Pazartesi, Temmuz 30

hızla dursun..

bir tür bunaltı hissediyorum. her şey hızla dursun şimdi. yazmak istemiyorum bir süre.


şiir falı:
...
(sarı şey! bu dünyada ağrı var
ağrıdır unutulmak, korkular
çaresizlik bir ağrı
ve göğün sürüleri bu ağrıdan kopmuşlar
yeryüzü bundan böyle dağınık
ki ölüm bir kurtuluşsa ağrının baskısından
yalnızlık
bir kurtuluşsa... sarı şey!
insan kendini korumaktan yorgun
ağrının gezegen yaratığı
stepan.)

edip cansever

yerçekimli karanfil
toplu şiirleri I
s:183

Pazar, Temmuz 29

halid..

çok, çok endişeliyim.
sen yaz bir bir neden böyle aniden frene bastığını,
ben de bir bir anlatayım neden durmaman gerektiğini.

üstüme vazife.
çünkü dünyada kötü giden her şeyde bir payım varmış gibi suçluluk duyguları içinde debelenirim ben. trafik kazaları, açılmayan paraşütler, aç uyuyan çocuklar, bir gün artık yazmak istemeyen arkadaşımdan, hepsinden ben sorumluyum.

hadi.

sevgilerimle.

Cuma, Temmuz 27

bekir bey'den mektup var!

bekir bey, yorum bölümüne yazamamış yazısını, mail adresime göndermiş. ben, biliyorsunuz, seviyorum bekir bey'in mektuplarını. komik, şaşırtıcı, insancıl. sonra, mutlulukla ilgili görüntüleri oluyor hep ve ben sevince bas bas bağırıyorum biliyorsunuz ve işte derhal başlığa taşıyorum mektubu . buyrun:

Sevgili Peri Hanim:

Asagidakini blogunuza koyayim dedim basarili olmadim herhalde sizin blg bekcisi bisey yapmadi. Cope de atmamadim bu kadar yazdiktan sonra. Buyrun naaparsaniz yapin.

Sevgilerle
-----------------------
Evet, Arcil iyi ki dogdun yaw. Coguna "dogmasaydin omaz mi idi" diyen bir amcadan bu kadarinin kiymetini bil! :)
Yaw Peri Hanim bu gun gene garip oldugu kadar yaradilisin hikmeti hakkinda derin dusuncdeyer sevk edici ve bir o kadar yurek istici kardelen vakiasi le karsilastim mutfagimda! Durumun bir o kadar da utandirici boyutu oldugu icin "bunu ancak Peri Hanim cemaati ile paylasabilirim" dedim. Aramizda kalsin.
Mutfak lavabosunda bardak ariyor idim, Bir de ne goreyim? Evet tahmin ettiginiz gibi. Bulasik yikama tel fircasi ve lavabonun dibinde iki adet lavabo-kiri-delen filizlenmis!! (latincesi uzun)
If I am lying I am dying! Yani yalan soyluyorsam gozum onume aksin! Hatta resimlerini dahi cektim. Henuz cinsini tespit edemedm ama buyuk ihtimal oradaki kahve makinesi filtre artigindan beslenen iki kavun cekirdegi. Alip saksi veya tabaga falan koycagim. Resmini bilgisayara gecirirsem gonderirim; siteye koyacagimi sanmiyorum.
anlayacaginiz dogal yasiyoruz; yakinda kendi ekosistemimizi olusturacagiz bu gidis ile.
Bu vesile il bir tasta iki kus vuraraktan neden sizin nufusa davetiyemizin geciktigini de aciklamis oldum. Evin hal-i pur melali hakkinda bilgilendiricidir bu lavabo-delen hikayesi.
Diger nufusun keyfi cok iyi. Bulut ve Kismet rejimdeler ama benim cinsten 200 gram verip 400 gram aliyorlar. Su abnda 4.2 ve 4.4 kilolar.
Balkondaki nufus artik yari ev nufusu odula. Sicakta ken icer alayim, yemek icin alayim deken evden cikmaz oldular. Yani nufus su anda 9 sayilir butun prati nedenler bakimindan.
Tatile kotu ihtityacim var anlayacaginiz,. Kardesim bir yer ayarlamisti Akdeniz;in bi yerinde ama sadece 3 gunluk oldugu icin istemedim. Benim hazirlanmam, ve dondukten sonra intibakim 3 er gun surer bu nufus ile. Yavrulardan ikisine talip cikmisti ama ses seda cikmadi ben de ustelemedim. Kulaginizin akasinda bulunsun. Bir de tatil boyunca birakabilecegm guvenilir bir motel falan bilyorsaniz is yarar. Benim vet'we birakiyorum normalde ama o da kafeste tutuyor cogunlukla yuregim razi olmuyor.
Ise boyle Peri Hanim. bir dokun bin dert dinle; hatta dokunmadan da..
Hepimizden hepinize sevgilerle
Bekir L. Yildirim

Not: Sizn bu blogger da sok picky. Bir turlu kabul etmiyor

sabahattin kudret aksal: eşyanın dile geldiği yazar




"gazoz ağacı"



kendime üç kitap seçeyim dedim. biri türk olsun. aa, ben nasıl görmemişim gazoz ağacı'nı. oysa sabahattin kudret aksal'ın şiirlerini severdim gizli gizli. neden gizli gizli bilmem. açıkça seven de yok sanki.



