Cumartesi, Aralık 3

conrad: zafer (bir ada hikayesi)


yazar dediğin keşiş değildir
çalkantılarla, çekişmelerle karışık iç dünyasını tanıyorum. kendisi hakkında belirsizlikle dolu, kötümser bir yaklaşım içinde olması karşısında şefkat duyuyorum.  başkalarına sürekli kendini açıklamakla kalmayıp, kendi ruhsal açmazlarının kökenlerini gizlisiz saklısız bir şekilde keşfetmek için çaba harcamasını takdir ediyorum.  dünyaya, o çok kişisel, kendine özgü bakışıyla aşkın bir anlam verme yolundaki ıstıraplı, umutsuz duruşunu çok önemsiyorum. sınav gibi gördüğü kendi dünyevi varoluşunu, cehennemden geçerek bir tür arınmaya doğru götürmeyi uman, bana kalırsa saflık derecesindeki o dindar kavrayışına saygı duyuyorum.

conrad'ı seviyorum. onu kendimden, çok içerden biliyorum. hepimizin hayatının aldırışsız, umursamaz, çok güçlü bir mekanizmaya tabii olduğunu, birazcık özgürlük sanısı için, bu korkunç mekanizmayı kendin için engelleyebilmek için yani,  o mekanizmayı yok saymaktan başka çıkar yol olmadığını, bunun da bir aldatmaca olduğunu, ama gerçeklik denilen şeyin de bir hayat fikrini düzen içinde tutturmaktan başka bir şey olmadığını... koşullarla uzlaşmaktan ve kendin için hayali bir gerçeklik yaratmaktan başka yol olmadığını...

ne diyelim; hayat bazı zihinler için daha zordur.

geçelim. kötümser, karanlık şeyler bunlar. huzur, neşe, dinginlik arıyoruz biz. aradığımız ve yüzeyde tutunarak yaşamayı seçtiğimiz bu kavramları aşarsak, ayvayı yeriz. yiyoruz da. böylesi mutedil dalgalı, asude bir denizin altında ama öylesi sancılı, endişeli, umutsuz bir bakış var. orayı boşvereceğiz. yarattığımız bu kullanışlı gerçeklik masalına inanacağız ve hiçbir şeyi anlamamış gibi yapacağız. başka yolu yok. çünkü başka yolun olduğunu düşünenlerin hepsi mezarda. biz böyle dandik bunalım edebiyatı yapıp, bitki çayımızı yudumlayacağız. insanın korkarım ki, gözüpeklik, yiğitlik, çıkar gözetmezlik, erdeme dönük anları çok, çok ender ve bunu öylesine sosyalleşerek yapıyor ki tiksindirici bu. ama gücümüz bu kadar; kıvıracağız, yalan söyleyeceğiz, kendimiz hakkında ahkam keseceğiz, o kendine acıma seanslarından her sabah antioksidan lahana suyu içmiş gibi arınıp, pırıl pırıl bir yüzle çıkacağız. yaşımızı göstermeyeceğiz, zaaflarımızı haşa göstermeyeceğiz. yatakta sırtımızı döndüğümüz adamın  herkesin içindeyken elini tutacağız. çünkü korkağız ve çok nariniz. çünkü hesaplarımız var, daha 18 ay taksit ödeyeceğiz,  çünkü sıradan çıkarsak bizi… herneyse. gerçek lükstür ve erdemin maliyeti çok yüksektir.  herkese uygun, kullanışlı, demonte gerçeklik masalı ise sudan ucuz. kendi gerçekliğimizi kendimiz monte edeceğiz ve buna sonuna kadar inanacağız. yıkılmış bir adam gördüğümüzde nazik ve terbiyeli, “ günaydın,” diyeceğiz ona maskeli gülümseyişimiz yedeğinde. yıkıldığını görmezden gelip, kendi nezaketimizden gururlanacağız.  geçen akşam arçil’e, “midem ağrıyor,” dedimde,  “çok geçmiş olsun,”  diyerek oyununa döndü:)  güldüm evet o sırada da.

conrad okuduğumda, sizi bilmem ama ben nedense böyle militanlaşıyorum, keskinleşiyorum…  sürdürülebilir hayatımızın tüm pimlerini görüyorum da sanki, çarpık, çelişkili, ucuz, yalan dolan, kendini kurtarma ayarlı bu mekanizmadan pek de hoşlanmıyorum. 

 
insan nasıl insan olabilir ve bununla baş edip nasıl yaşamayı becerir?
hiçbir fikrim yok açıkçası. ama conrad okuduğumda mesele bu oluyor nedense.
conrad’ın zafer kitabındaki kahramanı heyst, bir ada’da yaşamayı seçiyor. onun, olması gereken insan tipi olduğunu söylemiyorum. çünkü kendini  diğer insanlarla, olaylarla, tercihlerle sınamadığın zaman karakterini doğru tutmakta bir zorluk yok. ezbere hayatın bir olayla çarpıştığında, karar vermen gerektiğinde saçmalıyorsan… geçelim.

heyst denen bu adamı seviyorum. sevmek ya da sevilmek umrunda değil. iyi, dalgın, dünyaya bir gözlemci olarak bakan biri. alaycı ve kötümser fikirleri var.  conrad’ın diğer kitabındaki lord jim’in kendisi ve dünyayla ilgili meselesi iflah olmaz romantikken, heyst tam bir nihilist. hiçbir şeye inanmıyor. inanmaya da ihtiyaç duymuyor. dışarının,  uyanık, alaycı, cin gibi, kanlı canlı insanlarının ona taktığı komik isimlerden de habersiz. her şeyden uzakta, çünkü, diyelim birini sevmeye başladığında, mesela bir kadını, adamı, sevmekle ilgili bir sürü kavram da üşüşür insanın hayatına. güvenlik, sorumluluk, gelecek, kaybetme korkusu. sanki bu kavramların kapısı o insanmış gibi. sevdiğin insanın yaşama uğraşı, karakteri nispetinde de incelir sorunlar. ya da bir meslek, iş edinirsin ve onunla ilgili bambaşka bir kapı açılır önünde. para dersin, zengin olmak filan… eh, önü arkası kesilmez bir yığın kavramla, düşünceyle, duyguyla uğraşman gerekir. hasbelkader doğmuş ve bir süre sonra da gideceğim bu dünyadan diyip, sadece kendine katlanmakla geçirmek istersen bu yaşam süresini bir ada’ya gidersin, heyst gibi.

ancak toplumsal yaşam çok tuhaftır; su gibi akar gelir, seni bulur, ayağına dolanır. heyst de doğası iyi olduğundan, kirlenmediğinden, kaybetme korkusu yaşamadığından morrison ve lena'nın hayatına böylece bulaşır. zor durumda olana yardım etmek gerektiği dışında bir seçenek bilmediğinden,  onlara yardım eder. lena genç bir kadındır ve onunla aşk denilen şeyi keşfeder. aşk denilince conrad eni konu melodramlaşıyor ve ben pek hoşlanmıyorum açıkçası onun bu halinden (bu kitapta da, talih kitabında bolca bahsettiğim shakespeare'in othello sahnesine çok benzer bir sahne var sonunda. dikkat edersiniz. ve ordaki gibi bir ada fikri var elbette burda da.)

ancak zaten conrad için konu seçimi önemli değil. önemli olan konunun ele alınış tarzı. “konuyu nasıl işleyeceğine karar verirsen, romanın nasıl ilerleyeceğini de belirlemiş oluyorsun,” diyor. o,  hep kuşkuyla, ikircikli yaklaştığı edebiyat formları ve  "sözcüklerin ustalıkla örülmesi" adını verdiği bir zanaatin peşinde.

zafer kitabını, benim yaptığım gibi okumayı, conrad'ın diğer kitaplarından  sonraya bırakın, diye öneririm. çünkü, lord jim’deki kurgu, talih’teki aşk hikayesi bir şekilde tekrarlanıyor bana kalırsa. onun çok sevdiğim karakterlerini de bu kitapta biraz tanıdık buldum.

conrad’ı bir yazar olarak tanınır yapan kitabının talih olması, çok şaşırtıcı. orada conrad,  eşi bulunmaz anlatı tekniğini çok katı bir şekilde uyguluyor. bu bağlamda, okuyucular için nostromo kadar zorlayıcı ve görece sıkıcı olması beklenirdi bana kalırsa. ama tekniğini uygulamak için kullandığı kılıf, öylesine heyecan verici bir aşk hikayesi ki, okurları çok beğeniyor. galiba  conrad, zafer kitabında, talih’in bu başarısının nedeninin farkında olarak yine bir aşk hikayesi kullanıyor. bu tekrarı bağışlayabiliriz. kim aşk hikayesini tekrar etmiyor ki hem?

aşkın yanında sıkı polisiye romanlarda görülebilecek bir gerilim de var. kötü adamlar çok kötü ve silahlı; iyi adamlar çok iyi ve savunmasız. bu gerilim, conrad kitaplarında en sevdiğim unsur olan karakterlerin  işlenişini mükemmeleştiriyor.

kötü karakterlerin tarif edildiği ve onların sahne aldığı bölümler çok, çok iyi. ricardo karakterinin ortaya çıktığı her seferinde kitap, inanılmaz şenleniyor. ricardo’nun onu bir soyguna teşvik eden iğrenç adam schomberg ve patronu olan soylu bay jones ile sohbetlerinin yer aldığı bölümler çok lezzetli.

heyst’in uşağı wang ise, edebiyata ve sinemaya tipik bir çinli uşak karakteri kazandırması açısından çok önemli bence. çok, çok komik işlenmiş bir karakter. çok güldüm wang’in bir anda, sessizce ortaya çıktığı yerlerde.

heyst'in lena'ya, kötü adamlarla yaptığı görüşmeyi anlattığı bölüme kuşkuyla baktım. heyst ve lena'nın ilişkisi bu konuşmaya yabancıydı bana kalırsa. ancak heyst'in tümüyle savunmasız oluşunu ve kötü adamlarla onun karakterinin tümden farklı işleyişini göstermek için başka nasıl bir yol bulabilirdi conrad, bilemedim. bu nedenle bu ufak sarkmaya da katlanmak lazım. böyle yapması sonraki gerilimli bölüm için okuyucuyu gerektiği kadar endişelendirmesi bakımından önemli görünüyorsa da, ama sanki başka bir yol lazımdı. eğer o görüşmeyi heyst tarafından kıza anlattırarak öğrenmemizi sağlamak yerine yazar olarak kendisi anlatsaydı daha doğru olabilirdi, diye düşünüyorum. siz de dikkat edin bir bakalım.

kitabı okurken şöyle bir düşünce geçti aklımdan:  schomberg bir kötü karakter. heyst’e bakışı çok kötücül, çok çıkarcı, çok kindar, çok hesapçı. biz, kitabın yazarına güveniriz ya, onun karaktere bakışına inanırız. bir bebek gibi kendimizi onun kollarına bırakırız. eğer kitabın yazarı conrad değil de bu schomberg denilen kötü adam olsaydı, yani bu kitap hiç de tekin olmayan, heyst’e bakışını okur olarak sevmediğimiz schomberg tarafından yazılsaydı, ne olurdu? biz okur olarak, karakter heyst ile yazar schomberg’e karşı nasıl bir işbirliği geliştirirdik? eğer bir kitap yazacak olsaydım, böyle bir şey yapmak isterdim.

conrad, bu kitabında da, merkezdeki ve uzaktaki karaktere, olaya, dört bir yandan, değişik insanların bakış açılarından, söylentilerden gittikçe yaklaşıyor. bunu yaparken olayı değerlendiren karakterleri ince ince gösteriyor. ama analiz filan etmiyor onları. bu arada bize değişik bakış açılarından oldukça sinematografik eylemler sahneliyor. çünkü conrad, "gerçekliğin ancak eylem üzerinden formüle edileceği kanısında. (...) eylemin kendisi  yükü (ahlaki yorum yükü) kaldıracak kadar güçlü olmayabilir ya da romancı ahlaki öğeyi görecek kadar aşkın görüşe sahip olmayabilir. dolayısıyla conrad'ta hiç yorum yapılmaksızın bir amaca yoğunlaşmış bir eylem eserin soyut şemasını da ortaya çıkarır.”

bitti.

ayrıca:
conrad: talih  
conrad: nostromo
conrad: lord jim
conrad: narcissus'un zencisi

dahası:
ben conrad'ı edward said'in "joseph conrad ve otobiyografide kurmaca" ile "başlangıçlar/niyet ve yöntem" kitaplarıyla daha iyi tanıyıp, anlayıp, sevdim. sizin de aklınızda olsun bu kitaplar. 

bu sırada:
evet.  pencereyi tina için açık bırakacak kadar güneşli bir gün. mutfak temiz ve çok şükür soğuk değil. akşama yemeğim var; etli lahana dolması, ki annem kadar güzel yaptım bu sefer. isterseniz tarifini veririm. yanında cacık. arçil’in lahana sarması yememesi olasılığına karşı gizli menü olarak izmir köfte ve makarna. 
birazdan çıtır çıtır lahana kırpıntılarına bir havucu ve yarım kerevizi rendeleyeceğim. Bu sıralarda manavda bolca bulunan ekşimsi ve sert granny smith’i rendenin dilimleyici kısmıyla dilimleyeceğim. üstüne bir avuç ceviz serpiştirip, son olarak limon, elma sirkesi ve sızma zeytinyağı karıştırdığım sosu üstüne dökeceğim ve yemeğe çalışacağım. yiyebilirsem  çok iyi olacak. şu yazıyı yazarken bir saat içinde içtiğim yedi sigaradan bunalan bedenimin isyanını ancak bu salata ile bastırırım. yazı için biraz endişeliyim. çok karamsar olması değil beni endişelendiren. karamsarlığın kibirli bir dili oluyor ve bunu sevmiyorum. neyse. napalım, bu kadar. olduğu kadar. vedalaşalım yazıyla.

