı denmeden oluşuyor. Virgina Woolf, biliyorsunuz, bir Londralı ve çok seviyor Londra’yı. Elbette o zamandan bu zaman çok şey değişti ama Londra’nın ruhunu Virgina Woolf’tan okumak ayrı güzel. Londra olması önemli de değil; bir şehri anlama, sevme biçimini görme açısından da hoşunuza gidecek bir kitap. İnsan kendi şehirlerine karşı da böyle bir bakış geliştirebilir. Ben bir gezi yazarı olsaydım, işte tam da böyle yazılar yazmak isterdim.


İlk makale, Londra rıhtımları. “Ne kadar masalsı, özgür ve değişken görünseler de, sonunda Londra Limanı’nda demir atmayan hemen hiçbir gemi yoktur denizlerde” (s.7) . Thames ırmağında demir atmış gemiler ve mavnalar, dubalar, kıyıdaki kirli depolar… üstünde gök, arkasında deniz görüntüsü ile muhteşem olan gemilerin demir attıkları ve gösterişli şahsiyetlerini yorgunlukla sıyırdıkları andaki hallerini öyle güzel anlatmış ki. Aşağılana aşağılana bir hal olan ticaret hakkında da çok hoş fikirleri var. Mesela şöyle yazmış: “Bir dişten (mamut dişinden bahsediyor) bir bilardo topu yapılır, bir başkası ayakkabı çekeceği olarak işe yarar –dünyadaki her mal sınanmış ve yararına ve değerine göre derecelendirilmiştir. Ticaret, düş gücü sınırlarını zorlayacak kadar yetenekli, yaratıcı ve akıllıdır ve asla yorulmak bilmez” (s.14). Nasıl? Hiç böyle düşünmemiştiniz, değil mi? İşte şu bölüme bayıldım. Dinleyin: “ Vinçleri indirip kaldıran ve döndüren, gemileri denizlerden çağıran biziz – bizim beğenilerimiz, bizim modalarımız, bizim gereksinmelerimiz. Bizim bedenlerimiz onların efendisi. Ayakkabılar, kürkler, çantalar, sobalar, yağlar, sütlaçlar, mumlar istiyoruz ve bunlar bize getiriliyor. Ticaret, içimizde hangi yeni isteklerin ve hangi yeni hoşnutsuzlukların oluşmaya başladığını görmek için kaygıyla bizi izler. İnsan, iskelenin kıyısında durup, vinçlerin, demir atmış gemilerin ambarlarından o varili, bu sandığı, şu balyayı kaldırışını izlerken, kendisini önemli, karmaşık, gerekli bir varlık gibi duyumsar” (s.17). Ne güzel, değil mi?


Bütün makalelerden bahsetmeyecektim size ama şu da ikinci makaleden, Oxford Caddesinde Akış’tan: “Burası, heyecan ve merak uyandıran olayların beslenip büyütüldüğü bir üretim yeridir. Kaldırımda korkunç trajediler yeşerip büyüyor gibidir; kadın oyuncuların boşanmaları, milyonerlerin kendilerini öldürmeleri, yerleşim bölgelerinin daha ağırbaşlı kaldırımlarında bilinmeyen bir sıklıkla olur buralarda. Haberler, Londra’nın hiçbir bölgesinde olmadığı kadar hızla değişir. Geçen insanların sürtünmesi, afişlerdeki mürekkebi yalayıp çıkarıyormuş ve böylece her yerde olduğundan daha çok afiş tüketiliyormuş ve daha yeni baskılardan oluşan yeni afişler her yerde olduğundan daha çabuk isteniyormuş gibidir. Akıl, izlenimleri toplayan yapışkanlı geniş bir tahta parçası olur ve Oxford Caddesi, bu tahta parçasının üzerine, değişen görüntüler, sesler ve devinimlerden oluşan sürekli bir şerit sarar.” (s.21).


Sonra Yazar, Oxford Caddesi’ndeki modern evlerin dayanıksızlığını ve ahlakçıların bu durumu küçümsemesini (çünkü duvarların böyle dayanıksız olması, çağımızın ciddiyetsizliğinin, aceleciliğinin ve sorumsuzluğunun da bir göstergesidir onlara göre) çok güzel anlatır. (Londra’nın ahlakçılarına, bizim eski Türk evlerinin dayanıksızlığının nedeninin, dünyevi zevklerde, zenginliklerde gözümüzün olmamasının ispatı olduğunu söylesek ne düşünürlerdi acaba? Yani bu dayanıksızlığın bir mimari felsefeye denk geldiğini. Ama konumuz gerçekten de bu değil. Geçelim.)