kitap varlık yayınlarından. koyu sarı sayfalar. bir sahaftan almış belli ki bora. kapak kopmuş sırttan. uhu ile yapıştırdım. beyaz bir A4 kağıdı ile de kapladım. başladım ilk öyküyü okumaya. aman allahım, ne güzel. bir dostluk, öykünün adı. bir kadınla erkeğin gizlice birinin evinde buluşmalarını anlatıyor. ah, oda öyle sevimsiz ki. zaten yeni sayılır tanışmaları, zaten çirkin bir şey böyle gizlice buluşmaları bir de odanın zevksizliği... "çıplak döşeme tahtaları, mavi bir kağıtla maskelenmiş elle tutulacak yükseklikte, basın tavandaki ampul, hemen önünde kocaman bir binanın sıvasız duvarı yükselen camları kirli pencere, çivitli badanası rutubetten yer yer kabarmış duvarlar, çatlaklarından arada bir kum gibi bir şeyler dökülen tavan, her şey, her şey o kadar çirkin, insana güvensizlik, daha beteri umutsuzluk vericiydi ki akla bir an önce kaçıp kurtulmak, sadece açık havaya çıkmak isteğini verebilirdi. bir aksilik, beklenmiyen bir şeydi bu odanın hali." neyse, üzülmeyin, sigara yakılıp, bir cep kanyağından iki bardağa doldurunca, ev sahibi kadın da bir mangalda yanmış kömür getirince oda ısınır, sevimlileşir.



bana öyle gelir ki sabahattin kudret aksal'ın ev içlerini, eşyayı, ışıkla, gölgeyle evdekilerin ruh halini anlatmasının üstüne yoktur. bir de akşamı, gecenin yalnızlığını, kasveti ile sabah ceketini aldığın gibi kendini yokuşlu sokaklara vurmayı güzel anlatır. anlatır dediğim basbayağı öyleymiş işte, okuyorum da ondan söylüyorum. henüz kitap bitmedi ama okumakta geç kaldığım için ince bir sızı gibi suçluluk duygusu, bir kayıp duygusu hissediyorum. istiyorum ki, siz de okumadıysanız hemen ama hemen gidin, alın okuyun. bu kitap konusunda, herkesin keyfi kendine, diyemeyeceğim. illa ki seversiniz, söz veriyorum size.




sonra ah, hayriye hanım var. iş arkadaşları hayriye hanım ölünce, anlatıcı hatırlar onun yalnızlığını. akşamları eve vardığında hayriye hanım'ın sobayı ne güçlükle yaktığını anlatışını düşünür. eğer, der birisi, uğruna güçlüklere katlandığı birisi olsa mutlu olurdu hayriye hanım. cenaze törenine kimi kimsesi olmayan hayriye hanım'ın tek tük iş arkadaşları gelir. bir de tanımadıkları sevimlice, efendice bir adam. anlatıcı, yanındaki iş arkadaşına der ki, hayriye hanım'ın eski eşi bu. birlikte oldukları zaman, sesi güzel hayriye hanım, udunu tıngırdatıp şarkı söyler, eşi de küçük içkili sofrasında keyifle onu dinlermiş. o günlerin hatırına gelmiş olmalı, der. yoktur oysa böyle bir şey. uydurur bunu, hayriye hanım'a böyle bir hoşluk armağan etmek ister. neden sonra kendi de inanır uydurduğu bu hikayeye, inanmak ister. ahhhh!



geceye doğru öyküsünde, patronu tarafından kendisine emekliye ayrılması gerektiği bildirilmiş yaşlı, yorgun refik efendi'nin geçmişle, tüm hayatıyla yüzleşmesi var ki, anlatılmaz, okunur.



büyükanne'nin ölümü ise ince bir anlatıcılık örneği bana kalırsa. yazar ne hissetmişse, benim neyi hissetmemi istemişse bir bir içimde duydum bunu. yazarın kelimeleri -çok gösterişli olmayacaksa eğer- bir nabız gibi içimde attı, demek isterim. ama dememiş olayım ben bunu. çok şatafatlı. sabahattin kudret aksal, hem yalın hem çok derin hem çok incelikli. böyle süslü anlatımlara yüz vermez. büyük yazarların hepsi böyledir. size diyeceğim ki lawrence durrell'i işte tam da bu yüzden sevmem; siz hep birden itiraz edeceksiniz. kiminiz ne alakası var şimdi, yeri mi lawrence durrell'dan bahsetmenin derken, kiminiz de lawrence durrell büyük bir yazar olduğu için karşı çıkacaksınız bana. olsun, karşı çıkın ben yine de söyleyeceğim, lawrence durrell'ın şatafatından içim bulanır benim. kullandığı o sıradışı imgelerden filan. bana boca eder cırtlak renkleri, kelimeleri flaş flaş patlar beynimde. bazen duvara çarpmayı çok istemişimdir onu. ama paşa paşa okudum, cilt cilt okudum elimden bırakamadan. aklım karışık değil, siz beni iyice anlayın diye sesli düşünüyorum biraz da.




keselim. büyükannemin ölümü hikayesinde mesela şöyle der anlatıcı: "hiçbir işim yok. böyle olduğu için de bir yere gitmeye vaktim yok, desem yeri. belli bir işde olanlar iş saatlerinin dışında ne kadar serbest oluyorlar. istediklerini başıboş gezenlerden daha büyük rahatlıkla yaparlar. istediklere yere giderler. belli bir işi olmayanlar için olay hiç de böyle değil. her an bir iş çıkabilir, bir avare için. her an görülmeye değer bir şey olabilir. öyle bir iş, öyle bir şey ki, fırsat kaçırılınca yaşamanın, dünyada olmanın bile manası uçup gider. bir kadın. bir vapur. bir ağaç. söz arasında geçen bir nükte. yalnız o an için görülmeye değer bir ışık. bir gölge." gördünüz değil mi? bize yaşamak denilen şeyin aslında ne olduğunu ne kadar güzel anlatıyor. çok hoş!:)



bizim olan sokaklar hikayesi, büyümekte olan iki gencin akşamları kasaba sokaklarına çıkıp konuşmalarını anlatır. siz yaşamadıysanız bilmezsiniz kasaba akşamlarının ne hüzünlü, ne koyu bir yalnızlık, ne ağdalı bir sıkıntı olduğunu. yaşayanlar bilir ve alıp başlarını gitseler de içlerinde taşırlar kasaba sıkıntısını.