***
sonra: 
insan sustukça susmak; konuştukça da konuşmak istiyor. konuşalım. her şeyin yolunda olduğunu hissettiğiniz, küçük, sevimli bir hediye kutusu gibi size sunulmuş anlar vardır. az önce öyleydi. yani, şöyleydi; arçil'in karnını doyurmuş, ateşini kontrol etmiş, onu kendi programıyla başbaşa bırakacak kadar sağlıklı olduğuna ikna olmuştum. tina, gün boyu yatağın üstüne düşen güneşte oyuncak balığı nemo ile oynamamızdan sonra yorgun düşmüş, huzurla uyuyordu. mutfaktaydım ve tam karşımda güneş, inanılmaz güzel batıyordu denizin üstünde. öylesine güzeldi ve öylesine umursamıyordu ki kendi güzelliğini, bu nerdeyse acı veriyordu. bir kadeh şarap koydum. şu şarkıyı dinledim:

How Come You Never Go There by Feist on Grooveshark 

dün, arçil arkasında bir şeyi gizleyerek eve geldi. çok üzgün, duygusal olduğum bir gündü dün. bazen olur ya hani, sanki tüm hediye paketleri başkası içinmiş gibi, sana bir küçücük hediye olsun düşünülmemiş gibi hissedersin. güneşi, ışığı, ağacı, müziği kendinle ilişki içinde tutamazsın. sanki hoyrat bir makas tarafından bir fotoğraftan kesilmişsin gibidir:p tamam tamam, abartmayalım:) neyse, öyle bir gündü ve arçil kuşkulu bir tavır sergiliyordu. bana bir fotoğraf makinası almışmış meğer. kendi yaşlı annenizden hatırlayın, bir anne ne yapar böyle bir durumda? elbette! evet, ağlamaya başladım. endişeyle yüzüme baktıktan ve ben gözyaşlarımı sildikten sonra makinayı nasıl kullanacağımı gösterdi.
arçil'le duygusal anları böyle serinkanlılıkla geçirme konusunda gizli, sözsüz bir anlaşmamız var. alev alev dram mı var mesela, biz sanki en olağan haldeymişiz gibi işi normalleştirmeye çalışıyoruz böyle. iyi bir şey bu.


heyst, telaşsız, işbilir çinli uşağı wang'e baktığında, onun; "içgüdülerine böylesine rahatlıkla boyun eğişini, nerdeyse varoluşunu doğrulayacak kadar güçlü olan amacın basitliğini kıskanıyordu," der.
ben de tina'ya baktığımda benzer bir duygu hissediyorum. bir parça güneş ve balığı nemo olunca mutluluktan ne yapacağını şaşırıyor ya, onun bu saf mutluluk anı bana büyüleyici geliyor.

66 yorum:

Ayça Yaşıt dedi ki...

Yazın ince işlendiğinde bir kitap olacak gibi, dolayısıyla harika bir "zefer" özeti. :) Tamam kendimle dalga geçiyorum şu aralar...

Peri, bir önceki yazında Conrad'ı sevmediğimizi(?!)... ben bu genellemeye çok üzüldüm. Conrad ile aranda inanılmaz kuvvetli, çok sevecen, samimi ve hatta paha biçilmez bir bağ var. Karşılaştırma yapacak olurssam, elbette okuduğum herkesin Conrad'a sevgisi senin Sahra'nda bir kum tanesi kadar idir. Ama ben üzülüyorum o kum tanemin küçümsenmesine veya genellemeye kurban gitmesine.

Conrad ile ilgili yazılarına hayranım, iltifat olsun diye söylemediğime inanmanı dilerdim. Yazın, onca noktada dostane bir klavuz gibi. Beni onca çelişkimle yüzleştiren güçlü bir yazı okudum. Teşekkürler.

Sevgiyle.

pelinpembesi dedi ki...

ben de yeni bir post hazırlamışken sende bunları yazmışın pericm..zafer'i bitirdin demek.. ee bana da bu kitabı bulmak farz oldu. yazın karamsar değil bence. yaşamak daha doğrusu sağlıklı yaşamak için yapılan ikiyüzlülük bunlar. son noktayı oğlunun cevabıyla ne güzel koymuşun .bunları yapıyoruz ama en kötüsü diğer farkında olamadan yapanlar kadar gönül rahatlılığımız yok işte. yine hep içimizde bir diken var. conrad ve benzeri yazarları belki bu yüzden seviyoruz, bize yalnız olmadığımızı hatırlatıyorlar..

endiseliperi dedi ki...

:)teşekkür ederim. ne kadar ama ne kadar ihtiyacım vardı bu yoruma.

conrad değil de, conrad yazılarım sevilmiyor gibi bir his var içimde. çünkü bakıyorum sayfanın görüntülenme sayısı çok fazla, ama yorum sayısı çok az oluyor. hay gidi hay.

beğenmene çok sevindim. conrad'ı coşkuyla seviyorum evet:)

canım benim, ne güzel şeyler demişsin. sarılıyorum sana. dünden önceki gün sokakta bir ev arama macerasına giriştim kendi kendime ve gelişigüzel. o zaman aklımdan sen geçtin. keşke karşılaşsak, dedim:)

sevgiler çok.

endiseliperi dedi ki...

evet! evet buket, yalnız olmadığımızı hatırlatıyor bazı iyi yazarlar. kitap en iyi dost, derler ya, conrad benim için çok esaslı bir dost. başka çok sevdiğim yazarlar da var, dostoyevski'ye hayranım mesela, mansfield'e diyelim yoğun şefkatle yüklü, çok sevecen ilgi duyuyorum, mccullers beni anlatır vs vs ama conrad'ı okurken bir dostumla konuşuyor gibi oluyorum. bir zaman sonra onu okumaya başlayınca, eski, özlem duyduğum bir dostumla karşılaşmış gibi oluyorum. o üslup, o karakterlere bakış, o mizah... evet, uzun uzuzn konuşalım istiyorum onunla hep.

oğlum az önce geldi. artık sarılırken başımı göğsüne koyabiliyorum:) o da bana, nasıl geçti bakalım günün, diye soruyor yukardan:)çok gülüyorum ona. sarma ve cacık hazırladım. hiç itiraz etmeden yiyor. yuppiii!:)

aklınd aolsun idefiks'te kitap fuari başladı. bir sürü kitap epey indirimli. ordan sipariş verebilirsin. yazına da bakarım şimdi. öpüyorum seni çok. sevgiler.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Her doğum ölümü haberliyor değil mi? Ne acı! Şu koca dünyaya doğumlar olabilsin diye gelip, büyütülen yavrudan sonra göçüp gitmek… Varlığını o çocuğa aktarmak, üstelik ummak korkunç bir arzuyla aynı varlığı kendi çocuğuna devredebilmesini… Bilmem kaç milyar insanın süregelen umudu olarak doğmak, o umudu yüklenmek, yola çıkmak… Başka başka umutlar doğabilsinler diye dünyanın kim bilir nerelerinde! Hayatımızın bir döneminde durup düşündüğümüzde çocuğumuzun yaşı kadar yakın değil miyiz ölüme; ah o şanslı ölümler!
Çok yormayın bence kendinizi… Estetize etmeniz güzel. Bayılıyorum sizin Conrad hayranlığınıza. Ama o denli de bitmiş tükenmiş değil ki! Hala sızan yarıklardaki suyu görmez yüreğimiz. O kadar da şeytani değil dünya. “Onlar mezarda” Aramızda hayatı anlayanlar akıntıyı ters yönde yüzebilenlerdir. Aşkı anlayanlar, yumurtalarını suya bırakabilenler... Ve sevdayı anlayanlar kendi suretini o yumurtada umabilenlerdir. Gerisi yalnızca hayat…
Yani Aldatmaca, gerçeklik kurguları, binlerce bağıntısız duygu arasında boğulmamalı bana kalırsa. Akıntının yönünü bildikten sonra debisini de, menderesini anlayabiliriz herhalde. Ama nedense fotoğraflar çekiyoruz herkesinde. Fotoğraflar aracılığı ile tanımaya çalışıyoruz nehirleri. İşte akıyor, işte kıvrılıyor, işte yavaşlıyor,daralıyor… İyi de şimdi ne dar, ne hızlı, ne sağda, ne solda… Apaçık yoluna devam etmekte. Conrad diyorduk ya, iç gerilimleri, kendini anlamaya çalışması, mizahı… Sevgili peri; Şanslısınız çok şanslı…

endiseliperi dedi ki...

sevgili, merhametli vuslat,
damardan girmişsiniz meseleye ve damardan girdiğinizi göstermeyecek kadar nezaketli bir yol seçmişsiniz, ki sizin bu yaklaşımınız bana çok dokunaklı gelir her zaman. eh, o çocuksu, coşkulu tavrınız var bir de baharat olarak:) daha ne olsun!

aslınd abir gün size conrad'ı sevmemenizin hiç adil olmadığını, yanlış bir noktadan ona baktığınızı anlatmak, siz onu sevinceye kadar da yakanızı bırakmamak istiyorum ya, bugün yine başımız dumanlı, geçelim.

evet, çok şanslıyım, conrad nedeniyle ve tabii, arçil nedeniyle. iyi ki var. bir karakter olarak bayılıyorum ona. arçil'e yani:)

"akıntının yönünü bildikten sonra debisini de, menderesini anlayabiliriz herhalde," demişsiniz ya, aynen böyle. çok sevdim. çok katılıyorum buna.

dersler, öğrenciler, öğretmenlik nasıl gidiyor? umarım iyi gidiyordur; biliyorusnuz, çok istiyorum iyi gitmesini. çünkü bu harika bir şey ve harika olan planlar yürümek zorunda.

neyse. arçil birazdan yine acıkabilir ve ben köftesinin yanına makarnayı şimdiden pişiriyorum.

tina'ya az önce sevimli balığı nemo yerine, korkunç dişli köpekbalığı oyuncağını gösterdim; bilmem şekilleri o kadar iyi seçebiliyor mu, geri geri yürüdü:)

neyse işte, böyle.

sevgiler size.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Okul iyi gidiyor. Birkaç ufak sağlık problemim oluşmuştu ama öğrencilere belli etmemeyi başardım. Burada hakim olan şey müthiş bir veli öfkesi. Ben hayatımda böylesi bir öfkeyle daha önce karşılaşmadım. Örneğin veli geliyor okulda 100 tane ayakkabı dağıtılmış benim çocuğuma niye vermediniz diye saldırıyor! Ben biraz konuşunca sakinleşiyor, sonra başkası geliyor verdiğim kağıdı elinde sallayarak bunu okulda okutmuyorsunuz eve gönderiyorsunuz diyor. Akşam evde çalıştırmaları için velilere verdiğim hece kağıtlarına bakıp "siz burada yatıyor musunuz, ben çalıştırdıktan sonra niye gönderiyorum çocuğu okula" diye haykırıyor. Biri geliyor, dağıttığı ücretsiz hikaye kitaplarına bakıp, bunların parasını devlet gönderiyor, siz parayı yiyorsunuz sonra bize kullanılmış veriyorsunuz diyor (sahaftan alıp ücretsiz dağıttığım kitaplar bunlar) Hepsi ile saatlerce konuşmam anlatmam gerekiyor. Çocuklar değil veliler beni yoruyor. Yoksa her şey güzel.

endiseliperi dedi ki...

hmm... sesiniz de yorgun geliyor, vuslat. bir de ben başlamayayım ama sağlığınıza dikkat edin, lütfen. bunu demesi kolay da işte hastalığı idare edilebileceği bir noktada tutmaya gayret edin bi şekilde.

ben veli kısmını hiç sevmem. valla sevmem. okula gelen veli çok sevimsizdir. şimdi bizim kuşakta ebeveynlik epey bir gösteri sanatına dönüştü. bunun en gürültülü sergilendiği yer de o veli toplantıları biraz. sizi tanıdıkça tavırları değişecektir. yıl ortasına doğru yorulurlar zaten.

tamam. yılmayın. böyle böyle iyi olacak. bu arada sizi yormalarına çok müsade etmeyin.

sevgiler.

