Salı, Ocak 31

conrad okuyor: pass

café de pass, bir sürü harika müziği dinlediğim bir yer.

'yalnızım' dediğimde, bu yalnızlıktan ne kasteddiğimi  pass'ın anlayacağını bilirim. sanırım aramızdaki bağı, birbirimize ilgimizi bir sözcükle açıklamak gerekse, o, yalnızlık olurdu. yalnızlığın da çeşitleri var; bazısı cehennemde nefes almaya çalışmak gibidir. ruhuna bir is gibi sıvanır ve en parıltılı gülücüğün bile onunla gölgelenir.  solgun yüzlü şairlerin romantize ettiği o yalnızlıktan epey farklıdır. varoluşunu alçakgönüllü, gösterişsiz, iddiasız olarak sürdürmek dışında yapacağın her şey kendine yabancılaşmana neden olur. kötülük duygusu, hırs, nefret, dünyayı o kadar ciddiye almadığın, eşitlenmenin öylesine gönül indirmeyeceğin  için listeden çıkardığın duygulanımlardır. böyle biriyle kahve içip dedikodu yapamazsın. normalden bir sapmayı ifade eder çünkü dedikodu ve insanın derin kederini tanımış birinin normal ibresi biraz farklıdır.

pass ile seyrek olarak mektuplaşırız ve tüm ilişkimizin içeriğini de o ender zamanlarda yazılmış mektuplar oluşturur. şurdan burdan, havalardan, çocuklardan, yemek tariflerinden konuşuruz, ama kimle konuştuğumuzu derinden biliriz. o, dünyada yazılmış en güzel kitaptan gelir, ben o kitaba doğru giderim ve arada rastlaşırız; birbirimizi tanırız.


biraz önce geldi, pass'ın fotoğrafları. jpeg'e çevirmesi için arçil'den yardım istedim. bu sırada mutfaktaydım. kar devam ediyordu. artık ilk günkü gibi neşeli bir duygu vermiyordu da, "beni yanlış anlıyorsunuz; ciddi bir şeyden bahsediyorum," diyen biri gibi bir gizi çözmemiz için kararlılıkla yağıyordu. ben mutfakta amerikan krep yaptım. katların arasına muz ve bal koydum. kocaman, sıcak bir fincan çayı da  tepsiye yerleştirip, arçil'e, sıcak odaya götürdüm. arçil jpeg'e çevirmiş; fotoğrafı açtı. "aa, ne kadar güzelmiş, pass," dedim. "bakar mısın kitaba bebekle aynı hayret duygusuyla bakıyor. ne tatlı." arçil kreplere yönelmişti, laptop'u alıp mutfağa geldim ve işte yazıyorum.


pass ve ferzan, conrad'ın nostromo kitabının başındalar. kitabın kurgusunda olağanüstü bir önemi olan sulaco kenti coğrafi olarak anlatılıyor şimdi ve okuyucuyu çok zorlayıp çok sıkıyor bu bölüm. conrad, sabırsızlanmamıza hiç aldırmıyormuş gibi devam ediyor. çünkü nerdeyse kitabın baş kahramanı sulaco. ferzan hepimizin bebekken bildiği ama sonra bastırıp unuttuğu bir dürtüyle kitabı ağzına alarak onu anlamaya çalışıyor. bana kalırsa gelecekten haber veriyor ferzan. bir kitabı okumak istediğimizde,  kitabın içeriğine haiz bir tableti ağzımıza alıp, dilimiz ve damağımız arasında bir şekeri emer gibi emeceğiz bir bebek gibi gözlerimiz dalgınlaşarak ve öylece uyuyakalacağız. uyandığımızda o kitabı okumuş, özümsemiş biri olacağız. her şeyi bileceğiz. ama dünyayı anlamak için bilmenin hiçbir şey olduğunun çaresizliğini hissedeceğiz yine de. işte o zaman pass, yani yalnızlığın o kara labirentinde dolaşıp ışığı bulmuş, yani her şeyin en temel noktasını bilecek bir bakış geliştirmiş olarak ferzan'a,  dünyanın, onu anlamak için harikulade bir yer olduğunu anlatacak. hayat bu sayede sürmeye devam edecek.

Salı, Ocak 24

kahve sigara, kılık kıyafet, şu bu... resmen uykusuzluk sarhoşluğu

güneş kaçınılmaz olarak ve bir çocuk resminden, iki dağın arasında aniden ve pür neşe doğarken, 53 santime kocaman bir şımarıklığı sığdırarak yine yatağın büyük kısmını kaplayıp, beni kenara itmiş tina'nın uykulu, ne yaparsam itirazsız kabul eder bedenini kucaklayıp, "canım mısın benim, tina?" diye sordum. iki yeşil çizgi bıkkınlıkla açılıp kapandı. "elbette. canımsın," dedim, onu kıvrımının içine yeniden bırakırken.

güneş iyi bir şeydir; önerilerle dolu bir gün inşaa eder, ihtimallerin her birine katacak bir parça neşesi vardır. o halde; davranışlarında yumuşak, kararlarında sert bir insan olalım, yatağı hemen toplayalım, kettle'a kahve suyu koyalım  ve müzik!