sırada meydan hikayesi var. henüz okumadım. balkondan bir sardunya yaprağı koparmıştım ayraç olarak kullanmak için. çok yakıştı kitaba. istedim ki kitaba hediyem olsun, okunmuş her sayfası sardunya koksun. siz belki ceviz yaprağı koymak istersiniz, o da yakışır.



ben size yazardan bir de şiir de ekleyeyim tatlı niyetine. teşekkür etmek istersiniz bazı yazarlara sizin gibi hissetti de böyle güzel anlattı, böyle güzel anlattı da sizin de hissiyatınızın güzellliğine iltifat etti diye. bazen kitabı, kelimeleri yemek istersiniz ki ben de çok olur. bazen de kendi kendinizi yemenize neden olur ki bu tür yamyamlık ilkel değil, geliştiricidir. çok konuştum, heyecanıma verin. kitap bitince belki diğerlerini de anlatırım.





NE TUHAF




Ne tuhaf ömrümün sonuna kadar
Kelimelerle yaşamam.
Ağaçtan çok ağaç sözünü
Denizden çok deniz sözünü
Sevmem.
Halbuki bir sabah erken uyanınca
Balkona çıkmak da güzel.




Sabahattin Kudret Aksal

Salı, Temmuz 24

metallica, iron maiden, nightmare before christmas, steve nash, vefa kuyumculuktan bir çeyrek altın, hepsi birarada:)

Geçen yıldan biliyorsunuz; 25 temmuz hem arçil'in doğumgünü hem de babasının ölüm yıldönümü. ben dedim ki bu yıl hiç ölümden filan bahsedilmesin, 25 temmuz sadece arçil'in doğumgünü olarak yaşansın. ama arçil, yok dedi, gideyim ben yarın ada'ya. babası için anma töreni yapılacak. 10.20 vapuruyla gidecek. babasının son eşinin evinde kalacak sonraki birkaç gün. onları da çok özlemiş.

peki o zaman dedik, arçil'in doğumgününü bugün kutladık. alelacele hazırlık yaptık. aksi gibi bugün program yoğundu, hastaneye filan gitmiştim, dün gece uyuyamamıştım, çok yorgundum. eh, hava da beter. tiramisu yapmaya çalıştım, pek bir şeye benzemedi. tadı güzel ama şekli bozuk oldu.

bora daha önce arçil'e hediyesini almıştı. steve nash'in (NBA'den phoenix suns takımının guard'ı. bora arçil'e yılbaşında da vince carter ve kobe bryant'ın maketlerini de almıştı, arçil çok sevinmişti.) maketini aldı. arçil sevinçten uçtu.
ben saat filan alacaktım ya da eşofman takımı ama çok sevimsiz göründü. tiramisu faciasından sonra bora ile kadıköy'de buluştuk. akmar'ın altındaki mağazadan üstünde metallica, iron maiden ve nightmare before christmas baskılı tişörtler aldık. fena bir seçim değilmiş. sonuncusu dışında çok beğendi.
bu arada babaanne (bora'nın annesi) sürpriz hediye göndermiş arçil'e. kadife kesesi içinde bir çeyrek altın:) babaanne hep böyle incedir çok sağolsun. kadıköy çarşıdan soğuk yemeklerden de almıştık. evde de yemek vardı, fena bir sofra kurulmadı.
çocuklar eğlendi, tina bol bol ciğer yedi. biz de pek yorulmadık.
arçil, iyi ki doğdun yaw. çok seviyorum seni.





Not:

iron maiden tişörtünün önünde, şahane, korkunç bir figür var, arkasında da "fear of the dark" yazıyor. şarkısı da bu.



metallica'nın en çok aşağıdaki şarkısını seviyor: sad but true.

Pazartesi, Temmuz 23

GÜNLÜK: şahane cumartesi!


sabah kadıköy'den tramvay'a bindim. bora demişti ki, oyuncak gibi, binilmemesi gerekiyormuş gibi:) öyleydi. tıngır mıngır, şoför, yolcular bir oyunu güzelce oynadık. mahsusçuktan moda durağında indim ben, yürüyüp, parka geldim. aslı banka oturmuş, gazete okuyordu. şunu söylemeliyim ki aslı tam bir yaz kadını. kışın o güzelim yüzü donuk. yazın ise gördüğünüz en güzel kadınlardan biri.

yaman, tulumu ile çok şeker! panda yavrusu gibi:) hormonlarımın saldırısı altındayım sanırım, yaman'ı görünce, içimden erkek de olsa bir bebek yapsam?... diye geçirdim sürekli.
aslı, neden çocukla ilgili hep kötü senaryo kurduğumuza şaştığını, söyledi. ya ölürsek, ya kaza geçirirsek, ya beş parasız kalırsak onlar ne yapar, diye endişeleniyorum ya ben.

hımm... evet evet, bence de aslı çok ama çok güzel. bakışları çok duru, konuşurken gözlerini kaçırmıyor, hiç güveninizi sarsmıyor duruşu. ben bu yüzden sanırım hep gevezeleşiyorum onunla.


aa, bu fotoğrafı kaydetmişim, diğer fotoğrafların hepsinde yaman'ın eli, elimin üstündeydi:p azıcık flört ettik yaman'la. birbirimizi beğeniyoruz:) yüzüne bakar mısınız, aklından kimbilir neler geçiyor yaman'ın:)
şahane bir gündü. teşekkür ederim aslı ve yaman.
sevgiler.

