Perşembe, Ağustos 30

yarın ayder'e gideceğiz!

müzik: eric clapton- travelling riverside

kaç gündür yorgunluk çekiyorum. nedenini bilmiyorum. oysa sabahları yürüyüş yapıyor, çok düzenli ve iyi besleniyorum. ceviz, organik kayısı, pekmez filan yiyorum mesela. çok meyve yiyorum. su içiyorum bol bol. ama ölesiye yorgunum. çok dalgınım. markete gidiyor, alacağım şey dışında bir sürü ıvır zıvır alıyorum, vaktin nasıl geçtiğini kontrol edemiyorum, aklım benden habersiz bir yerlerde bir şeylerle meşgul hep. uyarı çanlarını çalıp başıma topladığım zamansa (aklımı yani), çıt çıkmıyor; bütün fikirler, izlenimler, anılar, planlar akıllı, terbiyeli çocuklar gibi sus pus yerlerindeler. ama bir şeyler döndüğünün farkındayım. nerede? işte şurada, aklımda.

bu nedenle bugün yazamadım yazıyı. oysa akşamki planım buydu. bir tane video var burada. ayder yolu çok güzel gördüğünüz gibi, çok düzgün. bora o hızla giderken ben de arabanın tepesindeki camı açmış, o şiddetli rüzgara aldırmadan sizin için bu videoyu çekmiştim gözükara bir savaş muhabiri gibi. umarım yarın ayrıntıları yazabilirim.

yarın arçil istanbul'a ilk taşındığımızda (yani arçil 6 aylıkken) ona bakan bakıcısına gidecek. az önce öperek, gitme, dedim, n'olur. seni öyle çok özlerim ki. dedi ki gözlerini bilgisayar ekranından bana çevirip, "gitmem gerektiğini sen de biliyorsun. bana çok emeği geçti. ayrıca çok özledim". kesinlikle benden daha akıllı. böyle erkeksi bir hal yerleşiyor üstüne. benim ulaşamadığım gizli köşeleri var artık aklının, ki biliyorsunuz, bu sıralar kendi aklımla bile başım dertte.

bu akşam böyle. sevgiler.

Salı, Ağustos 28

mim:koku

gaykedi beni de mimlemiş; koku meselesi hakkında konuşalım, diyor. konuşalım.

bu ilki:

ankara'daydım. hukuk fakültesinde 4. yılımdı. yılbaşının hemen ertesiydi. çok yakın olmadığım ama yakın olmayı istediğim bir kız vardı. benzer insanlar değildik, zordu arkadaş olmamız, ama gençtik, vaktimiz boldu, her ilişkiye dilediği kadar şans verebilirdik. yılbaşı ertesi, onlardan ayrı yaşayan doktor abisinin evini şöyle bir toparlaması gerekiyordu. abisinin nöbeti varmış o gece. bana, birlikte gidelim, hem balık alır, rakı içeriz, dedi. o sevmezdi böyle şeyleri aslında. ben de rakı filan içemezdim. bira olsa, neyse. ama işte ilişkide bir tür birbirimizi sınama, jestler yapma aşamasındaydık. hem dedi, ders de çalışırız:) ikimiz de pek çalışkandık. peki, dedim.

yiyecekleri, içecekleri alıp bahçeli otobüsüne bindik. kapıya geldiğimizde, aa dedi abim evde. zili çaldık ve kapıyı, üstündeki bir beden büyükmüş gibi duran balıksırtı desenli paltosuyla dışarı çıkmak üzere olduğu anlaşılan abisi açtı. onu gördüğüm anda kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpmaya başladı. bir olağanüstülük yoktu oysa. kıvırcık saçları, kapkalın dudaklarının üstünde kocaman stalin bıyıkları, biraz kadınımsı bakan uzun kirpikli gözleri... bilmiyorum, o zaman tipim değil, derdik. tipim bile değildi. boğuk sesiyle, merhaba, dedi ve çıktı. ben içeri geçip paltomu asıncaya kadar sesimi çıkaramadım.

biz güya biraz evi toparladık, eşyalarına baktım, güzel bir evi vardı. kitaplarına dokundum. deri bir okuma koltuğu vardı. siyah. don kişot'un ünlü illüstrasyonunun tablosu... sonra yemeğimizi yedik ve bir kadeh rakı içmeye çalıştık ama içemedik diye hatırlıyorum:) zil çaldı. abisi, bu gece nöbeti ertelenen arkadaşıyla geldi. neşeli bir sohbet yaptığımızı hatırlıyorum. ben ondan çok küçük olan kızkardeşinin arkadaşıydım ve bizi güldürüyorlardı işte komik şeyler anlatıp. gece gündüz bir kaseti dinlediğini söyledi. yeni çıkmış. arabadan alıp geleyim, dedi. getirdi. sting! müzik aletine koydu. fragile duyulmaya başladı. kar lapa lapa sessizce yağıyordu. sting hep kışın dinlenir gibi gelir bana bu yüzden. yazın ortasında fragile'ı duyduğumda tuhaf bir yanlışlık hissederim.

sabaha karşı benim için hazırladıkları odaya girdim. ayaktaydım, öylece durdum ve kapının arkasında asılı gömleğini alıp yüzümü gömdüm. giyilmişti, ütü kokusunun arasından belli belirsiz kokusunu alıyordum. o halde ne kadar durdum, bilmiyorum. gömleği kendimden uzaklaştırdım. yaptığım çok utanç verici, neredeyse sapkınca geliyordu. çünkü bir insanın kokusu çok mahremdir. bizi ona çok yakın kılan bir şey. medeniyet bize parfüm kullanmamızı söyler ki, aramızdaki mesafe de taa buradan başlar. onun haberi olmadan birine bu kadar yaklaşmak ve kokusunu içine çekmek, neredeyse bir tecavüz sayılır. gömleği güzelce yerine astım. sabah herkes uyurken evden çıktım.

sonra sonra arkadaşıma laf arasında abisinin burcunu sordum. terazi, dedi. bir terazi ile olan tek yakınlığım da bu oldu. (atakuş'un burcu da terazi) koku, sting ve terazi bunları birbirinden ayıramam gay kedi. hikayenin ilki böyle. umarım beğenmişsindir.

sevgiler.

Pazartesi, Ağustos 27

karadeniz hikayesi beş (uzungöl)


çarşamba’dan trabzon’a kadar ne vardır? aralarında perşembe’nin de olduğu bir dolu yer. hızla geçtik. neden? Bir benzincide durup, uyuduk, uzungöl’e gideceğiz ve bu uyku zamanını telafi etmemiz gerek. ancak, gidecek olanlar için önemli duyuru: karadeniz’de trafik buradan itibaren tuhaflaşır. siz saatte 140 ile giderken otobanda bir adamı sakince karşıya geçerken görürsünüz. dehşete kapılır, kornaya basar, camdan ellerinizi çıkarıp çekil, çekil diye bağırırsınız. siz yavaşlamaya çalışır ve ona vurmamayı nasıl beceriririm diye saniyenin onda birinde akıl yürütürken, o size bakar ve kanınızı donduran bir şekilde gülümser. evet, başımıza birkaç kere geldi ve araştırdık ki karadeniz bu açıdan da ünlü bir yermiş. gerçekten. bora’ya kalırsa karadenizliler çok gururlu oldukları için kaçarcasına geçmiyorlar karşıya. yayaya saygı bekliyorlar. bilemiyorum. tuhaf.