Adsız dedi ki...

http://www.facebook.com/#!/photo.php?fbid=266653600049370&set=a.266653570049373.62797.160067467374651&type=3&theater


bir fotoğraf linki....:)

endiseliperi dedi ki...

:)hmmm... bu fotoğraf vuslat için.
teşekkürler paylaştığınız için.

neo dedi ki...

pericigim, cok guzel ve imrendirici bir yazi olmus, bi yazarla senin conrad'la kurdugun yakinligi kurmak isterdim ben de, lord jim'i okudum ama hic boyle senin gibi tahlil edemem, anlatamam. zafer'i de okuyayim bu kış inşallah.
karamsarligin kibri konusunda cok haklisin. neseyi kucumsemek demeyelim de hakkini yer bir hali var karamsarin. oysa nese az sey mi?
arcil'e,tina'ya selamlar. badem de selamlarini yolluyor, karnimin uzerinde yatiyor yaramaz :)

endiseliperi dedi ki...

teşekkür ederim, neocum,
ama sen de çok içten bir bağ kuruyorsun sevdiğin yazarlarla. ben seviyorum senin, yazarlarını sevme şeklini, biliyorsun.

karamsar yazılarda, ne bileyim, hani bir ergenin nevrotik, kimseyi önemsemez hali oluyor az buçuk. neşeyi çok önemsiyorum. allahtan bu aralar güneş çıktı da, peşinden neşe de...

evet, farkettin, ezbere konuşuyorum. filme mola verip buraya geldim çünkü. sevimsiz bir kız var, pek de sevmedim filmi sanki... ama çok hoş bir kasaba. kız bisikletiyle bir yere gitti. ne bileyim, o manzaranın hatırına biraz daha izlerim, yine sevmezsem, dostoyevski'nin, ölü evinden anılar kitabı beni bekliyor.hmmm... bir anda kendime acıdım bak şimdi:) ama çok iyi bir kitap. mizah anlayışım ayvayı yediğinden filan mı bilmem, bu kitabı okurken de gülümsüyorum.

eti'nin bisküvi ambalajında yuvarlak, çikolatalı gofreti çıkmış. geçen gün yedim, çok hoştu. adını unuttum şimdi. aklında olsun.

başkaa... tina'cığım radyatörün üstünde sefil bir vaziyette uzanmış bana bakıyor şu an. bu aralar çok iyi aramız. o sıkılıncaya kadar oynuyoruz çünkü. sonra yorulup, iççekerek uyumasına bayılıyorum. arçil de iyi, oyun oynuyor. hastalıktan biraz burun akıntısı kaldı ama fena değil, ateşi yok çok şükür. böyle işte.

badem'e biz de çok selamlarımızı, sevgilerimizi yolluyoruz. onu çok beğeniyoruz.

sevgiler çook.

Tolga dedi ki...

conrad'ın dantel gibi işlenip tanıtımı bir tek size çok yakışıyor:)
bunu yaparken naif ve anlayışlı gerçek bir peri oluyorsunuz vee yeni banner resminizi çok beğendim:)

sevgiyle.
tolga

endiseliperi dedi ki...

başkasında sıkıcı dururdu, di mi?:)çok teşekkür ederim, nefis bir iltifat olmuş bu. sahiden naif mi görünüyorum? peri dolayımında tanıştığım arkadaşlarım önce bunu söylüyor çünkü. çok tuhaf, nasıl bir izlenim bıraktığım hakkında aslında en ufak fikrim yok.

bu resmi ben de çok seviyorum. ne kadar uzun bir yokuşu, kıvrıla kıvrıla çıkmıştım bilemezsin. kıpkırmızı olmuş zaten yüzüm de.

pekiii... sevgiler sana o halde.

Adsız dedi ki...

"gerçekliğin ancak eylem üzerinden formüle edileceği..." Ben en çok bunu sevdim. Gerisine çok bir şey diyemiyorum yani kitabı ve yazarı bilemediğimden. Ama sen çok güzel anlatmışsın, sevgin çok net hissediliyor. Ben sen seviyorsan severim gibi hissediyorum nedense, üstelik işlediğini söylediğin iyilik-kötülük ve karamsar dünyalar ilgimi çeker. Velhasıl ideefix 'de sepete ekledim..En kısa zamanda umarım diyelim..
Arçil için çok geçmiş olsun, Sevgiler...Salata anlatmanı da pek sevdim,hep aşk eklenmiş bugünkü yazılara sanki...

endiseliperi dedi ki...

eh, onu conrad kendisi diyor. ben de katılıyorum. çünkü ne çok konuşuyoruz ve konuşmaya uygun eylem ya da niyetini ifade eden eylem ne az. söz sanki bambaşka, alakasız bir kategoriye dönüşmüş gibi. söz başka, yaşam başka sanki hatta.

teşekkür ederim, aze'ciğim. işte sevgi katılmaya görsün conrad'a, salataya, bir başka güzel oluyor:p

sen şimdi bu kitabın siparişini verdin sanırım. pekii, bunu oku. ama özellikle sana bir şey diyeceğim; conrad'ın nostromo ve senin marquez'in yüzyıllık yalnızlık kitabı hakkınd abir yazı yazacaktım, kaldı öyle. ama bana kalırsa yüzyıllık yalnızlık, nostromo'nun bambaşka ve harika bir şekilde yeniden yazılışı. baksan ikisi apayrı kitaplarmış gibi ama marquez için nostromo kitabı çok önemliydi sanırım. baktım internet'e ama bu iki kitabın çakışması hakkınd abir şey bulamadım. ben yazayım istiyorum. sen eğer nostromo'yu okursan, o gözle bir bak. yüzyıllık yalnızlık'ı çok sevdiğini biliyorum. ben de çok seviyorum. nostromo biraz zorlayıcı bir kitap ama direnip okursan gerçekten büyük bir eser.

arçil'e biraz geç uyuması için izin verdim. yarın nispeten geç gidecek dersaneye. bir dizi izliyor şimdi. otururken burnunu çekiyordu ya, şimdi çok rahat görünüyor. uyumadan önce bir de vicks süreceğim burnuna. bu yıl yaptırmayayım diyordum ya, tümden iyileşince bir grip aşısı yaptırayım olmazsa. bu yık ikimiz de pek sık hastalanır olduk.

öyle konuşmaya dalmışım... marquez nere, vicks nere:)

çok teşekkür ederim, aze'ciğim.
umarım beğenirisn conrad'ı. sevgiler çok.

Adsız dedi ki...

Nostromo'unda siparişini verdim...Sıralaman öyleydi uydum ona...Ama şu talih 'i göremedim nette. Onu kitapçılardan bakarım ilk fırsatta. Şimdi Yüzyıllık Yalnız adını duyunca daha da heyacanlandım ama elimde bir kaç kitap dolaştığımdan endişelendim de birden. Evi bir görsen elimi nereye atsam, bir yerden dergiler, bir yerden şiir kitapları bir yerden sıraya dizdiğim romanlar bir yerden de ondan bunda aç gözlülük edip aldığım filmler...Çalışmayı kısaltmam, yaşamayı artırmam lazım önce, bu günlerdeki düsturum bu inşallah :-) Evet, nostromo'yu da okuyup Yüzyıllık Yalnız ile bakmak isterim...
Bu arada bende Tolga 'ya katılıyorum çok naif ve şefkatli bir izlenim bırakıyorsun. Sanki kişiyi kendinden çok düşünür bir halin var. Ben öyle hissetmiştim bir keresinde. Sen de beni çoğunluk gülümsetiyorsun aslında ama böyle iyimserlik gibi, hayatın gerçeği karşısı sanki yapacak tek şeyimizin gülümsek olduğunu söyler gibi, iki elim cebimde deniz kıyısında yürür gibi,..
Arçil sorsana bir ara şu "game of thrones" ne zaman başlıyor ikinci sezonu, ben de o diziyisabırsızlıkla bekliyorum ..
Sevgiler,

endiseliperi dedi ki...

aze'ciğim,
benim hatam, yazının altındaki o bağlantılara narcissus'un zencisi hakkındaki yazıyı eklememişim. conrad'ın en sevdiğim kitabı odur. onu okumanı mutlaka öneririm. ayrıca daha önce okuduğum için sitede sözü geçmeyen, ama yakın zamanda tekrar okuyup, haklarında yazmak istediğim, batılı gözler altında-razumov'un hikayesi ile casus var. bu iki kitap karada geçer, denizle ilgileri yoktur. çok ama çok iyidir. ben isterim ki hatta önce bunları oku. hem ben hakkınd ayazmış olmalıyım ama benim sitem öyle dağınık ki karanlığın yüreği kitabı hakkında bana düzgün bir bağlantı vermedi. karanlığın yüreği çok tartışılan bir kitaptır ve o kitaptan itibaren sevgili vuslat'ın da yaptığı gibi, conrad sevilmez. o halde senin için okumaktan zevk alacağını umduğum şekilde sıralarsam şöyle:

narcissus'un zencisi
batılı gözler altında
karanlığın yüreği
casus
lord jim
talih
zafer
nostromo
üç deniz öyküsü (bu kitabı ben henüz okumadım. okumadığım son kitabı. sonra yok artık conrad. gerçi hikayeleri filan var ama, neden bilmem çevrilmedi. eğer ingilizcen var ise sana bulacağım siteden o şekilde okuyabilirsin onları.)

nostromo'yu sona bıraktım, çünkü çok, çok önemli bir kitap ve çok da iyi. ama insanı biraz zorluyor. mesela ben okurken bir süre sonra dikkatimin dağıldığını hissedip, başka bir kitaba geçtim. ve ne şans! yüzyıllık yalnızlık'ı öyle okudum. sonra nostromo'ya dönünce...

arçil'i az önce uyandırıp kahvaltısını ederken game of thrones'u sordum. hiçbir fikrim yok, dedi, ne zaman başlayacağı hakkında. bunu bilse bilse neolitik hanım bilir. arçil kahvaltıdan sonra her zamanki gibi biraz daha uyumak için yattı:) ben onu uyandırıp, göndereyim artık.

ne güzel, güneşli bir gün. keşke ben de çıksam, ama arçil erken dönecek. bakalım. gazete almaya şu benim ada manzaralı cafe-market'e gidip, orada bir kahve içerim belki.

sevgiler çok.

meral dedi ki...

bende casus var şu anda, onun hakkında ne dersin?, karanlığın yüreği'ni okudum sadece, senin sevdiğin kadar sevemedim diye bir burukluk olmuştu.

