Çarşamba, Temmuz 9

Yine Akyaka...

Aşağıda sıkıcı bir yazı var. Ancak bize faydası çok. Gelecek yıllardaki tatilimizi planlarken bize kendini hatırlatacak. Bu yıl da tatil yaparken zaten geçen yıl ki Akyaka tatili yazısını referans almıştık. şuradaki ve şuradaki.

Bu nedenle, kısaca merhabalaşıp bırakabilirsiniz. Yorumlar ve içten mailleriniz için çok teşekkür ederim bu arada. Bilgisayara olabildiğince az yaklaştığım için çoğuna cevap veremedim. Özür dilerim.


Akyaka'ya giderseniz, bir yolunu bulup tepeden bakın.

22 Haziran
Tatildeydik. Atakuş sınavdan çıkınca ne var ne yok doldurduk, doluştuk arabaya, yola düştük. Ben bu sefer bir büyük valizle temiz temiz çıkalım istemiştim, ama şu da lazım, bu da lazım, diye diye çirkin naylon poşetler, güzelim kırmızı benetton valizimizin çevresine toplanıverdiler. Oysa dedim, ben hem nerden baksan göçebe bir halktan geliyorum; tehlike kokusunu alınca ya da ne bileyim kuraklık baş gösterince, hazırlanıverip konuvermelere alışık bir derlenip toplanma kültürü insiyaki olarak olmalı bende. Yok. Hep böyle derbeder bir poşetlenme halindeyim. Nereye gidiyoruz? Yine Akyaka’ya. Çünkü çocuklar sevmişti. Çünkü her yere yakındı. Çünkü evlerde konaklamak, kendi yemeğini pişirmek rahattı, ekonomikti. Çünkü, eski Akyaka tanışlarıyla tekrar karşılaşmak, tatilin geçici, bulutsu, süreksiz niteliğini değiştirmek iyiydi. Filan. Öyle ki, her zamanki gibi yolumuzun üstündeki Akhisar’da Feshane köftecisine bakındık orada yiyelim, ahçı bizi tanısın, diye, ama yeşilliklerin arasında bir ışık göremeyince, kapalıymış, dedik. Zaten geç olmuştu. Çocuklar, açız! diye tutturunca da üstünde Ünlü Kosava Köftecisi yazan dev bir tabelanın altına park ettik arabayı, gece 10.00 gibi. O kadar ünlü olmasını gerektirecek bir lezzeti yoktu. Tatlılarını da sevmedik.
Balkonumuzdan havuz, bar ve Zuhaller'in evi görünüyor.


Tomsan Villaları iki bölümden oluşuyor. Biz geçen yıl, yolun alt tarafındaki, Muammer Bey’lerin tarafında kalmıştık. Bu sefer, üst taraftaki, Dursen Hanım’ların tarafında kaldık. Villa Gül’de, 2. katta. Ev büyüktü. Çocukların yatakları, mutfak bağlantılı genişçe salonun asma katındaydı. Hemen yerleşiverdik.

Bora'nın standart pozisyonu:)

Toparlanmakta usta değilsek de, yerleşmekde, bir düzeni tutturmakta ustayız. Bora, bilgisayarını, havuzun başındaki masaya yerleştirdi.

Atakuş, Arçil ve son kankaları Özgür.

Sosyalleşme konusunda sınır tanımaz Arçil, Dursen Hanım’ın oğlu Özgür’le arkadaş olup, havuz başındaki barın bilgisayarına geçti.

Çocuklar Akyaka İlköğretim Okulu'nun bahçesinde futbol ve bsketbol da oynadılar akşaüstleri.

Sessizlikten hoşlanan Atakuş da evdeki tv’ ye play station bağlantılarını yaptı. Ben de mutfağa geçip, marketten aldıklarımızı yerleştirdim. Tatil boyunca da bu düzen üç aşağı beş yukarı böyle sürdü. Şöyle şeyler de oldu:

Havuz başı sohbetler
Bora, Atakuş ve ben çıkmıştık da Bora bana Akyaka’nın sahil tarafında bir sokakta gördüğümüz çok güzel boyanmış bir topaç almıştı.