bugün pek muhabbetçi bir halim var. şişli'ye kadar gidebilirim bu uğurda. ama çok uzak, güneşi yarı yolda kaybetme ihtimali de var ki, kontağı istediğin kadar çevir, neye yarar,  benzin bittikten sonra. böyle zamanlarda kadıköy çarşısı, dünyaya sevgi dolu bakan bir çizgi romancının neşeyle çizdiği bir  sayfaya benziyor hayalimde. önümdeymiş gibi sayfadaki her ayrıntıyı mutluluklu inceliyorum. öyle ki, üst kattaki gizli atölyede işe erken başlamış, mola verip pencerede sigara içerek sokağı seyreden ayakkabı ustasını, henüz tezgaha dizilmemiş buzlu kasalardaki balıkları, kurabiye kokulu pastaneden çıkan dumanı... manzaraya kendisini de ekleyen oyunbaz çizer gibi her zaman oturduğu pastanenin dışarı çıkarılmış küçük masasında çayını ve sigarasını içip aylakça çevreye bakan kendimi... sonra sayfayı çevirirken bilinci son hız açılan biri gibi kendime evde, mutfakta gelip kahveyi yapıp, sigarayı yakıyorum.  ne harikulade bir gün.

sizinle konuşalım. seviyorum bunu. ve korkarım, sağlıksız denecek kadar da bağlıyım buna. ne konuşsak? eğlenceli bir şey olsun. dün akşam, julian barnes'ın manş ötesi adlı öykü kitabını okurken hoşuma giden bir paragraf vardı, ordan girelim. kilisedeki papaz, hiç deneyimi olmamasına rağmen tenin günahlarından arındırılması kuramından bahsetmek amacında cemaatine. bu kuramı anlatmak için de dolambaçlı bir yol izleyerek dinleyicilerini eksantrik giysiler giymenin tehlikeleri konusunda uyarmak istiyor. 

"bazı kimseler tanrı kelamının gerçek otoritesine karşı çıkıp çoğu kez bir üniforma giymeyi benimseyerek kendilerini ötekilerden ayırmayı seçiyorlardı. işte ménil-montant'ın komünizm benzeri toplumunda sevgiyi simgelemek için beyaz pantolon, çalışmayı simgelemek için kırmızı bir yelek ve inancı simgelemek için de mavi bir ceket giymişlerdi. bu son giysi düğmeleri arkadan iliklenecek şekilde yapılmıştı; çokeşlilik savunucularının kardeşliğin bir kanıtı olarak benimsedikleri bir özellikti bu, çünkü hiç kimse ceketini bir başkasının yardımı olmaksızın giyemezdi. papaz , konuşmasının bu noktasında bir konuyu kutsallık dolu bir sessizlikle geçiştirdi; bu sessizlik sırasında cemaatten bazıları papazın neyi dile getiremediğini doğru olarak tahmin ettiler; çokeşlilik savunucuları, dolayısıyla bir başkasının yardımı olmaksızın soyunamayacaktı.

arka sırada oturan adéele şimdi tamamen dikkat kesilmişti, papazın cüppesinin önündeki düğmelere sanki erdemin ta kendisine bakıyormuşçasına bakıyordu; aynı zamanda da birkaç gün önce gözünün kaldığı pamuklu kızıl bir yeleği anımsamıştı."

giysilerin böyle, hemen her zaman ideolojik bir anlamı oldu sanırım. bizim yakın zamandan hatırladığımız yeşil parkalar gibi. arçil geçen yıl aldığım siyah anorak mont yerine bu yıl yeşil, kocaman bir parka giymek istediğini söyleyince ona bu giysinin bizim tarihimize denk düşen anlamından bahsettim biraz.  komünist olmaya dünden razı olduğundan sabırsızlıkla o yeşil parkanın içine girmek istedi. benim pis bir huyum var; zaman zaman çok didaktik bir anneyim. "ama," dedim, "her insan okumazsa olur da, komünist adamın cahili hiç çekilmez... fikrini savunur durumda olmak için donanımlı olman lazım bi kere. her insanın asgari yaşam standartının sorumluluğunu üstlendiğinden insancıl olacaksın.  yani hem cahil olmayacaksın, hem ruh saflığına sahip olacaksın bu durumda.  en zoru bu. emeğin kutsallığından bolca bahsedeceğin ve bunu demeye hakkın olması için de çalışkan olacaksın, insanların üstünden kolayca para kazanmayı ahlaksızlık sayacaksın... ee, küfür etmeyeceksin, devrimci adam için bir yozlaşma göstergesidir küfür.  bu durumda kişiliğini askeri bir disiplinle örgütleyebilmen gerek o yeşil parkayı giymek için."  eh, bir daha yeşil parka sohbeti geçmedi aramızda:) bu ne ya, her yıl mont mu alınır! istediği botlar için de benzer bir sohbet geliştiriyorum aklımda. böyle böyle ucuz atlatacağız bu yılı;) şaka şaka, o kadar da diil.

biz, kılık kıyafet devrimine sahip bir toplumuz. bunun öncesi de var; onyedinci yüzyılın ortalarında şeyhülislam yahya efendi, hangi kıyafetlerin caiz, hangilerin yasak olduğunu, kimin, ne giyeceğini bir bir yazmış. "... bir husus dahi budur ki bazı derzi kafirleri vardır ki kırmızı yelken takye ve kırmızı arakiyyeler giyerler. müslümanlar bilmezler ki müslüman mıdır, kafir midir bilmeyüb selam virirler, ri'ayet iderler. günahdur, bunlara dahi yasağ olunsa." hmmm...