tam da heyst'in çinli uşağına bakarken düşündükleri gibi düşünüyorum şu anda. keşke çinli uşak gibi yaşayabilsem..

meral (cikolatacikolata'yı sildim, banner cikmaz sanırım, yani bu meral o-cikolata-meral)

endiseliperi dedi ki...

ah, meral'ciğim, niçin sildin siteni? çok üzüldüm. biliyorusn yeni blogger uygulamasında geri alma şansın var.

karanlığın yüreği çok sert, kaskatı, adı gibi zonklayan bir yürek; sımsıkı bir kas yığını olan bir kitap. sevmemek olası. vazgeçme conrad'tan.

casus'u ben yıllar önce okudum ama bazı sahneler hala gözümün önünde. onu tekrar okumayı sabırsızlıkla bekliyorum açıkçası. çok iyi bir kitap.

ben meral'ciğim, wang gibi çinli bir uşak istiyorum. bir anda ortaya çıksın, işleri yoluna koysun ve aynı hızla da yok olsun:)zaten bizim şu salon ve diğer odada yaşar gider, haberimiz bile olmaz;)

iyisin, di mi? yapabileceğim bir şey varsa söyle. niçin sildin siteyi? ne bunalttı seni? yapabileceğim bir şey varsa söyle, olur mu? seni her zaman takdir ettiğimi bil, lütfen. sesin sıkıntılı geliyor. bu sıkıntıların geçici olduğunu biliyorsun, di mi? havadan bile insan boğulacak gibi oluyor bazen de suçu gerçek nedenlere atıyor:) şaka yapıyorum.

sarılıyorum sana sımsıkı, meral'ciğim. lütfen ama lütfen çok sıkılma. mektup da yazabilirsin.

seni ve ufaklıkları öpüyorum.
sevgiler çok.

meral dedi ki...

peri,

çok garip bir şey bunu hissedebilmen..çok etkilendim. gerçekten de biraz garip bir devredeyim, sıkkınım ve ne olduğunu çok adlandırmak istemediğim yeni duygularım var.

aslında geçen hafta hrant dink'in biyografisini (Tuba Çandar'ın yazdığı) okuyup bununla ilgili yazmak istediklerimi, daha doğrusu Hrant Dink ve onu öldürenler hakkında yazmak istediklerimi sansürsüz yazamayacağımı anladığımda (memurum, antalyada kimliğimi bilen epey insan var ve burası bazen ırkçılığa varan milliyetçi insanlarla dolu)kendimden hoşlanmamaya başladım.ardından bir kitappaylaşım grubunda yanlış anlaşılarak nahoş tepkilerle karşılaştım. derdimi anlatmaya çalışırken adam beni gruptan attı.

böyle işte... suya sabuna dokunmayıp " geyik yorumlar" yabildiğin sürece popüler olunan bu dünyayı şiddetle reddetmek istedim ben de. "sanal dünya yalan dünya" diyerek, iki saat düşündüm, ardından sildim.

geri dönmekten ziyade, kimliğimle ilgili hiç bir ipucu vermeden yeni bir blog yapmak istiyorum. üzerinden biraz zaman geçmesi lazım.

az önce sevgilime "bak blogum olmayınca sevdiğim bloggerları okumak için daha çok vaktim oluyor" dedim, o da "kim o endişeli peri mi?" dedi. senden sadece bir kez bahsetmiştim. bilmesine şaşırdım. "çok güzel müzikler koyuyor oradan hatırlıyorum, bir de sen de hep endişelisin, adını ilk duyduğumda buradan özdeşim kurduğunu düşünmüştüm" dedi.


teşekkürler ve sevgiler sana, sanal dünyanın yalan olmayan candan insanı.

not: uzun bir mektup yazmayı çok isterdim, fakat ada'nın ateşi var. ayrılıyorum.

Adsız dedi ki...

Yahu,
Artık bu Conrad güzellemeleri biz okuyanları bile yordu da sizleri yormadı mı ?

Conrad aşağı Conrad yukarı....

Biraz da Sabahattin Ali'ye, Refik Halit'e, Aziz Nesin'e, Oğuz Atay'a, Tezer Özlü'ye, Sevim Burak'a, Sevgi Soysal'a, Hamdi Koç'a, Mehmet Eroğlu'na, Salah Birsel'e, Ahmet Rasim'e, Ahmet Hamdi Tanpınar'a ......gelsin sıra...

Nedir bu hayranlık...
Nedir bu başka toprakların, ecnebilerin evrensel isimlerine haddinden fazla anlam yüklemek....

Nedir bu çeviri eserlerin bıktırırcasına marketingi...

Siz bilmez misiniz, çeviri kadın gibidir güzeli sadık, sadık olanı da güzel olmaz diye bir söz vardır...

Türkçe gibi bir dilin ustası Refik Halit dururken, ki Cemil Meriç yudum yudum içtim Karay'ın Türkçesini demiştir...

Oğuz Atay gibi bir çağlar üstü Türkçe kalem dururken, hele hele Sabahattin Ali gibi bir usta, psikanalizin şahikasına çıkmışken(bknz Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf..) Conrad güzellemeleri yetti gari...

Baki selamlar...
Yetsin bu Conrad'lı kelamlar...

Umar Törem...

neo dedi ki...

aze ve peri,

game of thrones 2. sezon nisan'da başlıyor diyor resmi web sitesinde. tam gününü vermemişler. yeni karakterler geliyormuş, daha epey vakit var, kitabını mı okusak?

endiseliperi dedi ki...

meral'ciğim,
biliyorum neler hissettiğini. aklındakini yazamamak genel sorunumuz, biliyorsun. meral, acaba twitter hesabı mı alsan? orada arkadaşlar sanki daha özgür. benim yapamadığım bir hadise, o kadar kısa konuşamıyorum ben:)

eğer yeni blog hesabı açtırıp bana adresi iletirsen bir şekilde, çok sevinirim. meral'ciğim, çikolatadaki yazılarını yeni siteye aktarabiliyorsun. o yazıların kaybolmaması için mutlaka bir yöntem bul, olur mu?

sevgiline de çok selamlar. ben çok da anlamıyorum müzikten ama anlayan arkadaşların sitelerinde dinleyince hoşuma gidenleri ekliyorum ben de siteme. çok sevindim müzikleri de sevmenize.

meral'ciğim benim, sanal dünya belki yalan değil ama kuralları ve ilişki biçimleri farklı işliyor sanırım. gerçek hayatta da burda da güven duymak bir mesele aslına bakarsan. bence son yıllarda sorun sevgi değil de güven duymakmış geliyor bana.

ben de burada çok vakit harcamamaya dikkat ediyorum bu aralar. ama, gazete, film, dizi, haber için başka bir makina da yok evde, hepsini burdan hallettiğim için yine de çok vakit harcamış oluyorum.

hmmm... ben sitenin ismini seviyordum da ondan üzüldüm biraz. ama yenilenmekte de fayda var. çok daha rahat ve kendini iyi hissettiğin bir şekilde yazarsan bu da her şeye değer.

öpüyorum çok seni. dert etme o kadar, tamam mı? eşine de çok selamlar.

endiseliperi dedi ki...

a-ha!
işte bundan korktuğumdan yazmıyordum, umur:) yok, ben sıkılmadım. sıkılmam. umur eski yazılarımda vardı aslında türk yazarları, dikkat etmemişsiniz. hem her ay genç türk yazarlarını okuyup, tanıtıyordum. ama bu yıl, okumadığım, okumam şart olan yazarlara yöneldim. flaubert'in kitaplarını mesela... sonra melville... henry james. conrad'ın okumadığım kitaplarını da okudum bu arada ve onu çok sevdiğimden coşkuyla yazdım. bu yılın kitap programına uygun hareket ediyorum. yeni programda genç türk yazarları, dostoyevski'nin okumadığım kitapları yer alır diye düşünüyorum, ama bakalım.

sözünü ettiğiniz yazarların kitaplarının çoğunu okudum. buradaki herkes de biliyor az buçuk onları. conrad pek de bilinmediği için iyi bir servis olmuştur bu diye düşünüyorum.

siz nasılsınız, umur? ne okuyorsunuz bu aralar?

selamlar, sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

teşekkürler neocum. ama nisan ne kadar geç. oyuncuları tanıyamayacağız, korkarım;) kitabını mı? hmmm... ben okumayayım. ama senin bu kitapları okumak istemeni seviyorum ve çok tatlı buluyorum.

neo, arçil'i kandırmaya çalışıyorum, hugo filmine gidelim diye. olmaz, o çocuk filmi, diyor. ama bana kalırsa öyle de olsa nefis bir film. izledin mi acaba?

öpücükler.

Adsız dedi ki...

Değerli Peri;

Ben bu aralar, hayatın içindeki gri alanların üçüncü dünya savaşı olarak tüm cihanla birlikte ülkemizin de kapısını çalabilme ihtimalini, korka korka, ahlana vahlana okumaya çalışıyorum....

Gözünün bebeğine baktığımız Arçillerin, Umurların.... payına bir dünya savaşı patlarsa, ne düşeceğinin hakiki korkularını okuyorum galiba en çok...

Malum, biz bile yeterince yaşadık sayılır ama ya çocuklarımız...?

Bir de ne olursa olsun Taraf alıp okuyorum her gün çölde bir vahaya rastlamış gibi...

Bir de, bela okuyorum, gördüklerini yaşadıklarını yorumlamak yerine moron gibi dizi seyrederek uyuşmuş beyinlere...

Yeterince açıklayıcı oldu mu?

Hasılı kelam, baki selam...

Umar Törem...

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Conrad’ı sevmediğim malum. Bunun politik, sosyal ve etik anlamlara bürünebilen birkaç sebebi var. Ama yazı üslubu ile ilgili öyle çok da eleştirebileceğim yönü yok. Fakat konu bu da değil aslında. Çok değerli Türk yazarların görmezden gelindiği gerçeği iddia edilmiş bir yorumda. Ben üslubun bu haline katılmadığımı belirtmek istiyorum. Okur sayısının her geçen gün azaldığı, post diye başlayan bir garabetin hemen tüm disiplinlerin içine girerek onları tikelleştirip yozlaştırdığı, bu biçimi ile de post-modernizm denen bir akımın yarattığı ucube kolajcılığın, popüler olanın hakimiyetinin edebiyatta ciddi ciddi tartışıldığı bir dönemde tepkilerimizi tüm bu kafa karışıklığından uzak ve sade bir biçimde gerçek anlamda edebiyat ile ilgilendiğini çok iyi bildiğimiz insanların yazar-eser yorumlarının dili, dini, kültürü üzerinden yapmak ve bu hali ile kendi kültürümüze katkı sağladığımızı düşünmek ne kadar doğru acaba?
Ülkemizin değerli edebiyatçılarına ve onların mirasına sahip çıkmayı elbette önemsiyorum. Açıkçası bunun için açık mücadele yürüttüğüme de inanıyorum. Ama edebiyatı birbirinden bağımsız adacıklar içine hapsolmuş lokal ürünler olarak görmek ne denli doğru olabilir ki… Çeviri diyerek küçümsediğimiz eserler nice edebiyatçıyı etkilememiş midir? Sizce Sabahattin Ali, Dostoyevski okumamış mıdır? Nazım Mayakovski’yi, Atay Conrad’ı… Aynı şekilde dünyanın başka başka yerlerinde bir başka yazar, şair hatta müzisyen İnce Mehmet’i okuyup etkilenmiş olamaz mı? Edebiyat insanlığın ortak yaratımıdır, birini diğerlerinden soyutlayamazsınız… Bakın Orhan Pamuk’a o bozuk Türkçesi ve korkunç intihal’i ile Nobel bile aldı. Elbette ortak hazineden kastım böylesi ucube bir intihalcilik değil o işin acı yanı.
Tepkinizi anlıyorum fakat üslubunuzu kabullenmiyorum. Üslubunuzun yerini de öyle. Siz de takdir edersiniz ki artık öz biçim olmadan para etmiyor. Bu üslupla doğru olan tepkileriniz de ister istemez kendinden eksiltiyor…
Saygılarımla…

Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
neo dedi ki...

uzuun bir yorum yazmıştım, yüklemedi, kayboldu :( periciğim, bence arçil'i ikna et, gidin hugo'ya, ben de merak ediyorum, güzele benziyor. birkaç yerde iyi şeyler okudum hakkında. "scorcese ve çocuk filmi ne alaka" diye söylenenler de var tabiy ama takılmamak lazım.

bi de, yetmez conradlı kelamlar, ben seviyorum o yazıları, sayende tanıdığım bir yazar, senden güzel de kimse anlatamaz. senin kadar hakkını vererek değerlendiremem ama karanlığın yüreğini beğenmiştim, nehirdeki yolculuktan kareler hafızama nakşoldu, ağaçların altında uzanmış yerlilerin terk edilmişliği...