Evin önünde topacı döndürüyordum ki, bir kadın gelip; “siz endişeli perisiniz, değil mi, sizi sitenizden tanıyorum,” dedi. Eh, çok şaşırdım. “Aslında siteye ara vermiştim,” dedim, bu beni hafızalardan da bir süreliğine silermiş gibi. Karşı komşum olan Zuhal’le böyle tanıştık ve ben ilk kez o ve Dursen Hanım’la birlikte, komşuyla akşam çayları içmenin, uğrayıverip birlikte kahve içip dertleşmenin ne keyifli bir şey olduğunu keşfettim.

Zuhal'le akşamüstü çayındayız. Dursen Hanım da birazdan gelir.

Kadınlarla sohbetin, tuhaf, filtresiz bir hali var. Farklı kültürlerden, yaşam biçimlerinden gelmiş olmanız ve birbiriniz hakkındaki tasavvurlar sizi sınırlamıyor. Sadece kadın olmak çok temel, sağlam bir anlaşma zemini hazırlıyor. Bunu Londra’da İspanyol Aurora ile tanıştığımda, ortak dilimiz İngilizce’miz o sıralar epeyce yetersiz olmasına rağmen uzun uzun sohbet edebildiğimiz zaman da hissetmiştim. Kadınları seviyorum. (Bazen de sevmiyorum ama o bambaşka bir konu ve şimdi hiç yeri değil:) En ciddi konulardan, tırnağındaki elma kırmızısı ojenin hoşluğuna, en büyük derdini paylaşmışken, bir yemek tarifine geçerken yaptığın sert virajlar hiç sarsıntı yaratmıyor mesela kadınlarla sohbette.

Zuhal ve küçük kızı Melek Su. Melek Su öyle tatlı ki. Harfleri yutarak, hızlı hızlı konuşuyor. Küçük diyecek mesela, kçk, diyor:)

Böyleydi. Havuz başındaki çay sohbetlerimiz ya da Zuhal’in verandasında kahve içip fal baktığımız zamanlar bu tatilin en hoş taraflarıydı. Emekli öğretmen Dursen Hanım şimdi de ticareti öğreniyor. Evler için uygun tarihlerle rezervasyon yapmayı, hangi evin temizlik zamanı geldiğini, havuzun suyunun devri daimi, klorlanması ile ilgili her şeyi mükemmel olarak öğrenmiş durumda:) Aynı zamanda misafirleri ile sohbet etmekten acayip keyif alıyor. Zuhal birbirinden güzel iki kızına bakıyor, şimdi babanız gelir, diyerek, babayı aileden hiç koparmıyor, yemek hazırlıklarına böyle başlıyor. Sabah lap top’unu açtığını görüyorum bizim balkondan ve biliyorum ki benim siteye girip eski yazıları okuyor. Çünkü sonra, neyi okumuşsa onun hakkında konuşuyoruz. Beni bir şekilde çok iyi tanıyan ama bir taraftan da yeni tanıyan birine kendimi anlatıyorum. “Nasıl,” dedim, “sitedeki benle tanıştığın ben, bizler örtüşüyor muyuz?”” Tıpatıp aynısınız,” dedi. “Hiç poz kesmemiş miyim sitede?” “Yooo, aksine,” dedi:)

Zuhal'le havuzda. ahh... şimdi havuz olsa:)


Kaç kişi olursanız olun Villa Tomsan’da uygun büyüklükte bir ev var. Bahçesi geniş. Havuzu temiz. Evler ferah. Üç günde bir temizleniyor, mis kokulu çarşafların, havluların yenisi geliyor. Evlerin günlük fiyatı evlerin büyüklüğüne göre değişiyor. Akyaka’daki muadili evlere göre de çok ekonomik.