başlıyorum, hızla geçeceğiz buraları:

çarşamba, samsun’un bir ilçesi. sel alır belki ve haftanın bir günü olsa bence ona en çok sarı yakışır. kendimi en çok çarşambaları yalnız hissederdim eskiden. artık hissetmiyorum.
terme...
ünye, fatsa - bora yavaş geçti buraları. gençken, ünyeli bir arkadaşı ile gelmiş. hiç ama hiç bir yeri hatırlamıyorum, dedi. canı sıkıldı. ünye ve fatsa benim çocukluğumda solcu yerler diye öyle uzaktan sevilen yerlerdi. çok sonra bir fatsalı arkadaşım olmuştu. bana siyah beyaz bir fotoğraf göstermişti. yanyana neşeli delikanlılar vardı. bu fotoğraftan bir tek ben kaldım, hepsi öldü, demişti.
perşembe, ordu ilinin bir ilçesi. hızla geçerken bile evet, şirindi. sevdiğimiz gün. koygun renkler yakışır. petrol mavisi, kahverengiye yakın erguvan… sabah uyandığımda eğer perşembe ise, bugün değişik bir şey olabilir, derim. olmazsa şaşırırım.
ordu, fena bir şehir değil. sevimli. (reha’nın memleketi. yaylalarını, neşeli, gürültücü, yemeğe, içkiye meraklı akrabalarını anlata anlata bitiremezdi. yeni evlendiğimizde kocaman bir türkiye haritasının yukarıda ordu aşağıda adana’yı alan bölümünü çerçeveletip evin girişine asmıştı. en kenarından geçerken ve uzaktan bakarken şehre ve bir dolu anıya, biraz hüzünlendim. buralardan dönüşte de geçtik ve bora bu sefer bir turizm ofisine uğradı, harita ve bilgi aldı ve dilersem boztepe’ye, reha’nın köyüne çıkabileceğimizi söyledi. istemedim. gerçekten çok nazik bulduğum daveti için ne kadar teşekkür etsem az.)

size şimdi sorsam ki türkiye’nin en uzun tüneli hangisidir, diye, çalışkan öğrenciler gibi atılır, bolu tüneli dersiniz. Hayır efendim, değil. türkiye’nin en uzun tüneli, ordu’da nefise akçelik tüneli. tam 3820 metre. İnanmıyorsanız ordu’ya gittiğinizde tünele girişte uyarı levhasında yazdığı gibi radyonuzu açın ve tünel hakkındaki bilgileri kendi kulağınızla dinleyin. böyle yani.

devam ediyoruz.

gülyalı
piraziz
– ne güzel bir isim. diğer ismi de abdal. o da güzel:)
bulancak
giresun – hızla geçtik, yemyeşil bir şehir. gelirken de giderken de elimdeki ekşi sözlük notlarından okudum bora’ya: kızları güzelmiş. modaya uygun filan giyinirlermiş. ismini rumca kyras’tan alırmış ama hiç kiraz ağacı yokmuş. çotanak diyarıymış. yani, fındık.
keşap
espiye

tirebolu- buradan geçerken serhan’ın kız arkadaşı figen’i düşündüm. izmir tire ile karıştırmıştı burayı. dönüşte burada, plajında çay içmiştik. güzel bir yer.
görele
eynesil
beşikdüzü
vakfıkebir
– evet gözünüzde kocaman bir ekmek canlandı, değil mi? benim de öyle. ekmek aldık ama buradan değil.
çarşıbaşı
akçaabat
- burasının bir efsane olarak nitelendireceğim köftesini size dönüş yolculuğunda anlatacağım. yine gitsem karadeniz’e, ne yapar eder akçaabat’tan geçelim, derim. yemeğe düşkün biri bile sayılmam. o derece yani.

uzungöl’e yaklaştık…

trabzon – trabzon diyince hüzünlü güzel denizini görmeyi engelleyen çirkin otoban bariyerlerini ve batan güneşi hatırlayacağım. o upuzun ve dağınık yerleşmiş şehri değil. trabzon çıkışında saat artık epey geç, 20.00 olmuştu. uzungöl hakkındaki yanlış bilgilerim yüzünden aç kalabiliriz diye düşündüm. yolda, bizim eski mahalle bakkallarına benzeyen bir bakkaldan peynir, kaşar, karpuz, domates, ekmek aldık. yer filan bulamazsak diye de bagajdaki çadırı kurarız, diye hesap ettim. ben kendi kendime düşündüm bunları, yoksa bora uzungöl’ün nasıl bir yer olduğunu biliyormuş. of’tan sapıp kapkaranlık ve uzungöl’e yaklaştıkça mıcır dolu yollardan yorgun ve aç geçip, nihayet geldik.




hani hep gördüğümüz şu sakin uzungöl fotoğrafı var ya, ben uzungöl’ü hepi topu o kadar sanırdım. oysa o kandırmaca bir cennet fotoğrafı, cehennem diğer tarafta. ben bir ıssızlık, sükunet bekliyordum. müthiş bir kalabalık, gürültü ile karşılaştık. sağda solda arap turistler, kalabalık bir şekilde, bağıra çağıra dolaşıyorlar. her yerde arapça plakalı jipler. çorçocuk, kalabalık bir şamata. her yerde plazma tv var ve hepsi açık. bir yerden deliler gibi bir müzik sesi geliyor. kapı aralığından gördük ki daracık yerde, ter içinde horon tepen bir sürü insan… elimizdeki kitaba göre odası olan bir pansiyon bulduk ama karanlık yolda ilerleyince göreceğimiz pansiyona bizi götüreceğini söyleyen ve bir taraftan da mısır kızartan adam, bir minibüs dolusu çorlu çocuklu aile oda sorunca onlarla ilgilenmeye başladı. inan kardeşler’e girdik, yer yokmuş. bir iki yere daha sorduk. sıkıcı, sıkıntı verici her yer. üstelik yer yok. bora’nın asabı acayip bozulmuştu, arabada yatalım, dedi. ben oda bulsam bile yatmam bunların otelinde, diye diretti.


yemek için nispeten sakin olan fındıkoğlu pansiyon’un bahçesine geçtik. yöresel yemek yok. ben sebzeden vazgeçtim, pilav yemek istedim hiç değilse, ama yoktu. çorba, köfte, salata vs. garson çocuğa yer var mı pansiyonda diye sordum. aa hayret, varmış. kaç para dedim, geceliği 60, dedi. kahvaltı dahil değilmiş. ben yorgundum, bora da o berbat yolda gelirken çok yorulmuştu zaten. tamam, dedik. yemekten sonra odaya çıktık. tüm binalar gibi burası da ahşap. bu iyi. ama kokuyordu. neydi koku, bilemedim. odaya girdik. küçücüktü. yaldır yaldır parlayan kıpkızıl bir halı, fosforlu yeşilden fırfırlı bir yatak. beyaz dantelli bir perde. banyoda plastik terlikler, dandik bir duş. rezervuarı bozuk, dedi bora ki en nefret ettiği şey bozuk rezervuardır ( ben karşıda otururken bana geldiğinde, sinir olurmuş rezervuarım su akıtıyor diye. yok söylemezdi o zaman. çaydanlığımın kulpu kırılmıştı da bir süre çaydanlık almamıştım. onunla da dalga geçer hala. insan çalışırken hiç vakir bulamıyor ki evle ilgilenmeye. neyse.)