bizim avrupa ile uyum çabamız daha kırım savaşına 1856 yılına kadar gidiyor. bu tarihten itibaren katibim şarkısının da etkisiyle şehirli erkek kıyafeti avrupa tarzına uymuş, mobilyadan masaya hızla avrupa adabı benimsenmeye başlamış. anadolu halkı yine ilgisiz konuya; yirminci yüzyıla kadar hiç değişmemiş anadolu modası.

abdülhak şinası hisar, çamlıcadaki eniştemiz kitabında - çok şenlikli bir kitap. okumanızı isterim-, garplılaşmak temayülü gösteren cedlerimizin çok çirkin giyindiğini, çünkü bu şeylerin iyisini kötüsünü ayırt edecek bir beğeniye sahip olmadıklarını söyler.

benim giyim tarzım yine başa dönmüş durumda. kavisi düzgün dairesel hareketle mü-kem-mel bir  sıfır yani. kot pantolon, büyük gömlek, kocaman kazak içinde yine en mutlu olduğum o paspal haldeyim. ne etime saplanmış küpelere, ne bileğimden itibaren beni kıskıvrak yakalayan saat kayışlarına tahammülüm var. zaman zaman çekiciliğine kapıldığım alyansı aynı hızlı hareketle çıkardığımı siz de burada müşahade etmişsinizdir:) annemden para istediğimde, "başıma yıldırım düşse, beni koruyacak kuruş yok," derdi, aynen öyle tüm süslerden azat edilmiş durumdayım.

ancak giysi tarihimin kavisli kısımlarında ben de yaratıcı giysi mesaisinde bulundum. geleneksel bir bankanın kurum avukatlığından istifa edip bir reklam ajansında çalışmaya başladığımda en hoşuma giden şey; hayır, yaratıcılık isteyen heyecanlı bir işe  başlamış, daha fazla para kazanmış, bambaşka yaşam biçimlerine, kavramlara, nasıl desem bir tür hafif meselelere sahip gösterişli arkadaşlar edinmiş olmak değildi. artık istediğim gibi giyinebilecektim! minicik etekler altında ökçeli pabuçlar, kocaman küpeler, daracık kotların üstünde el kadar tişörtler... sanki artık özgürlüğümü ilan etmiş; takım elbise üstünde saçımın yan taraflarını arkada tek toka ile tutturup, ağır, kocaman çantayla adliyeye sürüklendiğim kendimi, tek gardrop hareketiyle arkada bırakmıştım. yaşasın! gençlik işte.

giysilerinde yaratıcı bir tarz geliştirmiş, değişik türden kumaşları, renkleri çok marjinal tarzda ama hayret yine de çok uyumlu bir şekilde kombine etmiş kadınları izlemekten çok hoşlanırım hal böyleyken.  giysi seçimlerine, şahsiyetlerinin göstergesi olarak çok önem veren kadınlar, her ilişkide flört ettiği erkeğin beğenisine göre gardrobunu radikal tek bir hareketle değiştirecek kadar cefakar zanaatçılardır:) eski sevgilisinin onu içinde görmeyi sevdiği çiçekli, sevimli elbiseler, keskin hatlı erkeksi tarzı tercih eden yeni sevgilisi ile birlikte, eski fotoğraflar gibi gardrobun dibini boylar.  kadının sonsuz beğenilme arzusunu sekteye uğratan tek zaman dilimi, regl dönemi sanırım. battaniyenin altında, bol pijamalar, upuzun kazaklar, kocaman çoraplar, elinde çikolatası, acıklı bir eski siyah beyaz film izlerken, bir erkeğin bakışına da en ilgisiz olduğu periyodu yaşar. "çekilir misin ya şu televizyonun önünden!" ıyk:)


kadınların ayakkabı düşkünlüğü hakkında ne desem cehaletimi göstermiş olurum, çünkü bende hiç yok. yazın converse, kışın, bildiğin kocaman, dümdüz bot. geçen yıllarda acemi bir blog vatandaşı iken sevgili everfever'in sitesinde, o zamanlar pek moda olan ucu sivri, uzun, kalkık ayakkabıları, birazdan diyeceğim nedeni sezdirir şekilde sevmediğimi ifade etmiş, bir başka yorumcunun hışmına uğramıştım. hiç unutmam, everfever babalar gibi savunmuştu beni. sağolsun. neyse. ayakkabı icat edildiğinde öyle sağı ayrı solu ayrı değilmiş. ikisi de aynıymış. iö 200 yılında başlamış o sağ, sol ayrımı. ayakkabıda ölçü standartı da 1305'te başlamış. bunda da onüçüncü yüzyılda ingiltere'de moda olan 'poulaine' veya 'cornadu' denilen ayakkabının etkisi olmuş. bu ayakkabıların ucu uzatılarak dik durması için içi dolduruluyor veya bağlanıyormuş. otuz santime kadar uzatılan bu bölümler açıkça penis biçiminde yapılıyormuş.  elbette kilise bu moda ile mücadele etmiş bu dönemde ve eh yani avamın onbeş santime, soyluların biraz daha uzun boynuzlu ayakkabı giyebileceği hükme bağlanmış.