"conrad candır" diye sulu bi mesajla bitireyim :)

endiseliperi dedi ki...

neocum,
gözlerim doldu yorumunu okurken. neden bilmiyorum. sanırım şu hoyrat makas çevremde şık şık dolaşıyor, dokunsan gözlerim doluyor. oysa hava ne güzel. camları da sildim. café de pass açık, güzel şarkılar da çalıyor. tavuk bagetleri tepsiye dizdim, bekliyor. patates de soyup koyacağım aralarına. üstüne krema ve baharatlardan bir terbiye yapıp bekleteceğim. saat 5'te fırına süreceğim. okuduğum kitapta, sibirya'daki mahkum, aylarca zor koşullarda çalışıp, güç bela kazandığı para çalınmamış ya da el konmamışsa, kendine eğlence düzenliyor; tek başına hızla içip, sarhoş olup, ne kadar eğlendiğini göstermek için dandik bir kemancı müzisyen arkasında çalarken, o, bütün barakaların önünden sallana düşe dolaşıp hava atıyor mahkum arkadaşlarına.:)

süper yani, daha ne olsun. gel gör ki arkadaşlarım, üzüldüğümü düşünüp, destek olmak için dillerinden geldiğince... dur, göz yaşlarımı sileyim. böyle incelikli şeyler insana tüm derdini unutturur.

hugo'ya gidelim evet. uğur vardan yazmıştı radikal'de epey uzun... arçil epey yoğun ya, bir aralık buluruz sinema için.

ben şu terbiyeyi yapayım artık tavuğa. öpüyorum seni çok. sarılıyorum da. sağol.

sevgiler.

Adsız dedi ki...

Değerli Peri,
Önce şunu söyleyeyim; Biz sizinle çok eskilerde bir öğrenci kantininde gitar çalarken veya ülkenin, dünyanın tekrar tekrar kurtarıldığı bir öğrenci evinde çay içerken karşılaşma şansını yakalasaydık,önce uzaktan uzağa birbirimize mim koyar sonrasında mutlaka ama mutlaka bir vesileyle diyaloga girerdik...Vee, mutlaka geriye bir şeyler kalırdı hayata bakışımızla ilgili...

Ayrıca, bu blogda genellikle sizden ve bizlerden daha genç olan isimlere güngörmüşlüğünüz ve samimiyetle yeni pencereler açarken deneyimlerinizi fark ettirmeden , en önemlisi de öğüt vermeden, hatta öğüt vermek aklınızdan bile geçmeden paylaşmış oluyorsunuz...

Hasılı kelam, ben buralarda bazen dangur dangur bir üslupla ve bilinçli biçimde züccaciye dükkanına giren fil gibi mevzulara dalıyorsam bunu taktik olarak yaptığımı anlayacağınızdan emin olarak yapıyorum ve haggatten(!) beni hiç şaşırtmıyorsunuz...

Bir de bu blogların , sanal platformların şöyle bir farkı var hayattan...Mesela, Ben Vuslat Kardeşim gibi biriyle hayatın reel dehlizlerinde herhalde asla ve kat’a yakın temasa girmem...Çünkü; beni çok yorar. Çünkü uzun ve başı sonu maalesef hiç ama hiç belli olmayan cümlelerden oluşan , meramını pek de anlatamayan paragrafsız üslup, bana haddinden fazla galaktik , ergenik , kakafonik, ve naif gelir....

Yani , biri bana ‘tikel mikel, antin kuntin’ demeye başladığında günlük haleti ruhiyeme göre üç alternatifli yol haritam devreye girer direkman !!!!!
a-Af buyur gardeşim ne didin seennn...?
b-Hö, kimlerdensin bakayım....?
c-De get lennn....!!!

Bu arada Aze bizim Aze mi , dağların kızı Aze şehre mi indi bilmiyorum...Ona da iki satır merhabam olsun .Bir arkadaşı bir şeyler söylemiş de , miş miş de mişmiş...Aze, o arkadaşıyla hukukunu gözden geçirmekle başlayabilir işe...Kabul. Dedikodu bizim primitif insan yanımızdır ve hepimizi kuşattığı anlar olur. Bunda yadırganacak bir şey yok...Fal, büyü, gaipten haberler, kıl tüy gibi sanallık ve gerçeklikler de zaten ömrümüz boyunca bu yanımızı gıdıklar...İnsan denen canlı türünün içinde Prospero ve Caliban vardır. Sabahattin Ali de, -ki çapkınlığı tamam da ben dedikodunun ötesinde net biçimde pedofiliyle ilişkisini hiç okuyup duymadım- velev ki böyle bir gaflete düşmüşse yazdıkları ve yapıp ettikleri ayrı paragraflardadır...

Cinsellik özü itibariyle eşitler ve reşitler arasında olmak zorundadır. Elbette eşitler arasında olmayan ve reşit olmayana göz koyan dominant ve kötü niyetli cinsel hamle kimden gelirse gelsin benim için kabul edilecek bir şey değildir...
Değerli Aze; Özdemir Asaf’ın Dün Yağmur Yağacak isimli kitabındaki iki üç sayfalık ‘falcı ‘ hikayesini ne yap et oku...Falcıların, arkadaşların, dostların şunların bunların miş mişli havadislerine bu kadar can kulağıyla ve öncelikle eğilmemeye, önce kendi zihin melekelerini, hayat tecrübelerini başa koymaya, daha da önemlisi böyle mevzuları çocuksu bir merakla deklare etmemeye başladığında kırkların olgunluğunun kapısına hoş gelmiş olacaksın....

Değerli Peri, burası bir platform, bir forum mertebesinde artık , sizin çabalarınızla emek emek kurulmuş olan...Laf aramızda siz de bu platformun moderatörlüğüne yakışıyorsunuz...Biz de sizin açtığınız alanda, kırıp dökmeden, iyi niyetleri istismar etmeden , kendi adıma söyleyeyim ‘hakiki bir sorumluluk duygusuyla’ yükün bir ucundan tutmaya çalışıyoruz...

Ayrıca Ankara’ya yolunuz düşerse Mülkiyelilerde kahve, sigara , çay sözüm daimi ve bakidir....

Hassaten sevgi , selam ve hürmetlerimle...

Umar Törem...

endiseliperi dedi ki...

birbiriniz hakkında konuşuyorsunuz diye yayınlıyorum ve hiç karışmıyorum. biraz da üzülüyorum bu konuşmalardan.

Adsız dedi ki...

Değerli Peri,

Uzzun yazının ana fikrini birbiriniz hakkında konuşmak olarak algılamanızı istemezdim. Demek ki meramımı yeterince anlatamamışım...Ne yapalım öyle olsun...Selamlar...Umar....

endiseliperi dedi ki...

yok yok, anladım umur. gerçekten anladım. üzüldüğüm şey, yargılayıcı olmaktan ve bunca aklı başında insanlarken kırıcı olmadan konuşmayı becerememekten.

arkadaşımız olan insan direkman doğru insan kategorisine girmiyor. ya da bizim kavramlarımızla konuştuğu için süper biri olmuyor. bizden farklı olan bir insan, olumsuz biri değil de sadece farklıdır.

yazmama nedenim aslında pek konuşma havamda olmamam ve hissettiğim şeyi toparlamakta zorlanacağım bir dikkat dağınıklığı içinde olmam.

şimdi kapı çaldı. bir komşu aşure getirdi. rastgeldi, size anlatayım: bu eve taşınırken bu komşu 9. kata eşya taşımak için asansörü kullandığımız için bizimle bağıra çağıra bir kavgaya tutuşmuştu. düşünün, bağırmaktan yüzü kıpkırmızı olmuştu. eh, asansör filan bozulmadı ve eve yerleştik ve zaman geçti ve o tartışmadaki tavrı epey anlamsız ve fakat taş gibi de ortada kaldı. ben karşılaştıkça sokakta gülümseyerek selam verdim. kızını övdüm. biraz utandı sanırım ama utandırmak için yapmadım. geçen gün eve doğru yürürken, bir davete gidiyor olmalılar ki aşırı süslenmişti, oo çok güzel olmuşsunuz, dedim. iki yıl içinde işte şimdi aşure yapıp, getirip, kahveye mutlaka bana gelin, diyecek bir düzeye geldi. şimdi ilişki kurduğun insanı, tümden, paket olarak kabullenmen gerekmiyor. ben daha mı doğru, iyi bir insanım? benim sözcüklerim daha zengin diye daha mı üstünüm? yok öyle bir şey. bi de arkadaşım dediğin insan bakıyorsun sana kıymakta, üzmekte beis görmüyor da düşmanım dediğin insanın gözü doluyor... çok karışık işler bunlar. uzattım ve oldukça da karışık anlattım. bir insanı sevmek için bakarsanız çok şey görürsünüz sevecek. nefret etmek için bakarsanız, onu da görürsünüz.

hem burdaki konuşmalar kendimiz hakkında laf sadece, bunların hepsi laf. o kadar kıymeti var. bir tutum, eylem, bir karar anında gözlemlemiyorsanız bir insanı, artık anladığım o ki, çok da geçerliliği yok. ama laf düzeyinde bir ilişki kuracaksak da, yargılarımızı daha dikkatli oluşturmalıyız. üzgünlüğümün nedeni bu. ve konuşamamanın. şu an bile derdimi tam anlatabildiğimi sanmıyorum. dostoyevski'nin yeraltının adamı hani sokakta öylesine rastgeldiği ve ufak bir olay yaşadığı bir yüzbaşını dert edinir ya, o geldi aklıma. herhangi bir ilişki içinde olmayacağımız biri için zihni o kadar meşgul etmek ve düşmanlık beslemek saçma hem.

neyse. kabaca ve karmakarışık, şu an aklımdan geçenler bunlar. müsekkin almış gibi durgun ve dağınık zihnim bu aralar. diyeceğim o ki, kavga etmeyin!:)

sevgiler.

Adsız dedi ki...

Bir kaç kelam edeceğim Sevgili endişeliperi izninle, başka da bir şey demeyeceğim valla ;
Ben anladım ki bay Umar Törem, size sizin alanınızla ilgili ( öyle gibi sandım-yanılmıyorsam) soru da sorsak , yarı-şaka yarı ciddi sevimlilikte yapsak durum değişmiyor; sen yine hep birilerinin ya kişiliğine ya düşünce sistemine illa bir şey söylüyorsun, konuyu tartışmak yerine. Vuslat gibi "biriyle" "tanıdık" olmayacaksanız, bunu belirtmenize gerek yok, olmayın oluverir. O topa girmiş, siz adama, özetle...Ben Vuslat'ı çok az bence ama çok seviyorum, bence insan kendini belli ediyor bir şekilde, önemli olan niyet sanki...
Evet, Kızılırmak grubunun Aze'si...
Kırkların olgunluğu diyorsunuz ama ben de önyargınızı anlayamıyorum hep...
Konuyu bana söyleyen, yirmi yıllık candostum ve yedi cihan bir araya gelse dostluğumu sorgulamam. Hem ne alakası var! Hani kendimden şüphe ederim O'ndan etmem...Hani dilerim ki bazen; Allah ölümlerinizi yakın yazsın...
Kırkına merdiven dayamış biri olarak dilerim Tanrı'dan ki, bu çocuksu merakım kaybolmaz...

endiseliperi dedi ki...

biliyorum ben olacağı; gereksiz bir üzüntü, sıkıntı. lütfen, üzülme ve şey yapma... devam etmesin sıkıntı, azecim.