yorulmuşuz, bir güzel uyuduk.

sabah aşağıya indik. lokanta henüz açılmamış. gölün çevresini dolaştık. çok güzel. 1090 metre yukardayız. ormanlarla kaplı bir vadi burası. ağaçlar çok ama çok nefis. yemyeşil. insan kucaklamak istiyor. holdizon nehrinin önüne yığılan kayalar sayesinde oluşmuş bu göl. bora tetkik etti ki yer yer kuruma var:P





balık avlamak yasaktır yazan, tabelaya kızdık. sandık ki lokantacılar kendileri tutup satmak istiyor illa ki. garsonumuz açıkladı daha sonra. değilmiş. göldeki kırmızı benekli alabalıklar çok kıymetliymiş. bazı balıkçılar av kurallarına uymadan tutup kilosu 50-60 ytle ye satıyorlarmış. yasaklanmış o yüzden. ileride bir su bentinin üzerinde biri, pantolonunun paçalarını sıyırmış, ağzında sigara balık tutuyordu. yürüyüş boyunca bora hiddetli hiddetli söylendi ve elleri arkada dolaşırken çok yararlı önerilerde bulundu:) şöyle ki: buraya araba girişi yasak olmalı, dedi. görüntü kirliliği yarattığı için. tabelalar da ağaçtan yapılmalı. sonra, her yerleşim birimine girerken içerdeki kişi sayısını gösteren elektronik tabelalar olmalı, dedi. sanırım bunu, eğer bir yer çok kalabalıksa oraya hiç girmemek için istedi:) ben hak verdim ne söylediyse. çok yaratıcı.



döndük. akşam olduğu gibi, tv sonuna kadar açık. bora doğrudan gidip kapattı. kahvaltımız geldi. nefis. uzun uzun kahvaltı ettik. fotoğrafları laptop’a yükledik.





neden, dedim garsona, ben yine dayanamayıp, türk turistlere hiç itibar edilmiyor burada? çünkü arap turistler arasında çok popülermiş uzungöl ve çok para bırakıyormuş araplar. türk turistlere gerek kalmıyormuş. hesabı kestik. yandaki hediyelik eşya dükkanını dolaştık. bir sürü ıvır zıvır satılıyor. ilginç bir şey yok. bir bıçak aldık. çok keskin. evet, yolculuğumuz sırasında kullanmak zorunda kalacaktım bu bıçağı. bir akşam vakti, ayder yaylasında, loş bir otel odasında… dırırırnınnnn...

:)

tamam odası pek matah değildi ama kahvaltısı ve çorbası güzeldi. Ayrıca, al birini vur ötekini, ne yapacaksınız. buyrun:

fındıkoğlu pansiyon
Yenimahalle uzungöl çaykara/trabzon
0462 656 64 57



bu kısa klibi uzungöl'ün aslında insanlar olmadan hiç de fena olmayan mimari yapısını görün diye yükledim. ayrıca artık dikkat ettiyseniz müzik de ekleyebiliyorum sessiz görüntülere. müzik, hatzidakis'ten.

Pazar, Ağustos 26

dikkat!

kalemzede bey'in sitesi ve elektronik posta adresi başkaları tarafından ele geçirilmiş ve cahit akın nick'i kullanılarak sağa sola yorum bırakılmaya başlanmış.

aşağıdaki yazının yoruma kapatılması nedeni bu. (aslında yorum nasıl silinir bilmediğim için tüm yorumlara kapattım.)

sorunun en kısa sürede çözümlenmesini, kalemzede bey'in o güzel yazıları ile tekrar aramıza dönmesini diliyorum.

kalemzede bey, büyük geçmiş olsun.

sevgiler.

not: kalemzede bey, şu adreste gerekli açıklamayı yapmış. bilginize.

Cuma, Ağustos 24

karadeniz hikayesi dört (sinop-samsun)

05.08.2007
sinop’a geri dönüyoruz. ben önceki akşam içten içe kızmıştım sinop’a, biliyorsunuz. iki kişiyi bile kabul edemeyecek kadar tıklım tıklım oluşu ve konuksevmezliğinden ötürü ve işte basıp gidelim istiyordum derhal. sanırım biraz kindar biriyim. reha'nın diğer eşleri, arçil'in ilkokul öğretmeni sinoplu. hep çok nefis bir yer diye bahsederlerdi sinop'tan. diyojen de sinoplu’ymuş. ama komik olan şu ki, böyle bir düşünürün babası, sahte para basınca tüm sülalesiyle yunanistan’a sürülen bir kuyumcu:)


geldik. o iğne düşmez sokaklar buralar mıydı? pazar sabahı ve kimsecikler yok sinop’ta. onu affedelim diye kendini sadece bize tahsis etmiş:) görelim bakalım sinop hapishanesi’ni dedik. surların içinde önce çocuk ıslahevini dolaştık. hiç eşya yok. bu kötü. daracık karanlık odalar, koridorlar, lekeli duvarlar çok kederli. sessiz dolaştık. duvarlarda birbirini sevenler adlarını yazmışlar yine. neden bir insan çocuk çığlıklarının işlediği bir duvara aşkını yazar ki! bu kadar çok seviyorsanız birbirinizi dünyanın daha güzel, daha yaşanılır bir yer olması gerekmez miydi? sumela’da da gördük aynı şeyi. sevgi içinde olmanızın dünyaya hiçbir katkısı yok, üstelik kirletiyor, bozuyorsunuz da. sevmeyin birbirinizi! sevgiyle incelmiş biri, insanların ibadetlerinin bir parçası olan bir mozaiğin üstüne o kötü el yazısıyla kazımaz sevdiğinin adını. gene asabım bozuldu. neyse.

eskiden kale olan sonra hapishane olarak “hizmet veren” binayı dolaştık. aslında eski gardiyan yeni rehber akif şahin dolaştırıyormuş ama biz gittiğimizde yoktu. sonra bir erkek güruhunu dolaştırırken gördük, takılmadık. zaten ne anlatacak ki, içinde hiçbir şey yok odalardan başka. siz giderseniz bulun ama onu, daha iyi olur. Bizim biraz asabımız bozuktu da kimseye tahammül edemezdik. avluda eskiden kalma bir minibüs görünce bora’nın keyfi yerine geldi. üstüne çıktı, içine girdi, poz verdi. ben de fotoğrafını çektim.

evliya çelebi 1640 yılında sinop’tan, hapishaneden bahsederken gene abartmış: “dev gibi gardiyanlar, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. burçları da gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. tanrı korusun mahkum kaçırtmak değil kuş bile uçurtmazlar.” çok da haksız sayılmazmış gerçi, arnavut halil 15 sene mahkumiyetle gelmiş ama içerde 8 kişiyi katletmiş. izmirli nazif 115, kurt haydut 150 seneye mahkum. Iyk!