şimdi bu penis benzeri ayakkabı konusu aklıma elbette ve derhal bülent somay'ı getiriyor. onun, bir şeyler eksik kitabını okumanızı çok isterim. gülme garantili, süper bir kitap. orada, ilk bölümde penis üstüne epey bir mizah yapıyor ve sonra diyor ki;  

"(...) çünkü (maalesef) iktidarın kapısını açacak olan (kilide girecek olan) anahtar, penis, yani salt biyolojik bir organ değil. onun yunancası, fallus. fallus bir gösterge, görsel olarak penis üzerine kurulmuş, ama her dilde ondan ayrışıp iktidarı gösterir hale gelmiş bir işaret. o da bizde yok. zaten aslında kimsede yok. bazıları varmış gibi yapıyor yalnızca.

'fallus bir eksiğin göstergesidir.' asla sahip olmadığımız bir şeyin göstergesi. biz bazen o şey bizde varmış da sonradan kaybetmişiz gibi yaparız yalnızca. kadın ya da erkek olmamız fark etmez: iki durumda da fallus hep bir eksiğe işaret eder. erkekler biyolojik olarak fallusa benzeyen bir organa sahip oldukları için, "vardı da kaybettim" yanılsamasına düşmeleri daha kolaydır yalnızca.

fallus bir gösterge. polisin elindeki cop, babanın tokadı, abd'nin füzeleri. ama bunların hiçbiri sahibindeki eksiği gidermez: ne polis iktidara sahiptir, ne baba, ne de abd başkanı. o yüzden de çok tehlikelidirler: bir eksiğe sahip olmanın tahammül edilmez farkındalığıyla, ellerindeki nesneleri akıldışı biçimlerde kullanabilirler. bir şey öğrenmesi gerekmediği halde işkence yapan polis, durup duruken tokadı basan baba, beceriksizce güç kullanıp yüzüne gözüne bulaştıran abd, hep o eksiği kapatmaya çalışmaktadırlar.

hiç sahip olmadığımız, sahip ıolmanın nasıl bir şey olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyin yokluğu, tekinsiz bir duygu verir bize. yok, ama olsa ne olacaktı? daha mı güzel olacaktım? daha mı akıllı, daha mı zeki, daha mı cazip?

o yüzden de küçük bir kaydırmayla, eksikliğini çektiğimiz şeyin hiç olmamış olduğu bilgisinin üstünü örter, onu bir kayba dönüştürürüz; bir zamanlar sahip olduğumuz, ama şimdi kaybettiğimiz, elimizden alınmış, çalınmış bir şeye.

eh, onu yolda yürürken cebimizden düşürmediğimize göre, mutlaka birileri çalmıştır bizden. koparıp almıştır. o zaman çözüm kolaylaşır: bizdeki eksiği çalan birilerini yaratır, hayatımızın geri kalanını onlara kızarak geçiririz. bu birileri, yahudiler olabilir, müslümanlar olabilir, siyahlarolabilir, enteller olabilir, bizim gibi olmayan herhangi birileri.

keyif hırsızlarıdır bunlar. bizim bilmediğimiz bir şeyleri bilen, hayatımızın sırrına vakıf insanlar. türbanlı kızlara öfkelenenlerimiz, aslında bir yandan damerak içindedir: yazın ortasında böyle bir kılığa girdiğine göre, acaba benim bilmediğim nasıl bir tatmin yatıyor bunun arkasında? mutlaka benden çalınan şey oradadır. bütün siyah erkeklerin penisi kocamanmış. vay alçaklar! şu enteller işe yaramazinsanlar, hep laf, hep laf, konuşmaktan başka bir şey bilmezler. ama bu kadar lafın arasında benim bilmediğim bir şeyi biliyor olabilirler mi? benden esirgenen bir sırrı? kahrolsunlar!
biraz rahatladık mı? hayır sadece biraz ırkçı, biraz bağnaz, biraz anti-entelektüel, biraz hoşgörüsüz olmayı başardık. hayırlı olsun."

dikkatiniz dağıldı, biliyorum. kendimi tutamayıp uzun tuttum alıntıyı çünkü. hep beraber yukarı paragrafa gidiyoruz şimdi ve hep beraber hayret ediyoruz; yüksek topuk ayakkabıları önce erkekler giymiş. zaten o dönemde kadın modası uzun eteği şart koştuğundan ve bu nedenle ayakkabı görünmediğinden, kadınlar için bir ayakkabı modası söz konusu değilmiş.  aurelianus (270-275) erkeklere kırmızı, beyaz, sarı, yeşil ayakkabıyı yasaklamış. osmanlılar'da da ayakkabı renkleri kurallara bağlanmış; müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, ermenilerin başlık ve ayakkabıları kırmızı, rumların siyah, yahudilerin mavi imiş.

ayakkabı (kuzuların sessizliği filminde de geçer), statü gösterir ve simgesel bir nitelik taşır. çin'de ayakkabı uyum ve denge simgesiymiş ve bir oğul sahibi olma dileğini ifade edermiş. eskiden mahkemelerde kocasının cinsel iktidarsızlığı nedeniyle boşanmak isteyen kadınlar, hakimlere bu durumu anlatmak için ayakkabılarını çıkarırlarmış. demek ayakkabı ve penis arasında ciddi bir analoji varmış tarih boyunca.