Pazar, Temmuz 22

Naci en Alamo

Elektra sağolsun, Çingeneleri hatırladık.. Bizim Romanlar'dan bahsediyorduk birkaç gündür. Onları tanıyoruz iyi kötü ama bir de Endülüslüler var. Var ki hiç sormayın; insanın aklını başından alıyorlar. Hele ki flamenko yaptıkları zaman.. Ne demek istediğimi aşağıdaki şarkıyı dinlediğiniz zaman daha iyi anlayacaksınız sanırım. Şarkı hakkında biraz bilgi vereyim..

Naci en Alamo, Tony Gatlif'in 2000 yapımı Vengo adlı filmindeki şarkılardan biri. Sözleri Tony Gatlif'e ait. Müzik ise Gritos de Guerra, Tony Gatlif ve Dionissis Tsaknis. Şarkının başka yorumları da mevcut ama bu halini benim için çok özel kılan şeylerden birisi de vokal. Vokaldeki kızımız Remedios Silva Pisa. Şarkıyı söylediğinde 17 yaşında. Bir Endülüs Çingenesi. Şarkı da tam anlamıyla bir Çingene şarkısı. Zaten başka bir düzenlemesinde "Song of Gypsies" adı verilmiş. Sözleri şöyle*:

Hiçlikten geliyorum
Ne bir yerim var
Ne de vatanım

Bir yangın başlatabilirim parmaklarımla
Yüreğimle şarkı söylerim sana
Ki yüreğimin teli sızlamakta

Alamo'da doğdum ben
Hiçlikten geliyorum
Ne bir yerim var
Ne de vatanım

Büyüler seni, acınla şarkı söylediğinde kadınlarımız.

* Elimden geldiğince İspanyolcası'na sadık kalarak çevirmeye çalıştım. Daha yetkin birileri el atarsa çok daha düzgün olur sanırım..

Şarkının İngilizce çevirilerinde iki farklı sonuç var ve anlamı değiştiriyor. Biraz araştırınca bu duruma şarkıdaki bir söz oyununun neden olduğunu öğrendim. Önce Alamo kelimesini izah edeyim..


Naci en Alamo cümlesi (I was born in Alamo), "Alamo'da doğdum" anlamına geliyor.. Alamo, Endülüs'te (Andalucia) ve Seville (Sevilya) yakınlarında bir yer. Zaten filmin kahramanları da bir vakit Seville'e gidiyorlarmış filmde. Hal böyle olunca şarkının sözleri "Alamo'da doğdum fakat, ne bir yerim var ne de vatanıma sahibim" gibi bir hal alıyor. Sözleri filmin yönetmeninin yazdığını düşünürsek akla yakın bir olasılık.


Ancak akla daha yakın olanı Alamo'nun diğer anlamında gizli. "El Alamo" kavak ağacı anlamına geliyor. Kavak ağacı ise Endülüs Çingeneleri için özel ve önemli bir anlama sahipmiş -ki tam olarak hangi anlama geldiğini öğrenemedim. Şayet yaratılış miti türünden bir hikayenin konusuysa kavak ağacı, "Alamo'da doğdum" ifadesi daha derin bir anlam kazanıyor. Gelelim söz oyununa..

Sözlerin en güzel yeri burası aslında. Kızımız şarkıyı Çingene aksanıyla (daha doğrusu Endülüs İspanyolcası'yla) söylüyor. "Naci en Alamo" cümlesini bu aksanla söylediğinde şöyle bir değişim oluyor; "Naci en al Amor ". Yani "Aşktan doğdum"..

Bu yüzden bazı İngilizce çevirilerde "I was born in Alamo" yazarken bazılarında da "I was born of love" yazıyor. Biz de kızımızın bazı yerlerde yaptığı gibi "Naci en al Amor (l'Amor)" şeklinde yorumlarsak şöyle oluyor:

Aşktan doğdum / Aşka doğdum
Hiçlikten geliyorum
Ne bir yerim var
Ne de vatanım

Her haliyle, her şekliyle güzel bir şarkı. Dedim ya tam Çingene şarkısı.

Tabi siz şimdi diyeceksiniz ki Peri'nin püfür püfür yazıları dururken bu sıkıcı şey de nereden geldi. Bayram değil seyran değil, dreamsact neden burayı işgal etti. "Bayram seyran değil ama seçim.." desem, yemezsiniz tabi. İzah edeyim.. Bu şarkıyı bir önceki gün keşfettim, başka bir blogta, fakat bu ana değin en az 88 kez dinlemişimdir herhalde. Şarkı o kadar güzeldi ki, benim gibi bir tembeli bile kendisini araştırmaya zorladı, ne diyor bu Çingene kızı diye.. Bunları da kendi blogumda yazmayı tasarlıyordum.. Bu arada sevgili Peri'ye de bir sözüm vardı, dün yerine getirmem gereken. Blogger'a nasıl şarkı upload edilebileceğini öğrenecektim. Öğrendim bu gece. Bir de isteği vardı, ilk şarkıyı sen koy, sürpriz olsun dedi.. İşin zor kısmı da buydu zaten; bu bloga yakışır bir şarkı bulmak.. Sabaha doğru kara kara düşünürken ve absürd mp3 arşivimdeki şarkılar arasında dolanırken birden aydım. An itibariyle Peri'ye hediye edebileceğim en güzel şarkı kesinlikle buydu. Eh madem şarkıyı koyuyorum, yazıyı da buraya yazayım, dallanıp budaklanmasın dedim. Malum, ortak ouyucularımızın sayısı epey fazla.. Durum budur. Memnuniyetlerinizi sevgili Peri'ye, şikayetlerinizi de bana bildirin (ama bu aralar agresifim baştan söyleyeyim).