14-18 harbi sırasında subay yakup cemil emrinde, bu azılı katillerden huduttan düşman toprağına girerek orada çete harbi yapıp düşmanı içerden vuracak bir alay teşkil edildiğini okuyunca bora müthiş bir film senaryosu olur bundan, neden yapılmıyor, diye hiddetlendi:) elbette düşünce suçlusu bir sürü ünlü yazarımız da sinop hapishanesini ziyaret etmiş.


yakındı, pervane medresesine gittik sonra. cami içinde formika çerçeveli kötü duvar saatleri, çirkin iskemleler… karşı taraf da ıvır zıvır hediyelikler satılıyordu.

ağaç oymacılığı çok gelişmiş sinop’ta. maket gemi dükkanları var. bora çok sever ama kaba saba buldu biraz. (huysuzluğumuz hala üstümüzde:) eğer siz giderseniz merkezde göreceksiniz zaten ayhan kotra maket gemi dükkanını.

sinop’un güzel olduğunu en azından çevresinde daha sakin, doğaya yakın hoş görüntüleri olduğunu biliyorduk ama sinop için bu kadar mesai yeter, dedik. hava da sıcaktı zaten. atladık arabaya gene gerze’ye doğru yol aldık. benzin almak için bize yardım eden tutkunlar petrol’e kadar bastık gaza. Saat 11.00, 60616 km. deyiz. 100 ytl’lik benzinimizi aldık.

30 km sonra yakakent’e geldik. çam ağaçları ile dolu bir yer. çamgölü adında bir yeri var. Bungalovların da olduğu çamlı bir tepe. tesisler var. göl nerede diye soruyoruz, kurudu, yanıtını alıyoruz. zaten kıyıda tozlu, çirkin, güzelliği mahvedecek bir yol çalışması var. devam ediyoruz.

ben çocukken bafra sigarası vardı, hala var mı, bilmiyorum. bu ismi severim. ama şehir eski ve yorgun ve tozlu sanki. yerlilere bafra burnu’nda kızılırmak’ın denize döküldüğü yeri soruyoruz, hani batık varmış, dalma meraklıları gelip dalıyormuş, orayı görmek istiyoruz, diyoruz, kimse bilemiyor. yüzümüze zavallı, aptal turistlermişiz gibi bakıyorlar. boşverdik. ünlü bafra pidesinden yiyelim diye pideci aradık. bulamadık. pideyi samsun’da yiyeceğiz artık... hem de hayatımızda yediğimiz pidenin en güzelini.

samsun, ara sokakları da işleyen kocaman caddeleri ile pazar günü olmasına rağmen capcanlı bir şehir. yalnız haritaya bakıp dersiniz ki samsun bir liman şehridir, atatürk de buraya gemi ile gelmişti zaten… hayır. samsun’a girdiğinizde denizi unutuyorsunuz, nerede olduğunu bile bilmiyorsunuz. neden? çünkü kıyıda cadde, onun da kıyısında devasa devlet işletmeleri var. deniz işte oradan sonra. yok, görmüyorsunuz. elimizdeki gezi kitabına göre lokanta konusunda gene çuvalladık ama karnımız acıkmıştı ve pide yemek istiyorduk, yiyecektik!

bora kitaba göre gitmeyi boşverip, mısır çarşısı adında bir baharatçıya girdi. sahibi telefonla konuşuyordu, iyi bir pideci arıyoruz, dedi. adam günü bu soruyu cevaplamakla geçiyormuş gibi anında, dölapi dedi. yolu da güzelce tarif etti. sonra da telefon konuşmasına devam etti. hayran kaldım pratikliğine. gittik. normal bir yer. içerde 3 orta yaşlı izmirli hanım da bir turla gelmişler. aman ne leziz pideleriniz diye övgü yağmuruna tutuyorlardı garsonu. sevindik. bir kapalı kıymalı, bir de özel dölapi pidesi söyledik. bu kadar nefis olabilir bir pide. Hiç kokmuyor, ağır değil. durun, üstünde dölapi olan bir ıslak mendil olacaktı, oradan size adresini de yazayım, giderseniz orada yiyin muhakkak. yeni karamürsel’in karşısında, bulursunuz.

dölapi
gazi cad. no:65 samsun
0362 431 15 87

balkaymak dondurması ünlüymüş. ondan alıp otomobile doğru yürüdük. 15.00’ de yola düştük. Bundan sonra sık sık karşılaşacağımız tünellerden biri olan eynesil tüneli’nden çıktığımız anda, yağmur başladı. yaşasın; karadeniz’e gelme nedenimiz bu kış yağmayıp kendini özleten yağmur değil miydi? Evet, oydu. Hadi bakalım, doğu karadeniz muhteşem olacak demektir bu.

sevgili duman,

bloğunuza girdim ve köşede bir meşalenin altına astığınız yazınızı okudum.
benim açımdan bloğunuzu okumak hiç bir zaman "gereksiz" olmadı, dediğiniz gibi.
bloğunuzda her şeye karar verirsiniz de bir tek buna karar veremezsiniz işte:)
iyi olmanızı, olur olmaz da dönmenizi dilerim.

sevgiler.

Çarşamba, Ağustos 22

karadeniz hikayesi üç (gerze)

sinop bende bu zamana kadar hep muzip duygular uyandırırdı. elimle, haritadaki o afacan uzantıyı şöyle çıt diye kırmak, sonra da çıtır çıtır yemek isterdim. hiç böyle olmadı. sakin ve güzel manzara dolu yolculuk filmimiz bir anda siyah beyaz, hayatın gerçekleri filmine dönüşüverdi ve biliyorsunuz ki hayatın gerçekleri sözünün arkadaşları bir sürü can sıkıcı sorunlardır.



20.20 sinop'a girdik. insan doğanın içinden şehrin kalabalığına, gürültüsüne dalınca öyle asabı bozuluyor ki. yorgunuz, yorgunluktan açlığımızı da unutmuş durumdayız. sahil kahvelerinde yüksek sesli müzikler var. caddeler piyasa yapan gençlerle tıklım tıklım dolu. (kızları çok havalı, çok güzel). arabayı park edecek yer bile bulamıyoruz. nihayet dolaşa dolaşa bir park yeri bulup otellerin bulunduğu caddeye (iskele caddesi olmalı adı yanlış hatırlamıyorsam) daldık. bir tanecik olsun boş oda bulamadık. bora hiç değilse bir yerde güzel bir yemek yiyelim, dedi. yok dedim, önce nerede kalacağımıza karar verelim. çünkü yemekten sonra tekrar arabaya dönmek istemiyordum.