başka bir zaman size kumaş çeşitlerini ve ayakkabı isimlerini yazayım. şimdi ne yapalım? gördünüz mü, güneş gitmiş. berbere mi gitsem ben acaba? yoksa çok daha iyisi gitmesem mi?:p

sözü geçen kitaplar: 
. julian barnes, manş ötesi, ayrıntı yayınları, çev. serdar rifat kırkoğlu
. bülent somay, bir şeyler eksik, metis yayınları
. abdülhak şinasi hisar, çamlıca'daki eniştemiz, yky
. ve elbette, kudret emiroğlu, gündelik hayatımızın tarihi, dost yayınları



Cuma, Ocak 20

patatesli omlet


kusursuz bir kış günü. soğuk, gri, aman vermez. sessiz. ne olması gerekiyorsa, o.  yağmur, kar, rüzgar yok; insan duygulanımlarına başvurmayı gerektiren ve böylece onun varoluşunu bulanıklaştıran, insanın estetize etme merakına da gönül indirmeyen sağlam bir kış  günü.  pis bir gün, kusursuz bir gün. pencereden bakıyorum. avucumu, yalıtımsız çıplak duvara dayadım. buz gibi soğuyan elimi hemen sonra radyatörün sıcak yüzeyine bırakıyorum. çok güzel. "bilincin mutlulukla tek ilişkisi şükrandır: hiçbir şeyle kıyaslanamayacak haysiyeti de oradan gelir."* aklımda tembel, aylak, cevabını pek de aramadığım bir soru; "yumurtayı haşlasam mı, omlet mi yapsam?" arkamda yorganın hışırtısı, arçil uyanıyor.
- yumurtayı haşlasam mı, omlet mi yapsam?
- sosisli, kaşarlı tost yerim.
şu yumurta çıkmazından kurtardığı için mi bilmem, çok sevindiriyor bu tercih beni. bir itiraz belki ama, her itiraz gibi başka bir yolun mümkün olduğu haberini de veriyor. gidip şakağından öpüyorum. onu öpmekten en çok hoşlandığım yer. saçının kokusu, ince derisi, altında kemiği, öyle narin ki... sanki çocukluğu, sanki onu kollayan annesi oluşum hala orada. o kemiğin hemen arkasında duyularının toplaştığı yerler, hafızası... küçük küçük, derli toplu, değerli, biricik hazineler.
- tost yapacağım, ama patatesli omlet de yapacağım.
- olur, diyor, biraz daha tembellik yapmak için arkasını dönerken.
dondurulmuş parmak patatesle omlet ne güzel olur. aklınızda olsun.

*adorno, minima moralia'da geçer.

akşam olmuş; haftasonu evde olmayacak arçil için mutfakta, ona göre bir şölen sofrasına yakışacak yemekler olan, kış çorbası, turşulu köfte sandiviç, domatesli fesleğenli spagetti, fırın sütlaç ve karışık bitki çayı hazırlarken, aynı kitaptan günün falında çıkan:

"hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi. her açıklama, her haber, her düşünce daha önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize. böyle bir ön-biçimlendirmenin tanıdık izini taşımayan şeylerse inandırıcılıktan yoksun bulunuyor, çünkü kamuoyu kurumları ortaya sürdükleri her şeyi bin türlü olgusal kanıtla ve topyekun iktidarın el koyabildiği her çeşit makulluk aylasıyla donatabiliyorlar. bu türden basınçlara direnebilen olgular, imkansız görünmenin yanında, kültür endüstrisinin son derece yoğunlaşmış yayım aygıtıyla yarışamayacak kadar güçsüz kalıyor. almanya'nın sunduğu uç örnek genel mekanizmayı da aydınlatır. nasyonal sosyalistler uyguladıkları sistematik işkenceyle almanya içindeki ve dışındaki halklara dehşet salmışlardı; ama hunharlıklarının inanılmaz boyutlara varması onları teşhir olmaktan da kurtarıyordu. eylemlerinin akla sığmazlığı, herkesin o pek kıymetli barışı kurtarmak adına zaten inanmak istemediği ama aynı zamanda teslim de olduğu şeye inanılmamasını kolaylaştırıyordu. titrek ve dokunaklı sesler işitiliyordu; zaten her şey çok abartılmıyor mu. savaşın patlak vermesinden sonra bile toplama kamplarıyla ilgili ayrıntılar ingiliz basınında rağbet görmemişti. her korkunçluğun aydınlanmış dünyada bir korku filmine dönüşmesi kaçınılmazdır. çünkü bilinçdışından iştahlı bir karşılık alan bir nüve vardır hakikatin doğru olmayışında. mesele sadece bilinçdışının vahşet eylemlerini beklemesinden de ibaret değildir; faşizm, başka yerlerde gizlenmiş durumda kalan tahakküm ilkesini açıkça ortaya koyduğu ölçüde daha az "ideolojik" sayılır. hiç fark etmez demokrasilerin ona karşı bir takım insani değerleri öne sürmesi. faşizm, bu değerlerin insanlığın tüöünü temsil etmeyip sadece kendisinin ıskartaya çıkarmaktan korkmadığı bir serap olduğunu belirterek kolayca çürütecektir demokrasilerin savını. ama uygar dünyada insanlar öyle umutsuzluk noktalarına gelmişlerdir ki, dünya kendisinin ne kadar da habis olduğunu itiraf etme görevini onların kötü yanlarına yüklediği anda, o pek çelimsiz iyi yanlarından da hemen vazgeçmeye hazırdırlar..."