Bu arada şarkıdaki flamenko ritimlere eşlik eden enfes ney sesi dikkatinizi çekmiş olabilir. Benim de çekmişti. Nedir bu iş diye bakındığımda bir sürprizle karşılaştım. Şarkıdaki (ve hatta bütün albümdeki) üflemeli çalgıları Kudsi Ergüner çalmış..

Güzel pazarlar olsun..



dreamsact, endülüs'ten bildirdi..













çok teşekkür ederim halid, çok incesin.





*

GÜNLÜK:seçim pazarı

sabah erken saatlerde, klavyeye seri ve yumuşak bir ritmle tuşlanan ses durdu, birkaç dakika sonra da sokak kapısı hafifçe kapandı. gözümü açtım. bora yürüyüşe çıktı. mahalle börekçisinde çay da yeni yeni demlenmiştir. oraya da uğrayacaktır. belki bir iki seçim sohbeti yapılır ya da bora'nın dalgın yüzü ona da fırsat vermez.

memduh şevket esendal'ın, bitmek üzere olan ayaşlı ve kiracıları kitabını aldım. turan hanım, odasını boşaltıp kendine yeni ev kiralayınca ayaşlı'nın evinin de tadı tuzu kalmadı. iffet hanım kumar konusunda turan hanım'ın yerini alabilir mi? alamaz. idare nedir bilmez, hem hasta da. turan hanım herkesi avucunun içine almasını bilirdi.

bora çok sevmişmiş bu kitabı okuduğunda. dizisi de yapılmış, o da güzelmiş. ben hiç bilmiyordum. geçen gün radikal'in kitap ekinde selim ileri yazdı ya, gece uyumadan önce okuyordu bora. sonra bana da okudu. selim ileri, ne kadar süssüz püssüz başladığından bahsediyor ayaşlı ve kiracılarının. ben de böyle başlayan bir kitap yazsam, ben de o apartımandan bir oda kiralasam, diyor. bora hem memduh şevket esendal'a hem de selim ileri'ye büyük muhabbet duydu bunları okuyunca. neşelendi. alkım'a uğradığımızda aldı. bakalım sen de benim kadar sevecek misin, dedi. sevdim. yavaş yavaş da okuyorum. eh işte bitmek üzere.

şöyle başlıyor kitap: "Yeni yapılmış büyük bir apartımanın dokuz odalı bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü, Ayaşlı İbrahim Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda oda kiraya veriyor. Odalar, loşça bir koridorun iki yanına sıralanmış, dizilmiş. Koridorun en sonunda banyo odasıyla mutfak var. benim odam, koridora girince sağdan birinci kapı."


ben kitaptan bir iki sayfa okur, tina ciddi bir yüzle bana bakarken, kapıda anahtar sesi duyduk. ikimiz de kulak kesildik. bora radikal almış, hürriyet almamış. pazar günü alınan hürriyet, kiralık ev ve iş ilanları demek. bugün ikisiyle de ilgilenmeyeceğiz. bugün seçimle ilgileneceğiz. bora bizi uyanık görünce sevindi. gelip tina'yı okşayınca, şikayet dolu, mutsuz mırıltılar çıkardı tina karnını da okşatmak için açarak. erkek arkadaş edinmek istiyor. geçer geçmez kısırlaştıracağız. yavrularıyla mutlu olacağı bahçeli ev uzak bir ihtimal çünkü.

hazırlandım. gece boyunca tina'nın sesi yüzünden uyuyamayan arçil'i öptüm, oy vermeye gidiyoruz, dedim. ayakkabımızı giyerken, seslendi arçil, kime oy vereceksiniz, diye. bora AKP'ye ben de Ufuk Uras'a vereceğiz, dedim. tamam, dedi.

rüzgar çok güzeldi. oyumuzu da ağaçlar arasında bir yerde kullandık. sakindi. görevliler kibar ve yardımseverdi. sonra moda'ya cafe kemal'e gittik. beyaz fırın'ın patates sarmasından ve çay söyledik. çay güzel demlenmişti. bora, parmağını uzatıp gösterdi, bu vapur ada'ya gidiyor, dedi. gözlerimizle vapur'u izledik. deniz gri ve sisliydi.


eve döndük. kuşun kafesini temizledim, suyunu, mamasını tazeledim. tina'ya loş ve serin gardrop içinde sevdiği bir yer hazırladım. (yakında tatile gideceğiz. kuşu, bora'nın bir iş arkadaşına emanet edeceğiz. tina'ya yine büyükbaba bakacak). sözlük kitaplığını ve yatak odasındaki kitaplığımızı düzenledim. rüzgar çanını tamir edip balkon kapısına astım.

şimdi, rüzgar perdeyi havalandırıyor. ayaşlı'da anlatıcının ayvalık'a, sevdiği kızın yanına gitmesini bekliyorum. bora, yumuşak ve seri, tuşlara dokunuyor.







peri bildirdi.

Salı, Temmuz 17

şiir molası-gülten akın

zingaro

Uzun Yağmurlardan Sonra


Sen yağmurlu günlere yakışırsın

Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler

Islanan yapraklar gibi yüzün ışır

Işırsa beni unutma

....................