Alışveriş için Şok ve Dia marketleri var. Çarşamba günleri Akyaka’da, Cumartesi günü yakın bir köyde pazar kuruluyor. Bir sürü ekmek çeşidi bulacağınız fırınlar var. Bölgenin yöresel balı, zeytinyağı, zeytinleri güzel. Domatesleri çok lezzetli.

Balkonda kahvaltı.

Azmak turu

Akyaka’da adına Kadın Azmağı denilen dere var; içinde ördekler ve dünyada sadece iki yerde bulunan yılan balıkları da. Sonra baharda giderseniz bir sürü de kuş. Azmak, buz gibi bir su. Teknelerle sizi 3 ytl’ye dolaştırıyorlar Azmak üstünde. Öyle yaparsanız, yer yer suyun ne derin olduğunu görebiliyorsunuz. Tekneden suya bakınca, içinde orman gibi sazlıkları ve diğer ağaçları görmek ürkütücü oluyor. Akvaryum denilen bir bölgede de balıkları görüyorsunuz. Sonra tekne kaptanı eliyle sol tarafı gösterip aceleyle tek cümlelik rehberliğini yapıyor: “Burası Barş Manço’nun karısının yazlığı”:)

Yuvarlak Çay

Bu yıl yine Yuvarlak Çay’a gittik. Zuhal’ler de geldi, Özgür de. Çocuklar buz gibi suya dalmaya çalıştılar, suyun üstündeki salıncağa bindiler.

Size şimdi inanılmaz geliyordur ama bu suya ayağınızı bile uzun süre sokamıyorsunuz.

Eğer Akyaka’ya da giderseniz Yuvarlak Çay’a da gidin. Buz gibi, akan bir su. Altında yosun tutmamış taşlar, üstünde yusufçuklar. Çevresinde ağaçlar… Her şey yemyeşil. Sonra ahşap masalarda yemeğinizi yiyip hamakta uzanabilirsiniz.

Acıktık! Birazdan yemekler gelecek.

Güzel gerçekten. Akyaka tarafından giderken, Köyceğiz yoluna sapın, geçtikten sonra Babaovası’na, sola dönün. Çam ormanını geçin. Yeşil vadi restoranına kadar devam edin (Başkaları da var. Biz en çok Yeşilvadi'yi beğendik.)

Koylara tura çıktık
Tur gemileri kalabalık ve müzikli oluyor, diye, Bora bir tekne kiraladı. Bir sabah yola çıktık tekneyle. Tekne’nin adı Bora. Kaptan Abdullah, kocaman elleri olan göbekli bir adam. Teknede çıplak ayakla dolaşılıyor ya, ayakları da kocaman. Ama uzun, kıvrık kirpikleri ile bakışının narin bir hali var. Sedir adasının hikayesini yanlış olsa da çok güzel anlattığı için hiç müdahale etmeden dinledik. Miço, Efsane adında bir kız. Kızı filan sandık kaptanın, ama değilmiş. Yat kaptanlığı Lisesi’nde okuyormuş da staj yapıyormuş orada. Bilmediğimiz ne okullar, meslekler var aslında. Efsane, çalışkan, güler yüzlü ve olumlu bir kız.

Miço, Efsane.

Çok memnun hayatından, okulundan, geleceğinden. Koylarda durduk, şnorkerlerle daldık. Ben değil. Ben sadece deniz gözlüğü takıp tekneden çok da uzaklaşmadan denizin dibine baktım. Her seferinde bakar bakmaz da tekneye geri çıktım. Derinlik değil de uçsuz bucaksız bir genişlik daha ürkütücüydü benim için.

Allahım ya, çocuklar yaptıkları her hareketten önce uzun uzun tartışıyorlar. Girin artık şu suya.