Perşembe, Ocak 19

hrant için blog

arkadaşlar, hrant'ın anısına sahip çıkmak, hrant'ın ailesini ve eşi rakel dink'i yalnız bırakmamak, toplumun vicdanını örseleyen davanın sonucuna duyulan tepkiyi dillendirmek, bu davanın bitmediğini,  mücadelenin asıl yeni başladığını göstermek için bir blog oluşturdular. orada göreceğiniz görsel ve yazılı dokümanlar sizin de hissiyatınızı anlatıyor. ziyaretinizle anlamı büyüyecek olan blog, şurada.

Pazartesi, Ocak 16

ölü evinden anılar

 

içimde aldırışsız, kocaman bir boşluk vardı. ne yapacağını bilememek, yolunu bulamamak sancılı bir rüzgar gibi dolaşıyordu bu boşlukta.  beni kaybolmaktan koruyan hayatımın sıradan alışkanlıklarına her zamankinden daha çok bağlanmıştım. bana ne çarpsa, ait olduğum kuşağın kapkara bir ironi ile yüklü alaycı bakışında yankılanıyordu.


çantamda ölü evinden anılar kitabı, moda’da, çay bahçelerine doğru yürüyorduk. güneşli ama çın çın öten soğuk, berrak bir hava vardı. yanımda, yirmi yıl önce birbirimize sıkıca bir düğüm atıp, ipi uzun ve gevşek bıraktığımız, seyrek zamanlarda bu ipi gererek birbirimizi bulduğumuz arkadaşımla, ordan burdan konuşuyorduk.  daha doğrusu, bolca hikayeye ve sistematik konuşma becerisine sahip arkadaşım konuşuyordu da ben onun anlattıklarını  bölük pörçük paragraflarla karşılıyordum. günlerdir dışarı çıkmamıştım ve gördüğüm her şey ilgimi çekiyordu, dikkatim dağınıktı. sağımdaki duvarda “drink van houten cacao” ilanına çekti dikkatimi arkadaşım. biliyor muydum hikayeyi? hayır, bilmiyordum. yirminci yüzyılın ilk yıllarında, halka açık idamların yapıldığı bir zamanda geçiyor hikaye. seyirciler bekliyor. adamın birkaç dakika sonra kafası uçurulacak. ancak van houten adında hollandalı bir firmanın, şimdiki cin fikirli reklamcıların öncülü bir adamının aklına parlak bir fikir gelir. adam, kafası uçurulmadan önce “van houten kakao içiniz,” diyecek, karşılığında ailesine para ödenecek. böylesine rezil, karanlık bir insanlık tarihine sahibiz işte. son nefesinin bile böyle bir değeri var. arkadaşım, van houten kakao ismini duyunca, kan kokusu alıyorum sanki, dedi. etkili, ama yanlış bir reklam fikri olduğunu onayladım. şair arkadaşımın dediğine göre mayakovski “pantolonlu bulut” şiirinde bu olaya gönderme yapıyormuş. o, bu hikayenin kendindeki etkisiyle çok daha önce vedalaştığından benim için bir süre sessiz kalıp, yürümeye devam ettik.

size daha o gün yazmayı düşünmüştüm bu olayı. bir sürü de edebiyat yapacaktım. ama dedim ya, hayata olan tüm ilgim, içimdeki şu derin boşluğa gömülüp, kaybolup gidiyordu. bu sabah, güneş ışığı dağın tepesindeki karları yalayarak bir hançer parıltısıyla uykumu bölünce, hızla kalktım. mutfak penceresine toplaşmış güvercinler ekmek, akvaryum camına yapışmış balıklar yem bekliyordu. tina benimle uyanmış ama tembellik yapmaya karar vermiş, güneş ışığında uzun uzun gerinerek oyunbaz gözlerle bakıyordu bana.




ölü evinden anılar kitabını bir sonraki yalnız başıma yaptığım moda yürüyüşünde bitirdim. dostoyevski için denilmiş olandan fazla ne diyebilirim ki? benim hayranlıkla dilim tutuluyor her seferinde. okuma serüveninde dostoyevski’ye yer vermemiş, kendi ruhuna dostoyevski ile bakmamış biriyle, dostoyevski ile tanışmış biri ayrı evrenlerde yaşıyor demektir bana göre. dostoyevski ile tanıştıktan sonra o insan için hiçbir şey eskisi gibi olmaz artık. insanı anlamak ve kabul etmek için esnek ve geniş bir bakış açısına sahip benim gibi biri için; her iyi yazar ve onların her kitabı için ayrı bir okuma sözleşmesi yapacak kadar alttan alan biri için bu sözün çok iddialı olduğunu biliyorum. zaten bir tek de dostoyevski için bunu diyebilirim.  