atladık arabaya ve hızla gerze'ye doğru yol almaya başladık. elimizdeki gezi kitabı, sinop gerze arasını 20 km demiş ama yanlıştı. git git bitmedi. 37 km imiş! karanlıktı ve yolda olmak artık sevimsiz geliyordu bize. haritayı gözünüzün önüne getirin; bir kaydıraktan iner gibi indik gerze'ye. girişte petrol ofisi'nde durduk (bu yolculuk boyunca hep petrol ofisi'ni tercih ettik) tenha, karanlık bir işletme (bora sever böyle kasvetli sahneleri. hatta hopper'ın tablosu ve dürrenmatt'ın ismini şimdi hatırlamadığım kitabında geçen petrol istasyonu gibi, ısssız bir yerde bu işi yapmak ister. oysa bu görüntü beni çok kederlendirir. düşünmesi bile endişeden öldürür. geçelim). bir işçi yorgun yaklaşınca, bora, otel arıyorduk gibi bir şey dedi. bu şahsiyetli soru üzerine içerden patron geldi. kasabanın zengin beyefendisi izlenimi uyandırdı bende. bora daha sonra, sarhoştu, dedi. ben hiç koku almadım ondan, dedim. gözlerinden anladım, dedi. ama yaptığı iyilik büyüktü bence ve belki de sadece bir sarhoşun yapacağı türdendi:) sorumuzu ikiletmeden, sizin için bazı otelleri arayıp rezervasyonunuzu yaptıracağım, dedi. iki lüks otelden bahsetti. ikisini de arayıp, müdürlerini bağlattı ve onlara istanbul'dan konukları olduğunu, oda istediğini söyledi. geceliği 120 ytl olan fiyatı bizim için 75'e düşürttü, yolu tarif etti. teşekkürümüzü, yaptığı iyiliği zarif bir şekilde unutan bir adam gibi kabul etti (bunun nasıl olduğunu sormayın, anlatamam:) o, otomobilin yan aynasından küçük odasına doğru gittikçe uzaklaşırken aklıma hiç neden yokken muhteşem gatsby geldi.*

hotel geruze, bildiğimiz lüks, şık, sıradan, sıkıcı otellerden. yüzme havuzu, konferans salonları şusu busu ile. yukarı çıkıp odaya eşyaları bıraktık. klimayı açtık. yatak bembeyaz örtülü, bunu seviyorum, geniş pencereli , çok iyi, banyo ilk kez kullanılacak gibi temiz, şahane. aşağıya indik. garsonlar yorgun. ben bir balık çorbası söyledim. fena değildi. bora da tavuk şiş, köfte, salata, bir tek de rakı. onun yemekleri kötüydü gerçekten ve ertesi sabah yemek için ödediği yüksek fiyata acıyacaktı.



haa... evet şunun için canımız biraz sıkkındı: resepsiyon görevlisi havuzu kullanıp kullanmayacağımızı sordu. biz şaşırdık. kullanmayız herhalde, dedik, sabah erkenden çıkacaktık neticede. oda ücretini değiştirir bu filan, dedi. biz ne saçmalıyor bu der gibi birbirimize baktık, o da yaptığı çiğliğin farkına vardı, geç de olsa susturdu kendini.

gerze'nin gurur duyacağı geruze hotel dışında çok daha kıymetli özellikleri var bence. ben şatafatından etkilenmemi bekleyen her şeye böyle tepki duyuyorum. bir insanın da bir işletmenin de doğasında alçakgönüllülük ve nezaket yoksa çok sevimsiz olabiliyor.

bu kadar aleyhinde konuştum ama temiz banyosunda uzun bir duş alıp, tertemiz çarşaflarında bir güzel dinlendim. otel'in hoş sürprizi sabahın olmasını bekliyordu. bir horoz sesiyle gözümü açtığımda odanın bir duvarı boyunca uzanan camında, gerze'nin hala yanmakta olan şehir ışıklarını, gümüşümsü denizini, dantelalı, ışımakta olan göğünü şaşkınlıkla farkettim. sonra güneş bir anda sudan kıpkızıl bir şekilde doğdu ve o anda, inanmazsınız ama bütün kuşlar hurra, havalandı. nutkum tutuldu. uyuyamadım. sessizce yataktan kalkıp elime kitabımı alıp (hala tournier, veda yemeği, müneccim kral faust) camın yanına oturdum. ışımakta olan günün aydınlığında kitabımı okudum. bora arabadan kahvaltı için elma ve şeftali getirdi. güneş filan iyice doğup her şey sıradanlaştığında biraz daha uyuduk.


sabah aşağı inip bir güzel kahvaltı ettik, hesabımızı kesip, yola çıktık... nereye?
sinop'a geri döndük elbette. ünlü sinop hapishanesini görmeden devam etmek istemezdik.

hotel geruze
0368 718 44 10 - 718 44 09


* gerze'nin girişinde tutkunlar petrol'ün sahibi vedat tutkun bey'e tekrar teşekkürler buradan.

Salı, Ağustos 21

karadeniz hikayesi iki (cide)


bora'yla ben, aynı cümleleri tekrar etmekten, görüneni bir de sözcükle anlatmaktan, ikimiz tarafından da anlaşılmış olanın bir de dillendirilmesinden pek hoşlanmıyoruz sanırım. öyle çok konuşkan değiliz. arabanın içinde müzik yoksa sessizlik vardı bu yüzden. ara sıra bora'ya parmağımla, baak, baak diye güzel manzaraları gösteriyordum. o da gözünü yoldan pek ayırmadan hımmm... hımmm, diyordu. ben mesela bora'ya "edebiyat" yapmam hiç. utanırım öyle konuşmaya. gerekeni çıplak sözcüklerle, dümdüz derim. karnım acıktı, hava sıcak, terledim gibi. bora da az konuşur ama o hoş tanımlamalar yapar. mesela, o hiç hava çok sıcak, demez. hiç duymadım ondan böyle dümdüz bir cümle. der, ama başka türlü. unuttum şimdi bir dahaki sefere not alırım.
04.08.2007 cumartesi
neyse. böyle sessiz ama mutlu safranbolu'dan hep kuzeye doğru gidip cide'ye ulaştık. cide'nin adı homeros'un ilyada'sında bile geçermiş. ünlü güzelliği ile birlikte ondan bu tarihsel dokuyu hissettirmesini de beklerdik. olmadı. doğa ne kadar güzelse, insan elinin dediği her yer o kadar çirkindi. 13 km lik upuzun muhteşem sahilinden başımızı kıyıya, evlere her çevirişimizde neredeyse acı duyduk. bora, bu kadar mı başıboş bırakılır bir şehir, diye mırıldandı. sanki bulan, bulduğu yere bir ev, tuhaf çirkin bir apartman dikivermiş. evler ya dehşet renklere boyanmış ya da sıvasız, boyasız bırakılmış.

cideli olan rıfat ılgaz, her şeyimi yitirdiğim günlerde cide'nin belleğimin duvarlarına yansıyan görünümü ile dirilir, yaşama gücümü tazelerdim, demiş. cide, bıraksalar insana yaşama gücünü tazeletecek kadar güzel bir kasaba. söylendiğine göre de insanları tutucu, yobaz değilmiş. kasabanın kızları bisiklete binip, denizine girermiş.



öğleye geliyordu. hava sıcaktı. irili ufaklı muhteşem koylarını daha sonra yukardan da görme şansını bulacağımız cide'nin en güzel koyuna gideros'a doğru yol aldık. dünyanın bu en güzel yerinde sıvasız, çirkin bir ev, 3-5 tane bağrışıp ağlaşan küçük çocuk, denizden kova kova su alıp balkonunu yıkayan bir kadın vardı. ve bir de lokanta. küçük iskelesinden denize girdik. çok çakıllı, biraz da yosunlu. ben pek yüzemedim ama bora dalıp çıktı.



saat 12. 30: arabada üstümüzü değiştirip koyun karşı tarafına gittik. gidros balık lokantasında balık yiyeceğiz. pek çeşit yoktu, biz de hamsi tava ve salata söyledik. burası asma çardaklı şirin bir lokanta. hemen önümüzde o nefis, masmavi deniz ve yanımızda düz, sade bir bina. ben yine keşke burada yaşasak dedim. işte tam bu evde yaşamak isterim. evin sahibi yaşlı bir amca. ne şanslı!