öpüyorum seni.

endiseliperi dedi ki...

az önce arçil'i gönderdim. güneş inanılmaz güzel doğuyor. bulutlar, renkler nefis.

* umur, son yorumunuzu yayınlamadım. ben sizi anlıyorum. sizin beni anlamak istememenize içerliyorum.

* demet'ciğim az önce mektubunu okudum. keşke buraya yazsaymışsın. karikatüre de güldüm evet:)

şunu dinliyorum. günaydın herkese.

http://www.youtube.com/watch?v=ZuvtNL_jyeQ

dgül dedi ki...

Günaydın canımmm... :)
Müziğini dinledik; iş yerimde, oda arkadaşlarımla birlikte.. Hiç birinden ses gelmiyor (yok yok ölmediler sanırsam) ama, ben beğendim vallahi, farklı bir renk, heyecanlı ve azıcık da kıpırtılı bence ve iyi geldi bana sabah yoğunluğunda.. ;)
Güzel olsun günün, çok güzel olsun hatta...
Öpüyorum çok... ;))

endiseliperi dedi ki...

demet:) çok güldüm, demek sevmediler müziği. başka bir şarkı dinleseymişim keşke, ama o rastgeldi. siesta'nın en sevdiğim bölümü de değil ama... neyse, gelecek sefere beğenecekleri bir şarkı koyarım, söz:)

sana da güzel bir hafta diliyorum, demet'ciğim. öpüyorum çok. arkadaşlarına selamlar.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Sevgili peri merhaba;
Oldukça sıkıntılı bir dönemden geçiyorum. O yüzden dikkatim oldukça dağınık bu aralar eskisi gibi sık da girip okuyamıyorum blogları. Yaratmış olduğum sıkıntılı durumu şimdi fark ettim. Bunun için özür dilerim.
Ama sıradan ve kişisellikten uzak bir eleştiriye eleştirinin üslubu ve içeriğinden oldukça bağımsız ve tam anlamı ile kişisel bir cevap verildiğinden mecburen bir cevap verme durumunda kalacağım ve kaldığım için de özür dilemek durumundayım sanırım ve diliyorum.
Sayın Törem; Sizin ifadelerinizle konuya, konulara “….dangur dangur bir üslupla…. züccaciye dükkanına giren fil gibi….” Girdiğiniz durumlara bir çok kez tanık oldum. Ve bir çoğunda da konu beni çok ilgilendirmediğinden izlemek ile yetindim. Fakat bu son “fil seyahatinizde” ki niyeti belki de peri kadar iyi anlayamadığımdan olacak kendimce dikkat kesildiğim noktalarda çekincelerimi belirttim. Bizler yani “vahalarda taraf olmayan” diğer insanlar bu durumu iletişim olarak adlandırıyoruz. Sanal alem dediğimiz ortamda da hasılı kelam bu amaca koşuluyor sonuçta. Oysa sizin tepkiniz iletişim kaygısından çok o zor bela kotarılmış egonuzla kendinizi dayatmaktan öteye gitmedi ne yazık ki!
Sayın Törem; açıktır ki kendinizi ispat kaygınız, ezikliğiniz tam da o bol gitarlı ülke kotarılan masalarda kaybolmuş gerçekliğinizin maskesi. Gücünüz ve yeteneğiniz, belki de cesaretiniz ve inancınız o masanın bir önüne geçememiş ve siz aslında o masadan kalkıp da yürüyebilen diğerlerinin ardından öyle büyük bir nefretle bakıyorsunuz ki, yaşa ve olgunluğa yaptığınız göndermeler özünde gençlikte düşülemeyen, bedel ödenemeyen iddiaların çocukluğunu ifade etmek, onları yargılamak gayesinden daha öte bir anlam dahi taşımıyor. Siz kendi geri çekilişinizi ve yetmezliğinizi affedemiyorsunuz ve bu haliniz ile zor bela şişirdiğiniz egonuzla dev aynasında kendinizi okutmaya kalkıyorsunuz ki ardınızda bıraktığınız artıklar görülemesin. Kendinizi demokrat ve daha da önemlisi entelektüel olarak pazarlama kaygınız o raddede ki bu kaygı kişiliğinize üleşmiş konumda. Sizin argümanlarınıza karşı verilecek bir cevap bu hali ile doğrudan kişiliğinize yapılmış sayılıyor. Siz de hali ile muhatabın kişiliğine saldırıyorsunuz. Ne acı bir yaşam sizinki öyle!
Size dostça bir tavsiye sayın Törem, geçmişiniz ile hesaplaşmaktan korkmayın. Vicdanınız temiz olsun. Bu gün bile o hesaplaşmaktan kaçmak adına karaladığınız, mahkum ettiğiniz insanlar kadar büyüyor egonuz ve sonunda başka hiç kimseye yer kalmayacak kadar büyüdüğünde önünüzde okunmuş onca kelam, çiğnenmiş onca yemin ve yürünmemiş yollardan gayrı derin bir yalnızlık serilecek besbelli…
Son kez ve iyi niyetimle, saygıyla…

Sevgili Aze; Sabahattin Ali olayını ben de ilk defa senden duydum. Eğer doğruysa fena. Kişilerin yaratımları kadar pratiklerinden de oldukça etkilenen biriyimdir. Umarım öylesi bir pratikle karşılaşmam. Aksi durumda cidden hayal kırıklığına uğrarım. Eğer mümkün olursa müsait olduğun bir ara bana mektup olarak durumu açarsan memnun kalırım.
Sevgi ve Dostlukla…

Sevgili peri; güneşin doğuşunu tadabilmenize sevindim. Güne başlamanın en sevimli hali olsa gerek. Hele bir de bir kupa sıcacık kahve ile birlikte
Sevgilerimle…

endiseliperi dedi ki...

vuslat,
herkese önerim güneş doğarken göğe bakmaları. durduk yere sevinçli, heyecanlı oluyor insan. sabah kahve almamaya gayret ediyorum. çünkü yanında sigara yakıyorum ve sabahın köründe sigara içmek hiç iyi gelmiyor. temiz temiz bitki çayı alıyorum.

sevgiler.

redrabbit dedi ki...

Talih bitti,Zafer'e henüz başladım.Masada "yürümeye övgü","beş şehir" Çehov'un "kırlarda bir gün" ...Hangisini elime alsam,öbürünün hatrı kalıyor.Kafam,gönlüm karmakarışık ama açıyorum düğüm düğüm,yavaş yavaş,azimle.Her düğüm açıldığında,öbürü de biraz gevşiyor sanki ve daha rahat nefes alıyorum.Ama mutsuzum diyemem.Hoş mutluyum da demem hiç.İnanmam mutlu ya da mutsuz olma durumlarına..Evet insanın konuştukça konuşası,sustukça susası,yedikçe yiyesi,yazdıkça da yazası geliyor.Gayret etmeliyiz Peri.Diyeceğim bu.Durum tanımını yapıp arkasına saklanmakla olmuyor,gayret gerekiyor.Mesela lahana dolmasına ba-yı-lı-rım.Ama tekil hayatımda hiç yapmadım.Lahana ,tek başına yenmez ki.Peh! kim demiş.Oturup lahana sarmalıyım.Gayret etmeliyim.Varsın 1 hafta yiyeyim.Lahana sarmalıyım Peri.Hemen.Sen ceviz koyar msıın içine?

endiseliperi dedi ki...

yok, biz ceviz koymayız, redrabbit'ciğim:) içli köfteye de cevizdi, fıstıktı öyle şeyler koymayız. lahana içi, bildiğin dolma içi gibi hazırlanıyor. yani, soğanı rendele, avucuna alıp suyunu sık, at. ben soğan kokusunu sevmem çünkü. soğanın kendisini d egörmeyi pek istemem yemekte. hele gizli saklı yerlerde, börek, dolma içinde irice kıyılmış soğan parçası göreyim, yiyemiyorum. huy. babam da yemez. baharatlar, yağ, pirinç ve bolca kıyma. bir de nar ekşisi olmazsa olmaz. tuzlu suda haşladığın lahana yapraklarını sarıp, sıkıca yerleştir tencereye, yüzyüze gelinceye kadar ılık su. pişince, dövülmüş sarımsak, pul biber ve son olarak yağda kızdırop sarmanın üstünd egezdir. dinlensin. çok güzel oldu. arçil de bayıldı. yakın bir zamanda ben yaparım.

az önce yemek sitelerinde dolaşıyordum yarına ne pişireyim diye. lazanya yapmaya karar vermiştim. ama arçil akşam bir cafe'de maç izleyecekmiş, yemeği de orada yiyecekmiş. ben de dışarı çıkacağım. ya yer gelirim. ya da dondurucuda köfte var, patlıcanlı köfte yaparım domates soslu. yemek sitelerinde dolaşmak beni feci şekilde acıktırıyor. dondurucudan poaça çıkarıp, ballı sütle yiyoruz şimdi:)

demek zafer'i okuyorsun! nasıl bulacaksın acaba, merak ediyorum. ben pek okuyamıyorum. az önce okuduğum dostoyevski'nin ölü evinden anılar kitabı'nda karakterler unutacağım kadar çoğalmaya başlayınca, tekrar başa dönüp karakterlerin ortaya çıktığı sayfalara isimlerini yazdım. hep yaparım ama unutmuşum bu sefer. çehov ben d eokuyayım, iyi aklıma getirdin. bütün öykülerinin toplandığı o kocaman kitabını almıştım son olarak iş bankası yayınları'ndan. bu kış günü çok iyi gider.

ben de senin gibiyim; mutluyum ya da mutsuzum gibi dramatik cümleler kurmamaya gayret ediyorum. ve evet iyi olmaya gayret ediyorum. bugün az sigara içtim, düzenli yemek yedim. hatta kahvaltı salatasına senin gibi bir kivi doğradım. arçil'in ateşi vardı zaten geldiğinde. o öyle olunca tüm o mutluluk mutsuzluk hallerini düşünmek çok gereksiz oluyor zaten.

dur, falına bakayım senin. yanımda tarot kartları var. geçmiş, şimdi, gelecek için üç kart seçeceğim. ve soru lazım. senin yerine soruyorum. redrabbit aşık olacak mı?
hmmm...
süper çıktı falın!
geçmiş: asaların ikisi/ duygu ve mantık arasında bocalamışsın. bu kart kararsız kalmanın sakıncaları için bir uyarı. iyi bir kart aslında. güçlü hissetmişsin, verici ve adil davranmışsın ama tabiatın nedeniyle affetmemişsin belki sonra.

şimdi:para onlusu/ bu d afena değil. köklü bir aile resmi var. aileden ya da uzun sirmüş bir işle ilgli miras, sigorta parası vs gibi bir gelir söz konusu. manevi zenginlik olarak da yorumlanabilir.
vee gelecek! değnek asası! çok iyi. en sevdiğim kartlardan biri. bu bir başlangıç kartı. hem süper şeyler olacak, hem de kendini olacaklar için güçlü hissedeceksin. bir yolculuk, macera vs olabilir ve burdan bir ailenin kuruluşu görünüyor yine. hadi bakalım! yakın geleceğin şahane. hazır olmalısın buna. yarın sabah yüzünü yıkarken aynaya böyle bak. iyi şeylere hazırlanan birine bakar gibi:)

öpüyorum seni. falın çıkarsa haber veririsin;)

Adsız dedi ki...

Değerli Peri;

Düşünce platformundan kemik sesleri geliyor :) Hakkıyla iyi kalpli ve göğe bakma durağı üstadı moderatör hakemimiz de kartlarını evde unutmuş galiba...Acı patlıcanı kırağı çalmaz tamam ama yine de biraz fazla tolerans olmuş...

Aman bu arada hemen dipnot düşeyim; daha çok eskiden denirdi böyle kemik sesleri diye, futbol maçlarında birbirine sert giren topçular(!) için...

Ben Vuslat*ın ezik , olmamış, kekre, ham , tutarsız şahsiyetimle ilgili bilgi ve fikir dolu psikanalitik yazısını okuduktan sonra bir kutu trankilizan mı içeyim, kendimi(!) intihar mı edeyim, bileklerime jilatla(!) desenler mi çizeyim bilemedim....