ölü evinden anılar kitabında,  sınırları ihlal etmiş olanların, zihin atölyelerinde önce kendi hayatlarını yok edecek fikir inşa edenlerin, düzenli hayatlarının sıradan istikametinde yazgının mayınlarını patlatıp düşmüşlerin... canilerin, hırsızların, dolandırıcıların, kısaca toplumdan sürülmesi icap eden mahkumların yaşadığı sibirya hapishanesi anlatılır.  onların dehşet veren marjinalleşme öykülerine odaklanırsak, bu suçluları ahlaki olarak yargılar, ancak bu taraflı bakışla onları pek de anlayamayız. dostoyevski'nin yaptığını yapıp insanı karakter olarak okursak; olayları, nesneleri insan ruhunu ortaya koyan araçlar olarak düşünürsek daha etkili bir kavrayışa sahip oluruz gibi gelir bana.

dostoyevski’nin o kalın kitaplarında karakter çeşidi az ama çok derinken, bu kitapta bolca karşımıza çıkıyor onlar. basit, dümdüz, doğrudan bir betimleme yapmış, ama nasıl bir ruhla karşı karşıya olduğumuzu hemen anlıyoruz.  olağanüstü kötü şartlardaki insan manzaralarından bahsetse de, okuduğum mizahi yanı çok güçlü kitaplardan biri ölü evinden anılar. beni müthiş bir hızla kendine çeken şu -ki conrad’ın narcissus’un zencisi kitabı da benzer nedenle çok ilgimi çekmişti-; her tür sınıftan, ırktan, milliyetten gelen bu suçlular toplumdan sürülürler, ama hapishanede yeni bir toplum oluştururlar. eski otoriteye benzer bir merkezi otorite ve onun baskısı altında, sosyal ve sınıfsal ayrımlar bu kez bambaşka bir şekilde kodlanarak, yeni bir toplum örgütlenmesi oluştururlar. bu yeni topluma uygun olarak temel karakter özellikleri de yeniden örgütlenir insanların. işte benim sevdiğim bu.

kitaptan bazı bölümleri size sesli olarak okuyayım istedim, ama laptop’un mikrofon girişi bozuldu geçen gün, sesim pek cılız duyuluyor mikrofonsuz. yoksa birkaç çok sevdiğim karakterin, ünlü hamam sahnesinin, mahkumların at alma macerasının olduğu, suçluluların otorite ile ilişkilerinin analiz edildiği o çok nefis bölümleri size okumak isterdim.

ölü evinden anılar kitabını bir kasvet duygusu verdiği için okumayı erteliyorsanız, kitabın çok değişik türden bir mizah anlayışı olduğunu da söyleyerek sizi okumaya ikna etmek isterim.

şimdilik bunları diyerek bitirelim konuşmayı. sonraki günlerde canımız isterse tekrar döneriz kitaba. ancak bugün yakaladığımız neşe yakıtı ve soğuk mutfak ve sürdürülmesi gereken rutin, konuşmayı burda bitirmemizi gerektiriyor. hem akşama aklına içli köfte yapmayı koymuş birini dostoyevski bile oyalamamalı;)

Çarşamba, Ocak 4

standart haller

Beethoven: Piano Concerto #5 In E Flat, Op. 73, "Emperor" (Excerpt) by Beethoven on Grooveshark

yine bir 'ev' romantizmi ile karşınızdayız:) ben nahoş gerçeklerin üstesinden gelebilmek için onu romantize etmek gibi bir kaçış siyasetine çok başvursam da; bu masayı bırakıp, kendimi elim cebimde sokakların manzarasına salamıyorum. hele güneşli günlerde evin mutfağından kopamıyorum. yoksa kadıköy'de zevkli işlerim vardı; et balık kurumundan kırmızı et, komşu fırın'dan ekmek, penguen'den de bir arkadaşımın önerdiği kitabı alacaktım. size önerim alışverişe ekmek alarak başlamanız. böylece sizi hale gibi saran ekmek kokusuyla nereye girerseniz girin, sevinçli haberler taşıyan biri gibi sevgiyle karşılanıyorsunuz. 


şu an bu masada oturup bunları yazarken, müziğe demlenen çayın homurtusu ve tina'nın yatak odasından gelen sesi karışıyor. durun, tina ne yapıyor, bir bakalım.


hmm... korkunç köpekbalığı oyuncağı ile oynuyor ve her seferinde tina kazanıyor:) bu saatlerde yatağa vuran güneşle tina çok mutlu. siz de sıkıldınız tina'nın bu fotoğraflarından ama tina da bana çekmiş; hep aynı keyif rutinine sıkı sıkıya bağlıyız.

sabah erken saatte evi toparlayıp, market alışverişini yaptım. akşama yine tavuk kanat, arpa şehriye pilavı ve salata yapıp, portakal ve nar sıkacağım. yemeğe de karar verince içim rahat. siz yazıyı okurken ben tavuk için terbiye hazırlayıp, içinde dinlendireceğim akşama kadar.


bugün aslında karanlığın kültürleri kitabından okuduğum bir bölümü sizinle paylaşmak için siteyi açtım. gündeme bir şekilde denk de düştüğü için ilginizi çekebilir. aşağıya yazacağım birazdan. ilk bölümleri okurken aldığım keyfi kitabın sonraki bölümlerinde alamadım. yazarın sanki karanlığın kültürleri konusunda aydınlık, net bir fikri yok gibi. oysa fikir harika. alıntılar dışında fikrini besleyecek kendi yorumlarını zayıf buldum. başvurduğu yoğun avrupa tarihi ise bir avrupalı'yı bile canından bezdirecek kadar ayrıntılı. fena değil, ama ilk bölümleri okurken duyduğum lezzeti alamadım sonraki bölümlerinde. çevirisi de pek işimi kolaylaştırmadı doğrusu. ben kitabı aldığım ve okuduğum için hoşnutum bunlara rağmen, almış olanlarınız beni affetsin. çünkü çok da ucuz bir kitap değil. almayı düşününler de bu arızasını bilerek alsınlar.


ispanyol hükümetinin paris dünya fuarı'ndaki çadırı için sipariş ettiği guernica (1937), 1930'ların ortasından sonlarına kadar süren siyasi krizden ilham almıştı. resmin hayvani çirkinliği, hayatın şenliğinin elem, acı ve kara bir ümitsizlik getiren kabus gibi otorite düşkünlüğüne batmışlığını dile getiriyordu. bu picasso'nun faşizmin saldırganca yıkım peşinde koştuğu 1936-1937 yıllarında hayata geçirildiğini gördüğü politikaydı.