Geçmek istiyorum ama üçüncü makalenin konusu olan Büyük Adamların Evleri’nden de hoş bir alıntı yapacağım. Sonrasını siz kitabı alınca okursunuz artık. “Ve bizi Dickens’ın evine, Johnson’ın evine, Carlyle’ın evine ve Keats’ın evine götüren şey hiç de uçarı bir merak değildir. Biz bu kişileri evlerinden tanırız –yazarların, eşyalarına kendi damgalarını, öbür insanlardan daha silinmez bir biçimde vurdukları tartışılmaz bir gerçek gibi görünüyor. Hiçbir sanatsal beğenileri olmayabilir; ama bu kişiler hep çok daha az bulunur ve çok daha ilginç bir yeteneğe sahip gibidirler- bir eve doğru düzgün yer yerleşebilme; masayı sandalyeyi, perdeyi, halıyı sanki bunları kendi suretlerinde yaratıyorlarmışçasına, kendilerine dönüştürebilme yeteneği” (s.29). Bu noktada The Hours filminden bahsetmek şart oldu. Stephan Daldry’nin yönettiği filmde, Virginia Woolf’un Sussex’teki evinin örneğini (belki de bizzat o evdir, bilmiyorum.)görürüz. Filmi defalarca izlememin bir nedeni de bu muhteşem, evdir. Ayrıca Virginia Woolf Londra Manzaraları makalelerini de Sussex’teki evinde yazmış.

Çok uzattım. Dördüncü makale, Kiliseler ve Katedraller, beşincisi, “Burası Avam Kamarası”, altıncı ve son makale de Bir Londralı’nın Portresi –ki ben bu sonuncusuna bayıldım.

İnce ve çok güzel bir kitap bitince, sanki çok güzel bir yiyeceği, mesela bir adet çikolatayı yemişsiniz de o doyumsuz tadın bitivermesi ile hüzünlenmişsiniz gibi olur. Belki kitabı o an tekrar okumak istersiniz ama kutudan açgözlülükle bir çikolata almak gibidir bu da. Her tekrar, günah bir oburluktur bana kalırsa. (Ve her tekrar yaşamın savurganca harcanmasıdır bir bakıma). Gerçi sonra, yani yeniden karşılaşmanız bir tekrar olmayacak kadar vakit geçtiğinde yine okuyabilirsiniz o kitabı.


Not:
* Çikolatayı çooook fazla sevmem. Ama çok sevilen en yaygın ve sevenleri için oburluk yaratacak yiyecek çikolata olduğu için aklıma çikolata gelir hep. Benim öyle sevdiğim bir yiyecek olsa olsa meyve olur sanırım. Bu da kimsede bir iştah yaratmaz. Böyle yani.
* Hiç aklımda değildi bu kitabı yazmak. Ben size aslında miyazaki'yi yazacaktım. Onu da bu hafta içinde yazarım. Bora'yı uyandırmak için beklerken yazdım bunu. İşte gidip tekrar uyandırmayı deneyeceğim. Ne yaparsan yap ama mutlaka uyandır, dedi ama uyanmamakta da direniyor. Hay allah. Ben gideyim.

12 yorum:

elektra dedi ki...

peri peri, günaydın ve geçmiş de olsa, bayramın kutlu olsun. hastalanmışsın bayramda. yazının, 'dinleyin' dediğin yerinde sesin iyi geldi, iyisin sanırım şimdi:) geçmiş olsun. virginia woolf, tam da anmadan edemediğin 'saatler' filmindeki nicole kidman olarak oturuyor kafamda artık. nicole için iyi, virginia içinse kötü bir durum. gezi yazıları yazsaydım, böyle yazmak isterdim demişsin ya, bence tam da böyle yazardın. karadeniz yazının ne çok bloga ilham verdiğini, - ben dahil:)- hatırlasana.

tekrar günaydın, iyi bir gün olsun bu gün...

laedrim dedi ki...

Günaydın Peri Hanım:)
Çikolatayı severim ama yemeden duramadığım, duramayacağım meyvedir...Şimdi ayva zamanı... Rngine bakması bir zevk, yemesi ayrı bir zevk olan nar zamanı... Mandalinalar da mis gibi kokuyor...

Ve evet o hırsızlama anları çok değerlidir...

Bir de sonbahara Virginia Woolf daha bir yakışıyor sanki...
Yok, yok ben sonbaharda hüzün bulmam ya da sonbaharda hüzün olduğu için Virginia Woolf'u sonbahara yakıştırıyor değilim! O karadan beyaza uzanan yığın yığın bulutları, kıpkırmızı olan sarmaşıkları, ipil ipil yağan yağmuru, sürekli değişen ışıkları ile sonbahar sanki Virginia Woolf'a en yakışan zaman.