Sırayla, Ziraatçılar koyu (eskiden ziraatçılar atlarıyla gelip, araziyi tetkik ederlermiş de adı bu yüzden öyle), Mağaralar koyu (eğer dalarsanız denizin dibinde mağaraları görüyorsunuz. İçlerinde kırık testiler bulunmuş. Buraları denizin dibine çökmeden önce, eski halkı mağaralarda, testilerin içinde zeytinyağı, şarap filan saklıyorlarmış.

Burada Kaptan ve Efsane, mangalda ızgara tavuk, domatesli makarna ve salata hazırladılar. Baktım Bora yemiyor, ben de yemedim. O, vakit onun için öğle yemeği vakti olmadığı için yemediğini söyledi, ama ben yine de huylandım. Çocuklar her şeyi silip süpürdüler:) Lacivert koy (çok derin ve gerçekten lacivert. Biz buradayken kocaman bir tekne köpek balığı gibi burnumuza kadar yanaştı. Bir sürü sarışın turist vardı. Rus’larmış. Müzik bangır bangırdı. Bir tane genç elindeki şarap şişesini denize fırlattı. Bora, “öküz, her yerde öküz, gidelim Kaptan,” dedi:) Sedir Adası’na çıkmadık, Kaptan, “ çok kalabalık oluyor, ben size hikayesini anlatıvereyim,” dedi. (Şehir Adaları da deniyormuş bunlara. Aslında yarımadaymış ama depremle birlikte çökmüş ve birbirine yakın üç adacık olmuş. Sedir Adası’nın kumları özel. Basmak, çalmak yasak. Kaptan’ın teorisine göre sanıldığı gibi Mısır’dan kum değil de taş getirilmiş. Bu taşlar zamanla kuma dönüşmüş. Oysa daha sonra öğrendik ki, Mısır’dan getirilen kum da değil de kum gibi çözülmüş organik parçacıklarmış.) ve Fenerlikoy.

Teknede yandığımızın hiç anlamamışız rüzgar yüzünden. Dönünce fark ettik ki, hepimiz kıpkırmızı olmuşuz. Sırtımız, kolumuz sızlıyordu.

Açık hava sineması
Indiana Jones gelmiş açık hava sinemasına. Çocuklar Martin Mystere’ı çok seviyorlar ya, Indiana Jones’u da severler diye düşündük. Bizim zamanımızdaki gibi tahta iskemleler yoktu da, kocaman minderler vardı. Bir de sinekler. Çok sinek yedi bizi.

Açık hava sinemasında

Film güzeldi. Harrison Ford yaşlıydı ama eskisi gibiydi. Ancak Harrison Ford’u Martin Mystere’a benzetemediler pek çocuklar. Aralarında benzerlik var tabi ama az olan fark da çok belirleyici ve ben bu farka dayanarak Indiana Jones’a oyumu veririm (aşkla!aşkla!)

Kaan
Bora’nın Muğla Üniversitesi’nde öğretim görevlisi arkeolog arkadaşı ve eşi ile buluştuk bir akşamüstü. O bizi tepelere, gözetleme kulelerine, orman içlerine, gizli sapaklara götürerek Akyaka’nın tüm hikayesini anlattı. Çok güzel gezilerdi. İşini bu kadar seven biri az bulunur. Onun gayretine aynı heyecanla karşılık veremezsek mahcup olurduk, o kadar yani. Bora Kaan’ı çok sever ve kişiliğine çok saygı duyar. İlgilendiği her konuya, bilmediği hiçbir şey kalmayıncaya kadar tutku besleyen biri.

Heh heee:)

Sonra Nadir’in Yeri denilen, Azmak üstünde kurulmuş restoranda yemek yedik. İçtik. İlk birada sarhoş olabilen ben çok içtim ve pek de sarhoş olmadım (ya da ben öyle sanıyorum:) Sonra birkaç bara daha uğradık ve gece eve döndük.