'ispanyol mücadelesi, gericiliğin halka karşı, özgürlüğe karşı savaşıdır. bütün sanatçılık hayatım, gericiliğe ve sanatın ölümüne karşı sürekli mücadele vererek geçti. gericilik ve ölümle bir an bile anlaşabileceğimi kim nasıl düşünebilir? (...) üzerinde çalıştığım, guernica dediğim panoda ve yakın zamanda yaptığım tüm sanat eserlerinde, ispanya'yı acı ve ölüm okyanusunda boğan askeri kasta duyduğum tiksintiyi açıkça ifade ediyorum.'

eleştirmenler tarafından 'dahi bir ruhun kopardığı bir rezalet çığlığı' diye tarif edilen ve 'sevdiğimiz ne varsa öleceği' ilan edilen siyah beyaz bir dikdörtgen olan guernica, siyasi medeniyetin terse dönen akıntısının patlamaya hazır bir sanatsal ifadesiydi. stephen spender'in new statesman'da belirttiği gibi, ayrıca panonun sersemleten 'renksiz' (siyah beyaz gri) kolajı, 'ikinci elden bir deneyimin uyarıcı kabusunu' görsel olarak olarak yakalamıştı. bu anlamda ürkütücü geleceğin, faşist karşıdevriminin uçurumuna yuvarlanması  ile paralellik taşıyordu; bu durum dünya insanlarının çoğu tarafından sadece gazete, telsiz ya da haber filmlerinin taraflılıklarıyla kavranabiliyordu; belgesel filmin yabancılaşmış görüntüsü picasso'nun katastrofik bir dağınıklığın olduğu uzun tualinde, durmadan yayılır gibiydi.



çaresizliğin bu karanlık diyaloğu, ispanya'nın kıyas götürmeyecek denli kaotik devrim ve karşıdevrim döngüselliğiyle doğrulanmışa benziyordu. komünistlerin ve diğer solcuların oluşturduğu barcelona halk cephesi, 1936 seçimlerinde, franco'nun liderlik ettiği ve katolik toprak sahipleri ile faşistlerin desteklediği bir grup ordu generali tarafından, çok geçmeden meydan okunacak olan bir zafer elde etmişti. nisan 1937'de naziler, herhangi bir askeri ehemmiyeti olmayan kana susamış bir manevrayla, bask halkının sembolik merkezi guernica'yı bombalayarak bin altı yüz kişiyi öldürdü, sekiz yüz kişiyi de yaraladı.

s. 419-421
karanlığın kültürleri, bryan d. palmer, ç. şebnem kaptan



Pazar, Ocak 1

anton


A Sunday Smile by Beirut on Grooveshark 

anton, yeni yılın ilk misafiri. bugün marketten dönerken bizim apartmanın bahçesinde gördüm. minik kuyruğunu sallayarak peşimde dolaştı. komşu, birilerinin gizlice bizim bahçeye bırakmış olabileceğini söyledi. eve gidince ekmek parçalarını et suyu ile ıslatıp, üstüne tinanın ciğerinden koyup götürdüm. bir koli koymuşlar da içinde yatıyordu. eve döndüm. akşama doğru hava iyice soğumaya başladı. o sırada aklımdan sürekli dün akşam ablamla yaptığımız konuşma geçiyordu; çok sevdiği köpeği ölmüş. çok üzgündü. veteriner nedenini anlamamış, soğukalgınlığı olabilirmiş. eh, bu konuşmayı yapmış olmamızın bir anlamı olmalı herhalde.

polar şalımı kesip ona bir giysi dikip götürdüm. öyle uslu ki, kucağımda sakince yattı, ben de patilerinden filan geçirerek kazağını giydirdim. adını anton koydum. gerçi erkek mi kız mı, emin değilim ya. öyle bir süre uyudu kucağımda. şalın diğer parçasını da üstüne örtüp, çıktım. sonra yine duramayıp yöneticiye indim, hayır, apartmanın içine alması mümkün değilmiş. eve gelip bir sayfa kitap okudum. sonra hızla aşağı inip kucakladığım gibi eve getirdim. içine halı serdiğim kolinin içinde battaniyesinin altında güzelce uyuyor şimdi boş odada. sağlıklı görünüyor, henüz üşütmemiş sanırım. ama hiç sesi çıkmıyor. sürekli uyuyor. köpekten hiç anlamıyorum. burnu ıslak, ateşi yok. kış geçinceye kadar gündüzleri aşağıda, geceleri bizde kalabilir diye hesap ettim. tina faktörünü şimdilik düşünmüyorum. bakalım ne olacak.