Ahmet Haşim, melali anlamayan nesle aşina değiliz demiş yıllar önce...Artık ironiyi de, kendini sorgulamayı da anlamayan, bildiğini iyi bilmeyen, bilmediğini de allah selamet versin hiç bilmeyen, önce nefreti hayatlarına katık etmiş nesillere sahibiz. Bu kadar genç insanlarda bu kadar katı yargı ve önyargıların oluşması nasıl bir şey yahu...

Tabi tabi , söyleyene değil söyletene, Umar Törem"e bakmalıyız elbette !!! Umar, herkese mavi boncuk dağıtsaydı bunlar olur muydu ? O kalktı, ezik kişiliğiyle şu güzide ortamı egolarını tatmin için kullandı....Eşşek Umar...

Bu durum aslında genç kuşakların kusuru değil ...Son otuz yıldır, ironiden, empatiden, kendisiyle hesaplaşmadan, zekice yapılmış şakalardan ve bilcümle estetikten uzak öyle nesiller yetiştirildi ki sonuca şaşmamak gerekir...

Bu kadar genç insanda bu kadar öfke ve bu kadar hoşgörüsüzlük nasıl peyda oldu sanılıyor ki...Bunlar hep adım adım oturdu bu toplumun dnasına, bilinç altı kodlarına...

Hadi ben çürük çarık, fil misali dangur dungur ve ezik bir adamcığım ve bu platformda misafirim . Bir daha da gelmeyiveririm Davos"a pardon bloga olur biter...Ama sen bir de ev sahibisin Peri...Bu kadar misafiri kah kahveyle, çayla, kah yemek tarifleriyle , kah hakkıyla emek verilmiş ama çoğu hiç anlaşılmayacak ve daha kötüsü bunun için çaba da harcanamayacak yazılarınla ağırlamaya devam etmek zorundasın...

Şimdi , günün birinde neden ben oynamıyorum deyip gittiğini daha iyi anlıyorum Peri...Kellim kellim la yenfa...(söyle söyle manası yok/arap atasözü)

Ben mesela, anne babası dahil , yakın akrabalarından rahatlıkla iki futbol takımı öğretmen çıkarabilecek bir ailenin çocuğuydum ve bunların üstüne ilkokul öğretmenimin bendeki yeri hep ayrı oldu...

İnsanın ilkokul öğretmeni hayattaki en büyük şansı ve şanssızlığıdır ailesiyle beraber...Kesin bu. Tecrübeyle sabit...

Dilerim, binbir iniş çıkıştan , gelgitten sonra öğretmenliği sığınılacak bir liman gibi görenlerin ( ne hüzünlü ne hüzünlü..) öğrencileri de yıllar sonra bu duyguları paylaşabilecek kadar mutlu bir öğrencilik geçirirler...Dilerim. Çok dilerim. Gerçekten dilerim...

Bu yazışmalardan, bu blogdan bende kalanlar bende kalsın...Aze de bana ne kadar kızarsa hatta nefret ederse etsin şu falcı yazısını okuyuversin...Bir de, de da lara dikkat etsin. Sinirlenince daha çok ve bariz hatalar yapıyor da....

Bir de son olarak herkes kalemlerini çıkarsın şunu not alsın. Diliniz Türkçeyse onun kurallarını kafanıza göre değiştirmeyeceksiniz. Bilmiyorsanız öğrenmeye çabalayacaksınız. Bilenleri işgüzar falan diye damgalamak yerine , fiyakalı cümleler kurduğunu sanırken basit hatalar yapmayıp doğrusunu mutlaka öğreneceksiniz.

Nasıl, çok güzel bir giysiyi giyip düğmelerini yanlış iliklediğinizde herkes size gülerse , fiyakalı cümleler kurduğunuzda, ki leri , de da ları ayıracaksınız yerli yerince...

Hekes birbirini yeternce tanıdı değil mi ...O zaman şunu gönül rahatlığıyla , kompliman olarak yaftalanma telikesi olmadan ve çok inanarak söyleyebilirim blog sakinleri;

Peri ablanıza iyi bakın. Herkes onun kadar kendinden vermeye hazır değil artık. Herkes onun kadar renkli, katmanlı, yaşanmışlık zengini, halden fazla fazla anlayan değil. Empati gurusu değil...

Herkese baki selamlar...İyi niyetle...Kalben...

Umar Törem....

endiseliperi dedi ki...

eğer başım bu kadar ağrımasa yeni bir yazı girip burayla vedalaşmayı çok istiyorum. lütfen devam etmeyin artık. bana kalırsa ikiniz de saçmaladınız. çok çocukça bu yaptığınız. kimse de vedalaşmasın ayrıca.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Sevgili peri geçmiş olsun. Bana kalırsa mevcut konu ile ilgili olarak herkes söyleyeceğini büyük bir bonkörlükle söyledi zaten. Bundan sonrası yalnızca zihin yorar. Sustum...
Sevgiyle...

(Bunu yayınlamanız için yazmadım. Size yönelik bir bilgilendirme, içiniz rahat olsun, uzatmayacağım.)

endiseliperi dedi ki...

sağolun, vuslat. geçti zaten ağrı filan da. insan bazen dalgaya düşüp kendini bir tartışmanın içinde sürüklenir buluyor ve normalde demeyeceği, demek istemeyeceği şeyleri derken buluyor kendini. ben ikinizin de kendinizi, bu gereksiz, niyeti aşan konuşma nedeniyle tatsız hissettiğinizi biliyorum. önemli değil. o da gelip geçsin. geçsin diye de yukarıya bin dereden su getirip yeni bir yazı yazmayı becerdim zaten;)

sevgiler.

ökçe dedi ki...

'züccaciyeye giren fil' gibi degil de, daha ziyade, hizaya sokmaya calisan 'devlet' gibi hatta, 'gaz bombasi atan polis' gibi gözyasartip, öksürten biri girmis hissi olustu bende de!
***

Conrad'li yazilarin basladigindan itibaren, ilk bulabildigim kitabi, 'Üç Deniz Öyküsü' olmustu ve hemen almistim. Ardindan, en buyuk D&R'larin birinde, fellik fellik Conrad kitaplari arattim görevli genc adama. Bilgisayar iki adet var diyordu ama bir türlü bulamiyordu. Bense, onca yorulmasina ragmen, cok önemli bulmam gerek deyip durarak, üzgün suratimla vicdan azabi cektiriyordum;) Derken, birlikte taradigimiz raflardan birinde Talih'i bulduk. Ben altin bulmus gibi sevinince, cocuk da sevindi. Icinden gecenleri tahmin edebiliyorum aslinda ama gayet nazikti. Onu da aldim. Aradan yaklasik bir ay filan gectikten sonra, ayni D&R'in koridorundan gecerken, icerinden bir ses, hanfendi, hanfendi! diyerek elinde kartimla geldi. Ben cok sasirip, 'aaa, nasil da farketti kalabalikta'diye dusunurken, Conrad kitaplari aramistik birlikte dedi:))

Büyük bir minnetle tesekkur edip, ayrildim.

Bu da böyle bir animdir:)

Daha okuyamadim tabiî, ama, yukarida verdigini siraya göre ciddi bir zaman ayirip, ölmeden mutlaka okuyacagim ve bittikten sonra, bu siteye dönüp, senin Conrad yazilarini tekrar okuyacagim.

Tesekkur ederim, Peri'cim:)

endiseliperi dedi ki...

:) tam bir conrad macerası olmuş. gerçi görevli çocuk, conrad'tan mı hatırladı seni yoksa güzelliğinden mi ben pek emin değilim, yüksekökçe:)biz saf saf conrad'a pay biçelim şimdi.

biraz endişeleniyorum beğenmezsiniz, diye. nerdeyse buraya böyle yorum yazan her arkadaşın yanında olmak istiyorum kitabı okurlarken. öyle omzunun üstünden satırı gösterip, bak, sence de müthiş bir ifade değil mi bu, sence de çok gerçek bir karakter yaratmamış mı burda, filan diye diye...:)

neyse. umarım beğenirsin. ben de üç deniz öyküsü'nü alıp okumalıyım ya, okumadığım son kitabı ya, korkuyorum, yalnızlığın o kadarına dayanabilir miyim, diye:)

sevgiler.

Ç. dedi ki...

çok ama çok güzel bir girizgah.

çok ama çok güzel bir tahlil.

çok ama çok güzel bir son.

çok ama çok teşekkürler sevgili peri.

iyi ki yazdın.

endiseliperi dedi ki...

:) çok, çok sevindim.
teşekkür ederim, bayan ç. sizin beğenmenizin benim için önemi büyük.
sevgiler çok.

ökçe dedi ki...

'Sükût ikrardan gelir' olmasin diye söyleyeyim, guzellikle alakasi yok Peri'cim vallahi, neticede bir slav irki kadini degiliz:P

Cok fanatik bir edebiyatsever gibi Conrad sancisi cektim karsisinda ve cidden pes etmeden aradik birlikte.

Zaten, kitapyurdu'ndan siparis veriyorum artik ama senin bize verdigin coskuyla, orada o an israrla bulup almak istedim.

Benim yazarim kim biliyor musun( bak guldurecegim seni), Murat Belge.

Dusun iste, edebiyatin -e si olmayan kitaplarina sardim ve cok severek okuyorum. Hic yormayan diliyle bana sempatik bir universite hocam, anfide ders anlatiyormus gibi geliyor.

Endisenlenmene gerek yok, Conrad'la senin kurdugun bagi kuramayacagim kesin ama Peri bu kadar seviyorsa vardir bir hikmeti diyerek sabirla okuyacagim:)

sevgiler

endiseliperi dedi ki...

ooo, slav ırkı kadınları kategori dışı zaten. onlar başka bir alemden. onları çıkarınca güzellik ölçüsü biraz normalleşiyor ve idare ediyoruz;)

yoo, murat belge'yi ben de seviyorum. bir işyerinde çalışıyordum, dergi çıkaracaktık orada. ben ısrarla istiyordum ki murat belge de yazsın. sadece siyaset değil; öyle geniş bir ilgi alanı var ki, gezi, yemek, hatta giysi konusunda... ne konuda yazmak istiyorsa yazsın istiyordum. çok da hoş bulurdum onu:) o zamanlar reha yaşıyordu, murat belge'yi arayıp ne diyeceğim konusunda sıkıntı yaşıyordum. işte, demişti, bana ne diyorsan onun hakkında, onu niçin sevdiğini bana nasıl anlatıyorsan, aynen bu şekilde ona da anlat. böyle coşkuyla sevildiğini bilirse kabul eder zaten, merak etme. neyse, sonra aylarca paramız verilmeyince o işyerinden çıkmıştık. kaldı öyle. bu da böyle bir anım işte:)

onu böyle sevdiğimi bilse conrad bile şaşırırdı sanıyorum. ben sevince, ısıyı epey açıp çok fokurdatıyorum. o taşkın sevgi içindeyken de bir çok hatayı da görmezden geliyorum sanıyorum. endişem sizin akli selim ilginizin, benim görmezden geldiğim hataları görmüş olmanızdan:)

sevgiler çok.

redrabbit dedi ki...

Sana yazdığım yorumu kabul etmedi blogspot dün..Daha önce bana kimse tarot bakmamıştı peri.Geçmişle ilgili söylediklerine takıldım dünden beri.Neyse..Diyecek çok şey ama az yer var.Teşekkür ederim.