Kitaplar
Ben, 12 günlük tatilde ancak iki kitap okuyabilirim diye düşünüp, İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ını, Paul Auster’ın Brooklyn Çılgınlıkları’nı almıştım. Biterse de çocukların aldığı çizgi romanları okurum, demiştim. Brooklyn Çılgınlıkları bir günde bitti. Şaşırtıcı şekilde basit, beklemediğim kadar kötüydü. Bora da okudu ve Paul Auster’ın neden böyle bir kitap yazdığını, okurken bile üşendiğimiz kitabı yazarken kim bilir nasıl sıkıldığını, söyledi. Ancak içinde bir sürü yan öykücük var ve Auster hayranlarını hayal kırıklığına uğratsa da tatil için iyi bir seçim olabilir. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ını çok beğendim. Bora daha önce okumuş ve beğenmişti. Ayrıca yazarım onu.

Kitaplar çabucak bitip, çocukların okuduğum çizgi romanları getirdiğini fark edince, bir akşamüstü Bora, “Muğla’ya, kitap almaya gidelim,” dedi. Muğla’yı çok ama çok beğendik. Beyaz boyalı eski evleri, daracık sokakları, küçük dükkanları ile eski bir Osmanlı şehrini anımsatıyordu. Aynı izlenimi ben, size bahsetmediğim Edirne seyahatinde edinmek, imparatorluğa başkentlik etmiş Edirne’den büyülenmek isterdim, ama olmamıştı. Muğla gerçekten güzel ve Kaan’ın dediği gibi, yaşamak için harika bir yer. Ancak iyi bir kitapçı bulmak zor. Ercanlar diye şehrin kalantor ailesinin oğlunun açtığı bir kırtasiye-kitapçı karışımı bir yer bulduk. Kitaplar azdı, genellikle sipariş üzerine çalışıyorlarmış. Bora’ya, “sen seç,” dedim. Selimoviç’in, Derviş ve Ölüm’ünü seçti. Daha iyi bir seçim de olamazdı. Hakkında yazarım daha sonra belki. Çocuklara da Goscinny ve Sempe’nin, Pıtırcıklar serisinden, okumadıkları, Bilinmeyen Öyküler’in iki cildini aldık.

Dönüş 4 Temmuz
Akşamdan valizleri hazırlayıp arabaya yüklemiştik. Sabah 5.00’te uyanıp yola düştük. Bora, İzmir’de kumru yiyerek kahvaltı yapmayı planlamıştı. Alsancak’ta 2. Kordon’da arabayı park ettik. Park görevlisi, iyi kumrunun Üsküdar Çaycısı’nda olduğunu söyledi ama yanlış tarif etmiş. Bulduk sonunda. Üsküdar Çaycısı da, kumrusu da, denizden esen meltem de muhteşemdi. Çocuklar Ayvalık tostu yedi, biz, kumru. Biraz gazetelere göz gezdirdik dünyaya dönmeden önce. Ne çok şey olmuş!Kordon'da Üsküdar Çaycısı. Kumrular nefisti! Çaylar da öyle. Portakal suları da. Çocukların dediğine göre Ayvalık tostu da. Ordan arabaya yürüken bir kırtasiye bulduk ve Bora nihayet Gökova yarımadasının bir haritasına kavuştu.

Bora biraz hasta gibiydi. İşyerinden telefonlar susmamış, tatilde çalışmasına rağmen işler yığılmıştı. Bu yüzden Bursa’ya, ablamlara uğramayız, diye düşünmüştük. Ablam telefonda, “illa geliyorsunuz!” diye emredince:) birkaç saatliğine uğramaya karar verdik.

Bursa
Nilüfer’de, İhsaniye mahallesinde oturuyor ablamlar. Bilenler bilir; sonradan kurulmuş, geniş parkları ve caddeleri, güzel evleri ve çok çalışkan, duyarlı, çevreci bir belediye başkanı olan bir yer. Ablam ve kızı Yağmur, sıcakta yolculuk etmekten yorgun düşmüş bizi, geniş, temiz, serin evleri ve tüm neşeleriyle karşıladılar.