gidros lokantası - 0366 871 83 46

13.35, yola koyulduk. cide sinop sahil yolu dapdaracık, bir tarafı dağ, diğer tarafı uçurum ve sonsuz, masmavi deniz ile çok güzel ama çok çok tehlikeli bir yol. insan yolculuk sırasında pek az kafatasının içindedir, sürekli, bakar, hayale dalar, aklına olmadık şeyler gelir. ama eğer cide sinop arasını sahilden gitmeye karar vermişseniz bizim gibi, beyninizin ışıklarını açıp sürekli tetikte olmanız gerekir. bolca viraj var ve karşıdan bir araba geliyor mu, geliyorsa bu daracak yolda birbirimize nasıl yol veririz diye düşünmelisiniz en azından. trafik tenha ama iki kez bir virajdan üstümüze doğru bodoslama iki araba geldi ve pek küfür etmeyen bora ikisinde de okkalı bir küfür savurdu ama her nasılsa tehlikeyi de savuşturdu.
bora birara bulduğu bir cebe girip arabada yarım saat kestirdi. ben de manzaraya bakıp kitap okudum.

inebolu'da çay molası verdik.




17.00 gemiciler'de yine bir çay molası. burada, bin yıllık bir çınar var. çok heybetli. dalları bir ağaç kadar ve bu dalları yer yer kazıklarla desteklemek gerekmiş. altı çay bahçesi. bir de küçük, beyaz cami var. burayı bize ak sakallı bir amca çok güzel tarif etti de öyle gelmiştik.

18.30, abana. 60367 kilometredeyiz. 100 ytl'lik benzin aldık.
bizim böyle türkiye haritasının ennnn kuzeyinde, ennnn ucunda hoplaya zıplaya gitmemiz çok komik geldi. ben daha az yorulmuş olsam da o korkunç yol bora'yı iyice bitkin düşürdü. bagajımızı inceleyen biri olsa, müthiş tedbirli insanlar olduğumuzu söylerdi. iklimin her kaprisine uyum sağlayacak tişört, kazak, yağmurluk, mayo ve canımızın istediği her yerde konaklamamızı sağlayacak çadır, portatif iskemleler, uyku tulumları, ocaklı büyük aydınlatma aleti, kamp kibritleri...

ama bunlarla uğraşamazdık, acele bir otele bulmalıydık. 20.20 sinop'a girdik. insan doğanın içinden şehrin kalabalığına, gürültüsüne dalınca öyle asabı bozuluyor ki. üstelik bir tanecik olsun boş oda bulamadık. peki, ne yaptık? devamını sonra yazayım.

Pazartesi, Ağustos 20

site yedekleme için izlenmesi gereken yol. müzmin bey'den.

müzmin bey bir zamanlar site yedekleme konusunda yazmıştı. ben de bir gün lazım olur diye aynen not etmiştim. ben sitemi sadece tembelliğim yüzünden yedeklemedim. ama siz yedekleyin, müzmin bey'in asabını bozmayın:) buyrun:

adımlar takip edildiğinde, istediğiniz her an, WordPress'teki blogunuzun sapasağlam bir yedeklemesini alabilirsiniz.

Bu konuyu önemsemelisiniz. Çöken bir WordPress 'blog'unu ayağa kaldırmak için bu yedekleme dosyası size lazım olacak.

Ayrıca, elinizde böyle bir yedekleme dosyası varsa, isterseniz başka bir sitedeki bambaşka bir WordPress kurulumundaki 'blog'a da taşınabilirsiniz.
Sırf bu kadarla da kalmıyor; böyle bir yedekleme dosyası ile, isterseniz, WordPress'ten başka, bambaşka bir yazılımdaki bir 'blog'da yeni bir hayat kurabilirsiniz :)

Bu durumda, yeni bir hayat kuracağınız ilgili yazılımın WordPress formatından import edebilmesi gerekiyor tabii ki, ama, bu yeteneği olmayan blog yazılımı hem pek yok; hem de, taşınmadan önce, seçeceğiniz o yeni blog yazılımının WordPress'ten import yeteneği olup olmadığına bakmışşsınızdır.. Haliyle :)

Neyse. Yapılacak işlem tam olarak şudur:

Not: Uzun uzun yazdığıma bakarak gözünüz korkmasın. Yazması ve okuması, yazılanları uygulmaktan çok daha uzun sürüyor. Emin olun, çok basit bir işlemdir. Korkmayın. Deneyin.

Dediklerimi aynen yaparsanız, bir şeyleri bozmak ihtimaliniz yok.
1) Wordpress'teki blogunuzun yonetim sayfasina gidiyor ve giriş yapıyorsunuz. Bu sizin, makale yazmak, gelen yorumları ayıklamak filan için her zaman yaptığınız şeydir zaten.

Ama, yine de kısaca şöyle oluyor:
Eğer blogunuz wordpress.com'da ise şuna benzer bir şey yazıyorsunuz:
https://BLOG_ISMI.wordpress.com/wp-admin/
Tabii, buradaki 'BLOG_ISMI' yerine sizin blogunuzun ismini yazıyorsunuz.
Benim, deneme amaçlı bir WordPress blogum var [https://gecici.wordpress.com], bunu örnek olarak kullanırsam, bu durumda 'BLOG_ISMI' yerine 'gecici' yazıyoruz. OK, çok da yaratıcı bir örnek olmadı ama, idare eder sanıyorum.

Ayrıca, blogunuz da illa wordpress.com'da olacak diye bir şart da yok; kendinize ait başka bir sitede, veya evinizdeki kendi makinanızda da WordPress kurmuş da olabilirsiniz. O durumda, sitenizin her zamanki adresine '/wp-admin/' kısmını ekleyerek erişmeniz yeterli. Başka bir deyişle, benim deneme blogumun yönetim sayfasına şöyle erişiyorum https://gecici.wordpress.com/wp-admin/ Sizinki de buna benzer bir şey olmalı.
Bundan sonrasındaki adımlar, ister blogunuz wordpress.com adresini kullanın, isterse de başka bir sitede kurulu olsun, farketmez.

Yönetim sayfasına (Dashboard) geldiğinizde, eğer gerekiyorsa, kullanıcı isminizi ve parolanızı yazıp giriş yapıyorsunuz.
2) Çıkan sayfada, 'Manage' seçeneğini tıklıyorsunuz.
3) Çıkan sayfada, 'Export' seçeneğini tıklıyorsunuz.
4) Çıkan sayfada 'Download Export File' digmesini tıklıyorsunuz.
5) Düğme tıklandığında, sizin bilgisayarınıza 'wordpress.2006-10-02.xml' gibi bir ismi olan bir dosya indirilir.

Not: Dosya, görüldüğü üzere 'wordpress.YIL-AY-GUN.xml' seklinde isimlendilir. Buradaki 'YIL-AY-GUN', yedeklemeyi aldığınız tarihi temsil eder.

Oradaki 'wordpress' lakırdısı da önemlidir, ilerde bu 'dosyanın içeriğinin formatı neymiş' diye bakakalmanız ihtimalini bertaraf eder :)

Bu şekliyle bu dosya ismi iyi hoş da, WordPress yazılımını peydahlayanlar için yine de yüzkarası bir basiretsizlik örneği bence.

Çünkü, eğer birden fazla blogunuz varsa ya da zaman içinde olursa, armutlarla elmalar kolayca karışabilir.