Pazartesi, Temmuz 16

renkçi

marc chagall-le cog blanc et les deux amants


Renklerle meselem var. Evet, rengin kendisi ve nesnelerin rengini önemsiyorum ama daha başka bir mesele dediğim. İsminizi söylediğiniz anda başkası olsa “çok memnum oldum tanıştığımıza” der ve isminizi zihninin bir köşesine kaydeder ya da çöp sepetine gönderir. Benim içinse sizin gizli renginizi bilmek gibidir. İsminizi duyar duymaz, isminizin benim zihnimde yarattığı rengiyle dolu bir kutu boya da boca edilmiş olur başımdan aşağıya. Sadece renkleri de değil, isminizdeki seslerin öyle yan yana gelmesi ile şekiller belirir ve bir rengin ağır bastığı bir tablo boyanmaya başlar. Böyle bir “hastalık” var. Bazı müzisyenler notaların rengini hissediyorlar mesela.

Tanıştığım kişiyle ilgili izlenimim bazen güçlendirir bu tabloyu. Bir karakter falcısı gibi bir taraftan güçlenen izlenimim ile tablo tamamlanır, bir taraftan da tabloya bakarak onu tanırım. Ben bir karaktere pür dikkat, nefesimi kesen bir heyecanla bakarken, diyelim maviye banılmış kalın fırça, izleri çok belirgin, boydan boya akar, arada erguvani derinlikler, pentimento gibi altta gizlenmiş desenin duygusunu veren koygun kabartılar belirir. Karakter oluşur. Zekan, masumiyetin, kurnazlığın, hayallerin, coşkuların, zaafların, neşen, yalanların, gizlediklerin, açıkladıkların isminle birlikte zihnimde çizilmeye başlanan tablonun içindedir artık.

Her isim için yapamam bunu. Bazı isimler, bazı karakterler öyle belirgindir ki, neredeyse kafamın içinde zonklar. Bazı karakterlerin ne denli zarar verici olduğunu görür, resmin çirkinliğini fark ederim ama onlara da nasıl davranacağımı bilemem, bir mesafeyi kollamak dışında. Bazen kocaman kötücül bir tabloda, küçücük, tatlı bir parça portakal renginin varlığı yüzünden yıllarca yürür ilişki.

Bana neyi anlatırsanız anlatın size ilk soracağım soru, “rengi ne”, olacaktır.

"aşık oldum"

"gözleri ne renk?"

"eve taşındık"

"hangi renge boyayacaksınız?"

"aya ayak bastık"

"dünya oradan ne renk görünüyor?"



Renk, biliyorsunuz ya, aslında yoktur. Zihnimizin bir yalanıdır, evreni tanımak için uydurduğu bir tuhaf alfabedir. Elle tutulmaz o ışıkla ilgilidir. Atomların uçucu elektronları, üstüne düşen ışığın bazıların yutar, bazılarını yansıtır, biz yansıttığı ışığı onun rengi sanırız. Mesela bir Chagall mavisi nedir, diye sorsanız, tablonun içinde hiç olmayan renktir o mavi. Bütün maviler yansımıştır. Tablonun içinde ise kırmızılar, kavuniçleri, turuncular kalmıştır. Evet, böyle olmuştur. Renkler çok yaramaz şeyler. Uçucu ve yalancı.



(mavi'ye devam edeceğiz)





Perşembe, Temmuz 12

bu yağmur başka yağmur...


Yağmur, ablamın kızı. Bebekliğini biliyorum. Şimdi 18'ini bitiriyor ve ben buna hala inanamıyorum. Şuna inananmak ise zor değil: Yağmur yıllardır istediği ve ilk tercihi olacak olan, ODTÜ Uluslararası İlişkiler'e büyük olasılıkla girecek. Çok başarılı, çok akıllı, çok zeki, çok hassas, çok yetenekli, çok düşünceli... Yağmur hep çok fazla biri. Ve hızla büyüyor, ben şaşkınlıklar içindeyim. Bu 18 yıl içinde o kadar çok şey olurken, Yağmurcuk da usul usul büyüdü demek ki. Vay be!
Yağmur, teyzesi olan bana soruyor: "ODTÜ İdari ve İktisadi Bilimler Akademisi içindeki Bölümler nasıl, nereyi önerirsin?" ya da TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) Üniversitesi'ne puanım tutuyor, burslu olarak orada da okuyabilirim, ne dersin?" diye. ODTÜ de mutlu olacağını düşünüyor. Ben iyice uzaklaşmışım, değişen sınav sistemine bile aklım basmadı. Ne diyeceğimi bilemedim doğrusu.
Bilgisi olan arkadaşlar varsa ve yazarlarsa çok sevinirim.
Teşekkür ederim. Sevgilerimle.
Not: Yukarıdaki fotoğrafı görürse büyük ihtimalle kızacak bana. Çünkü o çok güzel ve iddialı güzelliği farkedilmiyor bu fotoğrafta diye düşünecek. Oysa ben onun en dalgın olduğu zamanlardaki halini seviyorum.

Pazartesi, Temmuz 9

Elim sende!



Nasıl bir canlı olduğum sorulsa,
"elleri olan bir canlı" olarak tanımlanmam zor bir olasılık.
Becerinin organı el, bende tutuklaşır.
Kımıltısız dururken ölü bir kuş pençesine benzer:
ince, uzun parmaklar, bir daha uyanmamacasına birbirinin üstüne yatmıştır.

Mesleğin de göstergesi olan el, ben de görevsizleşir.
Ancak nedir bu olan biten, bu yara bere izleri derseniz, yine cevap veremem.
Bir şok geçirdiğimde, yapayalnız olduğumda ellerime bakarım.
Kendimi en çok elime benzetirim.

Aşağıda Tournier'den alıntılar var. Sevdiğim bir yazar. Buyrun.