Ablam dedi ki, yaa, sofrada güzel yemekler varken neden çekmedin! Kapı arkasndaki poşette geri dönüşüm çöpleri var. belediye onları topluyor, geliriyle ağaç dikiyor. bayılıyorlar belediye başkanlarına:)

Ablam az kalacağımızı düşünerek bir taraftan bize zengin bir sofra kurmaya çalışıp, çay demleyip, diğer taraftan, hızla konuşmaya başladı. Tatilde gündemden uzak kaldığımızı düşünüp önce Ergenekon davasını tüm ayrıntılarıyla, yorumsuz anlattı. Sonra kendi yorumunu ekledi. O, dünya durdukça sosyal demokrat olan, AKP’ye hiçbir durumda taviz vermeyen biri. Telefon konuşmalarımızda bizim demokrasi aşkına AKP’ye verdiğimiz desteği hoş karşılamamış ancak tartışmaktan da kaçınmıştı. Sonra Taraf gazetesinde olan bitenlere geçti. Komik, pozitif, olumlu, hayatıyla uyumlu bir insan. Onu dinlemek gerçekten eğlenceli.

Ablam konuşmaya devam ediyor:9 Ama o sırada ne anlatıyor unuttum şimdi. Balkonları çok güzel, rüzgar nefis.

O kadar karamsar tablodan sonra, dedi ki, “Yeni bir çevreci parti kuruluyor, iyi olacak gelecek seçimlerde oyumu ona vereceğim.” “Lideri kim,” dedim. “Önemli değil,” dedi.” Eş başkanlık olacak, lider filan olmayacak. Çevreci bir parti her durumda duyarlı ve demokrat olur.” O böyle biri işte. Her zaman umutlu, biraz çocuksu ama çok akıllı, hayatı acı ve tatlı yanlarıyla kucaklayan, hayata hiç küsmeyen, çorbasını kaynatırken, ülkesi için içtenlikle ne yapılması gerektiğini düşünen biri. Emekli matematik öğretmeni. Zihni temiz, ne yapılması gerektiğini iyice düşünür, sonra harekete geçer, hiç de caymaz. Komik de biri, ben hep gülerim o konuşurken.

Yağmur daha da olgunlaşmış, biraz kilo almış ama çok ama çok yakışmış. ODTÜ Kamu Yönetimi’nde okuyor. Ablam bana bir seferinde, Yağmur nedeniyle daha çok siyaset okuduğunu söylemişti. Kızı ile iyi anlaşmak uğruna tüm dünyayı karşısına alabileceğini de.

Ablam epey yorulmuş sanki. Daha eve gidip bize yemek yaptı.

“Ah,” dedi annesine Yağmur, “bu yıl sanki boş geçti, daha birkaç şey yapabilirdim sanki.” Ablam, “olur mu Yağmur, çok istediğin gibi buz pateniyle kaymayı öğrendin, İspanyolca kursuna gittin, kantinde yemeklerin ucuzlaması için gösteri yaptın ve fiyatları düşürdün. Bir sürü eyleme katıldın…” Yağmur’da, “eylemleri takdir ettiğin için teşekkür ederim, anneciğim,” dedi gülerek. Çünkü genellikle evlatlarımız karışık işlerden uzak kalsın isteriz. Ablamsa, mücadele etmeden hiçbir şeyin kazanılmayacağını düşünür. Böyleler işte. Akıllı, zeki, iyi yürekli, tertemiz ve tekrar ediyorum ama, komikler.