Sana sabah neşesi hediyesi vermek istiyorum ben de..Önce unla (kepekli,çavdar,tam buğday ya da yulaf unu) su ve tuz yoğrulur.Klasik hamur tarifi.Ben içine birazcıkta sirke koyuyorum.Hamuru yoğur yoğur,kenara koy. o arada ayva,elma rendele,kes,rondodan geçir,hangisini yapabiliyorsan.Ben bu karışımı yağsız tavada biraz ısıtıyorum ama fırında yine yağsız tepside,yağlı kağıt serebilirsin,10 dakka ısıtmanda güzel olur.Bu karışıma ısınma aşamasında ya da sonrasında tarçın koy,biraz pekmez gezdir üstüne,biraz bal,ceviz,yer fıstığı,badem ekle.O arada hamurdan koaprdığın bezeleri incecik aç.Bu yaptığın içten koy biraz ve yağsız tavada gözleme gibi çevir.Ya da direkt pişir,sonra içi,sarıp,dürüm yapabilirsin.Ben sonradan koyup yanına da biraz tuzsuz lor ekliyorum.Yanına çay,kefir,kahve..ne varsa..herşey güzel gider.Bunu sabah yiyen güzelleşir,günü güzel başlar.Güzel sonlanabilir de..Sana kalmış..Bana kalmış.Ona kalmış..Dene ve yedikten sonra kulaklarımı çınlat.Anlarım ben.

endiseliperi dedi ki...

teşekkür ederim, çok güzel tarif. fırında yapsam nasıl olur acaba? yani, doğrudan poaça gibi hamurun içine saklasam içi ve fırında pişirsem? tavada biraz zor geldi gözüme şimdi. denerim mutlaka. un çeşidim az. onları alayım da.

hmmm... geçmişi bırakalım. ne olmuşsa olmuş. geleceğin gerçekten güzel çıktı, ona odaklanalım.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sabah yıldızı,
ben sanat adamlarının kişisel yaşamı ile ilgili her türlü dedikoduya ilgisiz olduğum gibi, yaratılan eserle, sanatçının hayatı arasında bir bağ kurulmasını, eserin bu bağ ile gölgelenmesini de hiç anlayamam. bu merak ve yargı bizi dostoyevski'den tutun joyce'a bir sürü sanat adamı ile ilişkimizi bitirmeye götürebilir.

sabahattin ali hakkında aze'nin yazdığı yorumun nedenini bu anlamda anlayamadım. bu tür dedikodulardan hem hoşlanmıyorum hem de gereksiz buluyorum. yazarın yaşayan aile üyeleri için de incitici olduğu ortada. ben burada hoş bulmadığım tansiyonlu tartışma trafiğine girmek işstemedim. ancak fikrim bu. siz yorumunuzla sabahattin ali hakkında bu bilginin gerçek olmadığını kanıtlamak istemişsiniz. bunu yayınlamak isterim. talep ettiğiniz gibi, taraflara yorumunuzu mail ile iletemem, çünkü kimseyle öyle bir hukukum yok. yorumunuzu neden yayınlayıp, bu konudaki açıklamadan diğer okuyucuların da yararlanmasını istemediğinizi anlamış değilim. size bunu mail ile yazamıyorum, çünkü mail adresiniz yok bende. durum böyle.

Adsız dedi ki...

Benim mail adresime yazabilirsiniz isterseniz, Sabah Yıldızı.(buyulugerceklik@gmail.com)
Konuyu bilmiyorum, sadece güvendiğim bir arkadaşım söyledi,henüz araştıracağım ama burada Umar Törem 'in bahsettiği gibi (O'na cevap vermek istediğimden bir şey dememiştim) pedofiliden bahsetmiyoruz kesinlikle. Ben konuyu henüz araştıramadım, burada da sadece bilgisine güvenebileceğini düşündüğüm Umar Törem'e sormuştum ama o konuda başka yerlere gitti. Velhasıl, yazınızı seve sev okumak isterim.
Ben direkt senin gibi bakamıyorum endişeliper, evet, doğrudur; sanatçılarını öncelikle ve kesinlikle eserleri ile anmalı.Kendilerini ifade ettikleri kimlikleri ile elbette. Lakin , çok güzel elbiseler tasarlayan bir adamın örneğin karısına şiddet uyguluyor olmasını bilmem bana o elbiseyi aldırmaz örneğin, çok beğensem de gibi gibi...Yargılamam ama kendi tarafımı seçerim. Ben de çok merak etmem aslen ama bunu sadece bir sohbet esnasında kısaca üzerinden geçmiştik ve öylece kalmıştı diyelim....
Sevgiler,...

endiseliperi dedi ki...

sabah yıldızı,
sevdiğiniz bir yazar böylesi bir yargıya maruz kalırken, onu savunurken adınız geçer diye çekince içindeyseniz, bu pek de saygı duyduğum bir tavır olamaz. diyeceklerinizi, sabah yıldızı olarak değil de anonim olarak diyin, o da olur. ya da azıcık emek harcayın, iletmek istiyorsanız ilgili şahısların mail adresine yazın diyeceğinizi. bakın, aze göndermiş adresini.

hassasiyetinize bir yere kadar saygı duyuyorum, sabah yıldızı. anlayışınıza duymuyorum. şu yorumları 300 kişi okumuşsa, sizin derdiniz şu dört kişiyi ikna etmek. beni çıkarın, ilgilenmiyorum bile. ne o yorumla ne sizin aklama çalışmanızla benim yazara karşı tavrım değişmez. söz konusu tarafların tavırlarını doğru bulmuyorum. ortada kocaman bir yazar, ona karşı dandik bir söylenti (birinin can dostu olması o insanı bulunduğu yargıya ikna olmamız için onu niçin güvenilir ve bu konuda yetkili kişi yapsın, aze'ciğim?), o dandik söylentiden incinip onu gereği gibi savunamayan bana kalırsa yazara sevgisi cesaretini şu kadarcık etkilememiş sizin, gizli kapaklı, tuhaf savunma biçiminiz var. bir insan sevdiği biri haksızlığa uğradığında... bilmem ki sesi bu kadar cılız çıkmamalı. ayrıca bu bir sorun ise, aze'nin böyle tansiyonlu bir ortamda sözüm ona umur'u ters köşeye yatırmak için safcana ve durup dururken gündeme getirmesi yersiz.

aze'ciğim, yorumunu sileyim ben. sabah yıldızı ile mailleşin ve mesele ettiğiniz konuyu aranızda halledin. ben sonucunu merak etmiyorum. iddia ve savunma makamlarını yazara layık görmüyorum açıkçası şu haliyle.

neyse.

Adsız dedi ki...

Allah allaaa diyorum...Seni hiç böyle görmemiştim sanırım endişeli peri. Bu durum için öncelikle özür dilerim...Kimseyi tersköşeye yatırmak için sormadım, o an birden aklıma geldi ve sordum...Elbette benim inanma gerekçem kimseyi bağlamaz ve inandırmaz. Neden bu seviyeye geldi anlamadım...Ben kendi içimde şimidlik konuyu kapattım bile. İlerde bulup araştırınca, soranlara yazarım belki...Ama , lütfen, bu şekilde olacaksa, lütfen, bence de sil hepsini sil, hiç gereği yok bunun...
Sevgiler.,

endiseliperi dedi ki...

aze'ciğim üzüldüm biraz. kimseyi kırmak istemiyorum ama ancak bu şekilde ifade edebildim o üzgünlükle de kendimi. yok, özür dileme. özür dilenecek bi şey değil.

öpüyorum seni. sevgiler.

Adsız dedi ki...

Yok yok üzülmedim. Sen de üzülme lütfen...Şaşırdım sadece azcık..
Sevgiler,

SUELA dedi ki...

Hay allah ya,
Ne arıyordum ben,bu blogu neyin peşindeyken tıkladım geldim ve pc ile arası pek olmayan ben inat edip yorum yazıcam diye epeydir burayı arıyorum.Peki buldum şimdi ne yazıcaktım ben!Çok uzun zamandır bu kadar akıldaş bir zihinle bağlantı kuramamıştım her ne kadar sanal da olsa bana çok iyi geldiniz,film önerilerinizin hepsini açtım bakalım yazılarınız kadar iyi mi onlar da....Kedi harika ,arçi kim çözemedim henüz,acelem yok,kafka kıvamında okuyorum,kura kura mutfaktaki makarna kokusunu alarak,patatesli omlet yarın için karar verme zorluğundan kurtuldum,merci :) Yorgundum çok,kendimi eve zor atmıştım,içimde bulutluydu,sanki çok eskiden tanışıyormuşuz gibi geldi,iyi geldi...Karşılıklı olsun düşbazlığımız seveceğinden emin olduğum bir kaç film ve bir iki kitap keşfedilmediyse tabii ;)1.gözlerindeki sır
2.Balığa çıkmak için kötü bir gün.3.anneler ve kızları(naomi watts olan)4.dokuz kraliçe kitaplara gelince 1.pedro paramo 2.pascal duarte ve ailesi3.öfke şatoları.4.Onun karısı...Kocaman sevgiler peri...

endiseliperi dedi ki...

hoşgeldin suela,
acaba google'a ne sordun da karşına bu sayfayı çıkardı merak ettim:) rastlantıları çok severim ve tuhaf dindarca bir anlayışla rastlantıların çok ince bir matematiğe dayandığına inanırım. bu nedenle benim için kıymeti büyük.

altı yıldan beri yazıyorum ve tüm hayat hikayem burada:) tina kedimiz, arçil de oğlum. çok kalabalık olmayan hayatımın diğer figürlerini öğrenmek, eğer istersen, sana kalmış. ben eski yazıları okuyamıyorum. umarım sen sıkılmazsın:)

filmlerden 1 ve 3'ü izleidm sanırım. kitaplar hakkında ise bilgim yok. önerile riçin teşekkür ederim.

ben yeni bir kızartma tenceresi aldım. evet işte burdan itibaren hayatıma giriyorsun:) dondurulmuş parmak patatesleri onda kızartıyorum. çıtır çıtır, turuncu bir renk alınca tavaya alıp, çırptığım, biraz tuz ve pul biner eklediğim yumurtayı ekliyorum. eğer sadece ortasınd akoyarsan yumurtayı çevreye doğru patatesleri öyle yemek çok sevkli oluyor. yanına belki bol limonlu roka, maydonoz saltasına ceviz ve tulum peyniri eklersen bence hoş bir öğün olur. komşufırın'ın kastamonu ekmeğini çok seviyorum. ulaşabildiğin bir yerdeyse belki bir dilim de ondan.

teşekkür ederim.
sevgiler.

SUELA dedi ki...

Ben bir zamanlar üniversitede gastronomi bölümü açıldığını duyunca hayatımı bir de bu yoldan yürüyebilirmiyim diye çok düşünmüştüm.Sonra yaşını alırken unutarak değilde aktararak yaşayan filistinli bir dostum şöyle demişti : biliyor musun biz filistin'de sevdiklerimize ya bir şiir okuruz ya da elimizle bir yemek yaparız.Benim içinde yemek yapmak kendime ve sevdiklerime sakladığım ve tüketime sunmadığım bir gizli yeteneğe dönüştü.eğitimli ve şehirli kadınların mutfakta zaman harcamayı küçümsediği geçmiş günlerden sonra şimdi de herkesin gurme kesildiği,herşeyin,tüm mutlulukların,aşkların,hayatların,kavramların formülüze edildiği bu aralar yazdıklarınız bu yüzden iyi geldi işte bana,tesadüflere inanmam farkındalığa inanırım farkındalığının farkında olan insanları severim.Komşu fırını da severim,kadıköyü sevdiğim gibi...Arçi, öpücükten insan yapmak...Okudukça yazarım,daha sıkılmadım :)Hayaldaş kal...Not:O mutafk masasına bir demet nergis ne güzel yakışırdı :) kokusuyla yazardınız bizde öyle okurduk sanki....

endiseliperi dedi ki...

günaydın suela:)
domestik olan her eylemi küçümseyen bir dönemden ben de geçtim. benim şimdiki kadına dönük her eğilimi heyecanla, coşkuyla kabul edip yapmak kendimin bir dönemki haline meydan okumak aslında. benim işim gücüm kendimle. yemeğin son yıllarda bir ideoloji haline gelmesine, bu bedene tapınma ayinlerine ben de sıkılarak ve küçümseyerek bakıyorum yoksa. biz aslında bedeni küçümseyen, ruhu yücelten, bir insanın iç güzelliğine vurgu yapmayı seven doğulu bir kültürden gelirken, öyleyken böyle olmakta...

sıkılmak benim de gözümü korkutan, bir insanla ilişkiye başlarkeni bırak, bir randevuya giderken bile ihtimali ile beni evde oyalamaya neden olan duygu. sizi anlıyorum. umaırm keyif alırsınız. arçi değil, arçil. bir gürcü ismi.

iyi bir gün diliyorum. sevgiler.