Eller

...El ve beden. Etken, işlek, meraklı, araştırıcı, hazsever, gıdıklayıcı, kimi zaman acımasız olan el için, beden ayrıcalıklı bir nesnedir, gözde alanı, günah keçisi, eğlencesi, oyuncağıdır...

...Beyin ele, kararlarının şu alçakgönüllü uygulayıcısına yukarıdan bakabilir. Gene de beş parmağın farklılığı kendisini aşan küçük bir gizem oluşturur. Gerçekten, eli yapay tutma ve işleme araçlarıyla -kıskaçlar, tırmıklar, çapalar, dirgenler, çatallar- karşılaştıracak olursak, bunların öğelerinin kusursuz bir biçimde birbirlerine benzediklerini, oysa elin parmaklarının her birinin bilmece olarak kalan bir kişiliği olduğunu görürüz. Us bu garip çeşitlilik karşısında kendini sorgular ve kekeler. Kararsızlığı, parmakların her birine verilmiş adların kendilerinin esinlediği uydurma doğrulamalarda da dile gelir. Öyle ya işaret eden, gösteren, suçlayan bir parmağı- işaretparmağı- bulunmak önemliyse de "auriculaire"in (Fransızca'da serçe parmağa kökensel anlamıyla "kulak parmağı" diyebileceğimiz bu ad verilir.) kulağın içini kaşımak, yüzük parmağının evlilik yüzüğünü taşımak için öngörüldüğü o denli kesin değildir. Ortaparmak denilen kocaman avanağa gelince, neden boyca diğerlerini geçtiğini hiçkimse doğru dürüst açıklayamaz. Yalnız başparmağın karşıtlaşma yetisi türlerin gelişmesinde öylesine temel ve öylesine yenidir ki bunda insan türünün ayırıcı özelliğini görmek istemişlerdir. Paul Valéry, hayranlık verici ber meselde, insanın başparmağının bu karşıtlaşabilirliğiyle insan usunun kendi kendini düşünebilme yetisi -bilinç- arasında bir köprü kurar...

Michel Tournier
Anahtarlar ve Kilitler
Ayrıntı Yayınları
Çev: Tahsin Yücel
S: 82-83

*

köpeği unutmuşsunuz.


Pazar, Temmuz 8

bu ne rezalet harvey!?
"the stone merchant" gibi berbat bir filmde oynayarak, ona olan hayranlığımızı bir çırpıda bitiren harvey için, şu dakikada biten aşkımız için çok üzgünüz.




film feci. renzo martinelli yönetmiş. senaryo berbat. kötü bir film. film, film olarak kötü ve bu nedenle nefret edilesi değil sadece. niyet ettiği şey çok çirkin, itici. çok yanlı. islamiyet hakkındaki fikirler olabildiğince sığ olmakla kalmıyor, ayrıca sürekli terör sözcüğü ile yanyana kullanılıyor. mesela şöyle bir laf geçiyor:" müslümanların hepsi terörist değil, ama teröristlerin çoğu müslüman"(!!!)


filmin bir kısmı türkiye'de kapadokya'da geçiyor. eh tabii filme göre türkiye el kaide'nin cirit attığı, islam terörizminin ayyuka çıktığı bir ülke. filmin sonunda her şeyi bilen ve gören profesör, şu dersi verir sınıfına ve tüm batı camiasına: kara mustafa önderliğindeki islamiyet 1683 yılında viyana'da durdurulduktan sonra, en zayıf dönemini yaşamaya başladı. ancak şimdi tekrar yükselişte ve tehlikeyi görüp önlemimizi almamız gerek. (!!!)


jean march ne kötü bir oyuncu, yarabbim. harvey, piano filmindeki yakışıklılığındaydı ama kimyaları hiç tutmuyordu. harvey'in tutkusu olabildiğince nedensizdi. insan öyle bir hatuna öyle tutkuyla aşık olamaz ki! sadece sevişme sahnelerinde başarılı bulduğum jean march'ın inlemelerinin ise numara olduğu gün gibi ortadaydı.


harvey bu filmde sadece para için oynamış olmalı. senaryoyu da okumamış muhtemelen. olan aşkımıza oldu. aşkolsun sana harvey!


filmde yasemin sannino, turnalar adında güzel bir şarkı söylüyor. onu bulamadım. cahil periler filmindeki şarkısı birdenbire aşağıda. fena değil.



not: filmde harvey keitel oynamasaydı, berbat filmlerden biri daha deyip hiç sinirlenmezdim.

Cumartesi, Temmuz 7



natacha atlas-gafsa



teşekkürler elektra

Cuma, Temmuz 6

kitap falı

soru: her şey olması gerektiği gibi olacak mı?
cevap: oğuz atay, tutunamayanlar, iletişim yayınları, s:176


'Hayır'. İkisi de başka yerlere bakıyordu konuşmadan. Birden Farsus; 'doğru değildi bütün anlattıklarım. Hiçbirinin aslı yoktu. Bunu sen de biliyorsun' dedi.


Kutlug atıldı: 'Hayır, hayır. Hepsi doğru, hepsine inanıyorum. Sen gene anlat, ne olur'
not: bu fotoğraflar moda'da çekildi. tatilden döndüğümüz günün ertesi kahvaltıya gitmiştik.
tam o köşede, moda kulübüne bakan yerde,
sol uçta gövdesi görünen o kocaman ekmek ağacını kesmişler.
nedenini biliyor musunuz? görünce şok olduk. çok üzüldük.