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Periciğim,

Ne iyi ettin de buldun, okudun ve andın bu kitabı, bilemezsin.:)

Virginia Wolf'u çok severim, Türkçe'de yayınlanmış bütün kitaplarını okuduğumu sanıyordum. Bir de bu varmış, demek ki.
Hemen alıp, okumam gerekiyor.:)

Çikolata meselesi değil de, sevdiğine sarılıvermek hakkındaki tanımlaman çok çok hoşuma gitti. Böyle, doğru anda doğru duygunun eşlikcisini bulmak, ancak sevdiğine sarılırken onun sana daha sıkı sarılması duygusuyla anlatılabilirdi, bence.
:))

Öykücü dedi ki...

Peri,

Ne güzel yazmışsın.Ama kitap biraz sıkıcı sanırım:P

Çikolata ya da meyva çok çok sevmem.Sadece şu oval,koyu mor erikleri çok çok severim.Karpuzu,çileği falan da severim ama eriklerin yeri başkadır.

Sık sık yaz Peri.Sıkıcı kitapları bile senin yazınla sevebilirim gibi geliyor.Onları bile zevkle,ahenkle yazıyorsun.

Sevgiler.

neo dedi ki...

ne güzel olmus bu londra alıntıları pericim. ne zaman canım çok sıkkın olsa rüyamda londra'yı görürüm ben.. gizli kaçış şehrim...

virginia woolf'un un sadece mrs. dalloway'ini okumustum, hosuma da gitmisti ama digerlerini okuma fırsatı olmadı hiç. deniz feneri var evde, senin bu alıntıları yaptığın kitabı da alayım diyorum. hours filmini bir kere izledim, sonra tekrar izleyeyim dedim ama ağır geldi ordaki kadınların hali, başındayken bıraktım.

miyazaki yazını sabırsızlıkla bekliyorum :) disney, miyazaki filmlerinin amerika'da gösterimi için yönetmenle sıkı pazarlıklar yapmış. miyazaki, filmlerinin ticari olarak yan ürünleri olmasına izin vermemiş (yok öyle mc donalds menüleri, bilgisayar oyunları demiş). bir de prenses mononoke'nin amerika'da gösterimi öncesi miyazaki'nin yapımcısı disney'in patronuna postayla bir samuray kılıcı göndermiş, yanında "kesmek yok" yazan bir notla :)

miyazaki'nin neden çocukların hikayelerini anlattığı sorusuna da şöyle bir cevabı var: "çocukların ruhlarının daha önceki kuşakların mirasçısı olduğunu düşünüyorum. ancak hergün büyüdükçe ve tecrübe kazandıkça bu miras, hatıralar derinlere gömülüyor. bu hatıraların derinliğine ulaşacak filmler yapmaya ihtiyacım olduğunu hissediyorum. bunu yapabilirsem mutlu ölebilirim."

böyle işte. uzattım yine lafı.

sevgiler

endiseliperi dedi ki...

elektra! merhaba:) arçil'le devirli sayılar çalıştık. o, yarın yapılacak okul temsilciliği konuşmasına hazırlanıyor şimdi. daha iyiyim evet. bugün biraz yordum kendimi. ama fena değilim.

güzel sözlerin için teşekkür ederim. sanırım, oraya buraya trenle yolculuk yapıp gittiğim yerlerle ilgili hikaye dolu gezi yazıları yazmak mesleğim olsaydı çok mutlu olurdum. belki de olmazdım, emin değilim. çünkü evden uzakta olmak da pek bana göre değil.

virginia için kötü olduğunu sanmıyorum. onca makyaja rağmen nicole kidman virginia woolf kadar çirkinleştirilememişti. (acımasız bir söz söyledim ama kaynağı bora bu sözün:)

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

merhaba meral hanım,
nasılsınız? bence de meyve gibisi yoktur. mandalinanın kokusu harika. biraz ekşiydi ama soyarken çıkan o kokuyu hatırlamak müthiş:) ayva ile pek ilişkimiz yok. ben şıklık olsun diye alıyorum elbette, koca meyve tabağına narın yanına filan koyuyorum. bazen onu bunu değil de değişik bir tad istediğim zaman (genellikle pazarları gelir bu duygu da. eğer bir istatistik yapmış olsaydık ayvayı olsa olsa pazar günleri yemiş olduğum çıkardı ortaya:)

ben virginia woolf'u hiç hüzünlü bulmam ve sonbaharı hüzünlü bulurum. virginia woolf o park senin bu park benim karış karış dolaşmış biri ya londra'yı, o nedenle ilkbaharı yakıştırabiliriz ona.