Ablamın kocası Ahmet Ağbi, öyle sanıyorum ki görüp görülebilecek en iyi insandır. İyi insan numunesidir. Türkçe öğretmeniydi, emekli olunca briç kulübüne gitmek dışında hiçbir şey yapmamak yaşlandırmıştı onu. Öyle diyor ablam. Bezgin biri olmuş. Sonra arkadaşlarıyla birlikte, Emekli Öğretmenler Lokali’nin işletmeciliğini almışlar. Evden çıkıp, lokale gittik. Beşevler’de yemyeşil, sakin bir park içine nefis bir yer yapmışlar. Çınar ağaçlarının olduğu parkta, yürüyüş yolu ve jimnastik aletleri var. Lokal tertemiz, şık, rahat. Aşçısı çok maharetli, garsonlar çok kibar, çayı da çok güzel.
Lokalin verandası. İnsan, sabah yürüyüşü için parka gidip, orada kahvaltısını yapıp, eh işte dörtlüyü de tamamlayınca okey masasından kalkmaz gibi hissediyor:)
Orada, bize biraz yorgunluk çöktü, ablam da ısrar edince akşam kalmaya karar verdik. Ablam da, “oh, o zaman susabilirim biraz, vaktimiz var daha,” dedi:) Sonra yurtdışına, en çok Küba’ya gitmek istediğini, herkesin eşit olduğu orada, paranın parametre olmadan ilişkilerin nasıl kurulduğunu gözlemlemek istediğini, para söz konusu olmayınca herkesin sadece kişiliği üzerine emek vermesi gerektiğini, bunun da ilişkileri daha anlamlı yapacağını tahmin ettiğini söyledi. Tatlı bir kadın.
Aile sohbeti:) Ablam ve Ahmet Ağbi çok iyi anlaşır. Sarsılmaz bir oğlak&başak uyumu vardır aralarında.


Neyse, akşam güzel bir sofra kurduk. Yemekten hemen sonra ben kanepeye kıvrılmıştım ki, uyuyakalmışım. Ablam yataklarımızı hazırlayıp yatırdı bizi. Sabah 7.30 da uyandık. Çocukları kaldırdık. Onları uyandırmamak için kedi adımlarıyla kapıya yönelmiştik ki, yakalandık:) Vedalaşıp çıktık.


İstanbul
Evimiz, Tina ile karşıladı bizi. Çok ama çok özlemiş. Geldiğimiz günden beri kucağımdan inmedi. Mutfağa gitsem bağırıp, beni kucağına al, diyor. Şimdi de masanın üstünde hemen karşımda yatmış bana bakıyor. Tatile onu da götürecektik ama kafesine sokamamıştık. Zaten götürmek konusunda pek de emin değildik. Kaldı. Büyükbaba gelip yemeğini veriyordu. Araları pek iyi değildir. Ama babaanne anlatıyor, Tina öyle yalnızlık hissetmiş ki büyükbabanın bile paçalarını sürtünmüş, sevilmek için. Büyükbabanın gözleri doluyormuş bunu anlatırken.

İstanbul, Ergenekon çetesi, Hrant Dink davası, ekonomik durgunluk haberleri demekti bir taraftan da. Erkenekon çetesindeki gelişmeler umarım gerektiği gibi devam eder. Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi, derin devletin çözülmesi, ordunun siyasete karışırken daha az cüretkar olması sağlanır belki böylece. Paşaların, medya patronlarının, ünlü işadamlarının oynadığı bir Costa Gavras filmi gibi. Umarım filmin sonu iyi biter. Hrant Dink duruşmasında da sanıklarda bir panik havası vardı sanki, değil mi?
Çocuklar futbola mola verip su içmeye gittiklerinde, Bora ile ben geçtik sahaya. Dikkat ederseniz, elbiseyi forma gibi kullanmışım, hiç üstümden çıkarmamışım. Seviyorum bu elbiseyi.


Offf çok sıcak. Çay demlendi. Ben biraz bir şeyler yemeğe çalışacağım ve evle ilgili bazı işler yapacağım şimdi.



sevgiler herkese.