Dosyanın ismi 'wordpress.2006-10-02.xml' olması yerine 'BLOG_ISMI.wordpress.2006-10-02.xml' olsaydı çok daha akıllıca olur ve daha sonra lazım olduğunda hangi blogun yedeği hangi dosyadadır diye aramak zorunda kalmazdınız.

Bu yüzden, şu anda sadece bir blogunuz varsa dahi, benim size tavsiyem, basiretli davranın ve bu xml uzantılı dosyayı diskinize kaydederken isminin başına, yukarıdaki örnekte olduğu üzere, blogunuzun adresindeki 'BLOG_ISMI' kısmını da ekleyin.

Yani, dosyanızın ismi 'BLOG_ISMI.wordpress.YIL-AY-GUN.xml' gibi olsun. Benim örneğimde bu 'gecici.wordpress.2006-12-31.xml' gibi bir şey olur.
Dosyanın başına blog ismini eklerseniz, ilerde aklınıza gelirsem (hiç sanmıyorum) bana çok dua edeceksiniz :) Eklemezseniz, kendinize kızacağınızı biliyorum. Beni de kızdırmış olacaksınız ayrıca :)

Neyse. Sonunda blogunuzun bir yedeği şimdi diskinize kaydolmuş olmalıdır...
İyi de, kendi makinanıza daha fazla mı güveniyorsunuz?
Ben olsam hiç güvenmezdim, yani ne sizin kendi makinanıza ne de benim kendi makinama zerre kadar güvenim yok. Bu meretler en lüzumlu ve en beklenmedik zamanlarda çökerler ve bütün yedekleme gayretleriniz berhava olur.

Dolayısı ile, yedekleme amacıyla indirdiğiniz bu xml uzantılı dosyayı daha güvenli bir yerlerde yedeklemeniz gerekiyor. Gerek demek yanlış olur; şart!

Bunu yapmanın en iyi yöntemi şudur:
1) Kendinize GMail'de bir email hesabı açın.
Bu hesap sadece bu yedekleme dosyalarınızı göndermek ve dolayısıyla orada muhafaza etmek amacıyla olacak.
GMail, her eposta hesabı için, size 2 Gigabyte kadar bir depolama sahası sunuyor. Bu da, bir eposta hesabında, yüzlerce yedekleme dosyası tutabileceğiniz anlamına geliyor.
Bu hesabın ismi, mesela, 'yedekleme.İSİM.SOYADI@gmail.com' olsun [İSİM.SOYADI yerine kendi isminizi soyadinizi kullanmanız gerektiğini size söylemeğe gerek yok tabii.]
Belki de, 'yedekleme.BLOG_ISMI@gmail.com' daha makul olabilir.
Bu tür özel amaçlı bir hesap açmanızın esbab-ı mucibesi, sadece bu amaçla kullanılacağı için uzun zaman boyunca dolmayacak olması ve sizden başka kimsenin haberi olmayacağı için bu email adresinize SPAM filan da gelmeyecek oluşudur.
Temiz pak ve özel amaçlı bir yedekleme hesabı yani. hem de bedava.
Ben olsam, madem bedava, en az iki tane hesap açardım :)

2) Eğer hala daha kullanmıyorsanız, bu linkteki adrese gidip oradan bir adet 7-Zip indirin. Bu hem 'özgür' bir yazılımdır, yani WinZip, WinRAR filanda olduğu üzere, lisans ya da crack filan gibi dertleri yoktur; hem de bilinen en iyi sıkıştırma yeteneklerine sahip yazılımlardan birisidir.
Açık kaynak olduğu için de, WinZip, WinRAR filanlar ortalıktan kaybolsalar bile 7-Zip hala daha ortalıkta olacak.

Kısacası, 7-Zip kullanmanızı kuvvetle öneriyorum --sırf WordPress yedeklemesi için değil, her türlü dosya sıkıştırma işlemi için.

3) 7-Zip kullanarak, elinizdeki (az önce diske kaydettiğiniz) 'BLOG_ISMI.wordpress.YIL-AY-GUN.xml' isimli dosyanızı sıkıştırın. Sıkıştırıldıktan sonra dosyanın ismi 'BLOG_ISMI.wordpress.YIL-AY-GUN.7z' gibi bir şey olacaktır.

Not: Blogunuzun içerdiği bilgilere sizden başka kimsenin erişmesini istemiyorsanız, yani içiniz gerçekten rahat olsun istiyorsanız, bu sıkıştırma işlemi sırasında bir parola da atayabilirsiniz.
Bu parola, daha sonra bu 7z uzantılı dosyayı açmak için gerekecek, dolayısı ile hatırlayacağınız bir şey olsun, yoksa aldığınız yedeği, lazım olduğu gün, açamazsınız. Bu hale düşerseniz, bunca şeyi yazmak için bunca valit harcadığım halde, beni dinlemediğiniz için sıze kıs kıs güleceğimi ve kızgınlıkla pis pis bakacağımı bilesiniz. Parola da atamak ya da atamamak size kalmış tabii ki, Ama, ben olsam bu dosyayı mutlaka bir parola korumasına alırdım.

4) Şimdi de, son adım olarak, 'BLOG_ISMI.wordpress.YIL-AY-GUN.7z' isimli dosyanızı, yukarıda birinci adımda yarattığınız, gmail adresinize ('yedekleme.BLOG_ISMI@gmail.com' adresine) bir eposta ekinde yollayın.

Bunları yaparsanız, pek de zahmetsizce, en az üç ayrı yerde blogunuz yedeklenmiş olacak:
1) wordpress.com
2) Kendi bilgisayarınızda
3) GMail'de
4) EPosta sunucunuzda

Bütün bunların hep beraber çokmesi bence sadece ve ancak 3.cü Dünya Savaşı çıkarsa mümkündür. 3.cü Dünya Savaşı çıktığında da endişeleneceğiniz şeylerin başında blogunuz gelmeyecek olduğunu sanıyorum.

Dolayısı ile bu şekilde yedeklediğiniz dosyalar en büyük bankalar filan tarafından milyonlarca dolar harcanarak kurulan yedekleme sistemlerinden daha sağlamdır bence.
Hem de bedava.
Daha ne istiyorsunuz?
Bir kaç günde bir, 30 saniyenizi belki alacak olan bu işlemi de ben mi oraya gelip yapmalıyım :)
Hadi çocuklar; tembellik etmeyin ve yedeklerinizi alın artık. Üzmeyin beni :)

Not: Yukarıda WordPress'ten taşınmak ya da yedeğini almak için ne yapılması gerektiğini yazdım. Amacınız yedek almak, taşınmak amacıyla değil de, herhangi bir sitenin bir kopyasını almak (mesela İnternete bağlı değilken de erişebilmek vb) ise, o zaman WinHTTrack (ya da Linuxçular için HTTrack) kullanmanızı kuvvetle öneriyorum. Bu da açık kaynak ve özgür bir yazılımdır. Bedavadır ve çok iyidir –parayla satılanlardan çok daha iyi.

Böyle şeylere para vermenin ziyan olması bir yana, parayla satılanların korsan 'crack'leri ile uğraşmak da bence hiç akıl kârı değil. Kurun makinanıza bir WinHTTrack ve rahat edin derim.