size ayva ve mandalina dolu sapsarı bir sonbahar diliyorum. üstelik hüzünlü olmaması da sizin için, çok iyi.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

ekmekçikız,
virginia woolf hakkında, quentin bell tarafından yazılmış "yaşam bir rüyadır, uyanmak öldürür" güzel olduğunu tahmin ettiğim, bora'nın geçen doğumgünümde pembe yeşil kaplumbağalı bir bookmarker'la birlikte hediye ettiği bir kitap da var. henüz okumadım ama okuyacağım.

yazıda bahsi geçen kitap, üstelik zarif de bir kitap. fotoğraf filan da var içinde siyah beyaz. alkım'ın indirimli kitap dükkanında fiyatı 3ytl.

kucaklaşma/sarılma konusunu ise yaz yaz bitmez:)

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

öykücü, mürdüm eriğinden bahsediyorsun. ben erik pek sevmem ama onu severim, erik gibi değildir çünkü. bir de mor renginin üstündeki buğuyu silmek güzeldir. bir de güzel şiir vardı bununla ilgili ama unuttum şimdi.

yok, kitap hiç sıkıcı değil. hatta bir solukta okunabiliyor.

güzel sözlerin için çok teşekkür ederim. eskisi kadar sık yazamayacağım sanırım. hiç vaktim olmuyor.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

neolitik hanımcım, ben de görürdüm rüyamda londra'yı ama en çok rüzgarını. bir de orada hissettiğim duyguyu rüyalarımda da hissederdim. artık hiç görmüyorum. mesela bu gece bir soygun gördüm. sirkeci büyük postanenin salonu gibi lobisi olan bir otelde, görevli tehdit edilerek, çantalar el değiştirilerek bir soygun yapılıyor. ben tanık oluyorum bunlara ve soyguncular da beni görüyor. aa, ben yaşlı bir kadınım rüyamda. soyguncular, biraz da yaşlı olduğum için öldürmüyorlar da gözdağı veriyorlar bana. sonra çok geniş bir caddeden geçmem gerekiyor, çok korkutucu benim için. sanırım yaşlı olduğum için de daha korkutucu. böyle işte. hala etkisindeyim.

yaptığın araştırmalar için teşekkür ederim. güzel şeyler söylemiş miyazaki. şu var ki ben hiç gereği gibi olgunlaşmış birini görmedim hayatta. cidden. tanıdığım kişilerin çoğunun ruhu sakatlanmış ve çocuklukta filan bir yerlerde takılı kalmışlar. olgun numarası yapıyor herkes. ancak miyazaki'nin kahramanları, olgun ve çok çok hoşlar. bence en büyük özellikleri de gereği gibi olgunlaşmış olmaları.

miyazaki'nin son filmi kaldı görmediğim, sonrasında da yazarım bir şeyler sanırım.

siz artık iyice yerleşmişsinizdir. kütüphane de olmuştur diye tahmin ediyorum. umarım bu evde çok güzel, mutlu, huzurlu zamanlar geçirirsiniz.

sevgilerimle.

dory dedi ki...

Böyle tesadüfe pes doğrusu. Bu haftasonu Shrek'in İngilizce çalışması için the Hours'ı İngilizce altyazılı olarak, tan anlamadığı yerlerde durdura durdura, her cümleyi sindire sindire seyrettik. Ben 4 yıl önce sinemada seyretmiştim, tekrar seyretmek istememe rağmen cesaret edemiyordum. Julianne Moore'un oynadığı bölümdeki anne-çocuk ilişkisini kaldırabilecek dayanıklılığa ancak vardım.
Virginia Woolf'tan sadece Dalgalar ve Deniz Feneri'ni, ama bir de Mina Urgan'ın Woolf üstüne yazdığı biyografiyi okumuştum. Bir edebiyatçının bir yazarın yazdıklarını, hayatı ve yaşadığı dönemle birlikte yorumlaması çok hoş.
Filmden sonra Shrek'le bunları konuştuk bir süre; fotoğraflarına bakıp Nicole Kidman'ın kolay kolay onun kadar çirkin görünemeyeceğini bir de:)

ekonomistik dedi ki...

kitap başka yayınevinden çıktı. ben çok begendim bu baskısını da

http://hece.com.tr/kategori/Deneme/Londra_Manzaralari_ve_Baska_Yazilar.html