Pazar, Ağustos 19

karadeniz hikayesi bir (safranbolu)



derlermiş ki, bir kez seyahate çıkan binbir yalanla döner. ben yalan söylemeyeceğim, her şeyi olduğu gibi kupkuru anlatacağım. eh, gerçekler sıkıcıdır, hep birlikte katlanacağız.

bora'nın özel olarak yaptırdığı sert, kumaş kapaklı, küçük seyahat defterine aldığım dümdüz seyahat notlarını olduğu gibi aktaracağım çoğu kez.

3 ağustos 2007 cuma
saat 15.40. otomobil 59625 kilometrede. ilk 100 ytl'lik benzinimizi alıp yola çıktık:)

(heh heee... evet neredeyse bu kadar sıkıcı, devam edip gidiyor yazı:)

ben pek seyahat havasında değildim. yola çıktığımız anda bile bir yere gidiyor gibi hissetmedim. daha o gün valizleri hızla doldurmuş; poaça, limonlu kek ve meyvelerden oluşan bir yolluk hazırlayıvermiştim. ama işte yoldaydık! üstelik başbaşa. bora gideceğimiz güzergahlarla ilgili ekşi sözlükten aldığı bilgilerin çıkışını almış, harita ve gezi kitaplarını benim koltuğun yanına istiflemişti.

bora arabayı kullanıyor, bir yerleşim yerine geldiğimizde ben de okuyordum. mesela düzce'den geçiyoruz diyelim, "öldürülenler melen deresine atılır..." "her gün 4-5 adam öldürüldüğünden vakti zamanında panayırları yasak etmiş belediye. minik bir teksas imiş..." tarihi, coğrafi nitelikleri de yazıyor elbette. biz elimizdeki bilgilere göre gezip dolaşmaya ya da yanından hızla geçmeye karar veriyorduk.

18.08 bolu'dayız.
burada yine bir karışıklık oldu ve biz kaybolduk. bora'da da bende de yön duygusu yok. hep kayboluruz, tariften anlamayız. ama biz bir yere varmak için değil seyahat etmek için yola çıkmıştık ve nereye gittiğini bilmediğin seyahat en iyi seyahat değil midir?:) planladığımız yoldan çıktığımızı anladığımız anda en mantıklı şeyin safranbolu'ya gidip bir otel bulmak olduğuna karar verdik.
19.54 karabük'teyiz. 100 ytl'lik benzin aldık. bir süre daha gittik ve sıradan bir kasabaya geldik. yaşlı bir amcaya yüksek sesle safranbolu'ya nasıl gideriz, diye sordum. burası, dedi coşkuyla. inanmadım. ama güzel evler filan olması lazım, dedim. yolu tarif etti. daha önce amasra seyahatimiz sırasında gelmiştik. pek beğenmemiştik. birbirinin aynı evler işte neticede. evet evet akyaka da öyleydi ama o evlerin arasında mesafe ve yeşillik vardı, sevimli görünüyordu yine de ve insana müteahhit felaketine uğrayacağına hiç değilse emrivaki ile birbirinin eşi evlerin olması daha ehven dedirtiyordu. neyse.

şanslıydık ve yolumuzun tam da üstünde bir uygulama oteli gördük. çünkü bu yolculukta şirin pansiyon, uygulama oteli ve öğretmen evi seçeneklerini kullanmaya karar vermiştik. uygulama otellerinin çoğunun fiyatı ve servisi iyi oluyor. bu otel de safranbolu evleri mimarisindeydi ve çok şükür ki uzunca bir merdivenle ulaşacağınız geniş bir bahçenin içindeydi. stajyer öğrenciler servis yapıyordu. onların telaşı, heyecanı size biraz evcilik oynuyoruz duygusu verebilir. şimdi biz mahsustan oda isteyeceğiz sizden. siz de, kara vermeden önce odayı görmek istemez miydiniz diyeceksiniz... oda gayet güzeldi. yatak sağlıksız denecek kadar yumuşak ve o kadar da rahattı. tüy gibi hafif, yumuşak yorgan, kumaşın dokuması iyiydi. küçük kutularda lokumlar vardı. tv, dvd, minibar... oda içinde eski görünüşlü bir kapıyı açıyordunuz ve sürpriz, duşakabin çıkıyordu karşınıza, onu da açınca daracık bir tuvalet ve duş. ama çok temizdi. durun, adresi, telefonu da yazayım size. geceliğine 80 ytl ödedik. (yolculuğumuz boyunca da en yüksek oda fiyatını buraya ödedik ama safranbolu ve bu özelliklerde bir oda için çok uygun bir fiyat)

zonguldak karaelmas üniversitesi
safranbolu meslek yüksekokulu uygulama konukevi
babasultan mah. nayip sok. no:11 safranbolu
tel: 0370 712 43 957712 41 23

biz birkaç parça eşyamızı odaya bırakıp, yemek için çıktık. çekmeköprü 2(1. ve 3. sü de var)lokantasında pide yedik. beğenmedik.

otele döndük. duş aldık. laptop'ı açıp getirdiğimiz filmlerden birini seçtik. (caligula. yönetmenini unuttum şimdi. roma dönemi, müthiş bir sefahat filan var. filmin başı tam bir cümbüştü ama ben uyuyaklamışım)

defterden devam ediyorum: hava aydınlanıyor. soğuk. yorganın üstünde pike ile uyumuştuk, içine girdik. yorgana bayılırım. uykumuz kaçtı. tournier'in veda yemeği'ne devam ettim. bora koridorda sigara içerek haritayı inceledi.

7.12: kahvaltıyı beklemedik. aşağıda birer çay içip yola çıktık. bize çay ikram eden bekçi dedi ki, bu evlerin çoğunun içi berbat durumda. sahipleri ancak dışını restore ettirebildiler parasızlıktan. merkezde, gördüğümüz kasabada yağıyorlarmış. bu nedenle gece tek tük evin ışığı yanıyormuş. yaşayan yokmuş ki orada.



yolda, vala (adı buydu sanırım, yazmamaışım) köyünde kahvede durup benim poaçalardan yiyip çay içtik. birazdan festival başlayacak dediler ama yolumuzun uzun, dedik.

10.55: cide'ye 10 km var. deniz nefis.


(yazı sıkıcı oldu ama elimden bir şey gelmez; üstümde bir durgunluk, bir sakinlik var. hem henüz insanı çılgına çeviren karadeniz'e gelmiş sayılmayız. tüm coşkumu ve abartma kredimi oralarda kullanmak istiyorum:)

Cumartesi, Ağustos 18

sevgili wordpress kullanıcıları,

nasıl yardımcı olabilirim bilemedim.
kararı esefle kınıyorum elbette ama ne yapmak gerekir onu düşünüyorum kara kara.

evim, evinizdir.
sorun çözümleninceye, yapılması gereken yapılıncaya kadar
burada yazabilirsiniz dilerseniz.
ya da en iyisi şifreyi vs'yi de veririm size, siz girersiniz yazılarınızı.

sevgilerimle.

mail adresim: endiseliperi@yahoo.com

Perşembe, Ağustos 16

Şşşşşş....

fırtına pansiyon.

sabah saat 4.30.

bora, tabiatın sessiz gümbürtesinden olsa gerek, uyanmış,

meşum ve esrarlı manzaraya bakıyor.

ayrıntılı bilgiler daha sonra.

ben de sizi özledim.