Çarşamba, Temmuz 4

villa sevda, kadın azmağı, yuvarlak çay, dalyan


(tatili yaşayan neşeli benle, onu yazan hüzünlü ben arasında dağlar kadar fark olmasa, siz şimdi onbinmilyon neşe baloncuklu bir yazı okuyor olacaktınız. oysa öyle kederliyim ki şimdi. görev aşkı, bir kayıt tutma telaşı olmasa devamını yazamazdım tatil günlüğünün. yani ne yapıyorsam sizin için;)

tatil, evet, dağ başına da, yemyeşil ormana da gitseniz mavi bir boşluk. içinde kesik kesik, süreksiz hareketler olan. ben yapı olarak, yani kendini tetikte tutmaya alışmış bir gergin hanım olarak tatile yatkın biri değilim. sereserpe uzanmak, uzanmak, uzanmak beni gözyaşları içinde bir boşunalık içinde de bırakabilir. bora da öyle: tatil demek, yine de bir şeyler yapmak demek, yoksa bile bulmak gerek o yapılacakları.

çocuklar dedi bora az önce, ne kadar kendilerine dönük. örneğin tatilde oraya buraya gittik, gemilere bindik, çaylarda yüzdük, oysa onlar yere baktılar, uyudular, onca çabanın paylaşmaya, birlikteliğe vurgu yaptığını hiç anlamadılar. akşam saat sekizde dizimiz var, acele sürer misin arabayı dediler mesela. insan inciniyor ama çocuk doğası böyle: bencil.

köyceğiz'in kıyısına değil de yukarısından devam ederseniz yuvarlak çay tabelalarını görürsünüz. ilk lokantalara yüz vermeyin. ormanın içindeki bozuk yoldan devam edin, pınar lokantasını filan da boşverin, önünde çok şık arabaların olduğu. köprüyü geçer geçmez hemen solda yeşil vadi lokantası var, oraya girin.



evet, arabanın termometresi 43 dereceyi gösteriyor, ama siz şimdi buz gibi bir dereye gidiyorsunuz. çevresindeki ağaçların gölgesi yeşillendirmiş berrak suyunu. dibindeki irili ufaklı çakıl taşlarını görüyorsunuz. aktığı için yosun tutmamış. tertemiz. mayolarımız altımızdaydı. çıkardık üstümüzü. hep biraz çekingen, hastalanmaya meyilli atakan, hayret, korkusuca attı kendini sulara ve kimsenin yüzemediği kadar yüzdü. ben ayaklarımı sokmayı denedim ama ne mümkün, buz gibi! sonra yavaş yavaş girdik. böyle muhteşem bir duygu olamaz. çıkınca donarız sanıyorsunuz ama ateş basıyor. küçük bir de çağlayan var, onun üstündeki ağaca salıncak kurmuşlar, çağlayanın üstünde gidip geliyorsunuz. ürkütücü ama yapılamaz değil. hepimiz bindik. yemekleri fena değil. köftesi biraz fazla sarımsaklı ve tıkız, tandırı biraz kuru ama idare eder. pahalı da değil.



oradan çıkınca bora'nın programı gereği, dalyan yoluna saptık. çocuklar uyudular yine. dolmuş gemiler varmış iztuzu'na giden, gidiş dönüş kişi başı 5 ytl. biz bir motor kiraladık, 50 ytl'ye. köyceğiz gölünü denize bağlayan sazlıklarla kaplı kanal boyunca gitmeye başladık. sağda kaunos kral mezarları vardı. kırlangıçlar uçuyordu. su yeşildi. güzeldi. iztuzu güzel bir kıyı. uzun, dibi kumlu. dalgalar, onların köpük köpük kıyıya vuruşu, eh işte bildiğiniz deniz, güzeldi. ben denize güvenmem. çocukları da tehdit ettim. benden daha derine gidemezsiniz, hep sizi geçerim ve belki boğulurum bu yüzden. beni geçmeyin diye. hiç farkında değildik, bir saat yüzmüşüz. sonra gemimize döndük ve bu sefer daha heyecansız ve yorgun dalyan'a yol aldık. arabaya binice arçil atakan'a saati sordu ve bakışıp anlaşarak, biraz hızlı gidebilir miyiz eve lütfen dediler. dizimiz var da saat sekizde. biz bora ile bakıştık. bora gaza bastı. onlar akyaka'ya, eve gelinceye kadar uyudular.

peki ne dinledik yol boyunca? beni neşelendirsin diye paul simon and garfunkel, sonra bora'nın da sevdiği jan garbarek'ten he comes from north ve sonra dave brubeck, sanırım çocuklar için ceza dinledik bir ara da. ahmet kaya dinledik. adı bahtiyar şarkısı çıkınca arçil dedi ki, en sevdiğim şarkısı bu. eşlik etti biraz. çocukların böyle sürpriz, öngörülemez halleri beni çok heyecanlandırıyor.

*



sabah erken saatlerde kadın azmağı'nın ördekleri, köpekleri, kuşları çok şenlikli. giderseniz ihmal etmeyin, tanışın.

*
aşağıdaki komik film, hızlandırılmış çekim filan değil. yuvarlak çay'da su inanılmaz çekici ama buz gibi. kendimi bir cesaret suya attım ancak devam edemedim.

Pazar, Temmuz 1

geldik!

ben gençken, günlük tutanları da, herhangi bir şeyin koleksiyonunu yapanları da, hatta hatta bankada tasarruf hesabı olanları da küçümserdim. kibirliydim. bütün bunlar, derdim, hayatı ne kadar küçülten, değersizleştiren şeyler. hayat, sen o pula bakarken, o pulu beklerken uçup giden şeylerin toplamıydı.

aklım, hayatın kuyruğuna tutunmuş havalarda uçarken sık sık da yere düşüyordum. ama işte hayat da buydu. hayat, hepi topu ama dopdolu bir hikayeydi. zevkle okumayı isteyeceğin bir hikaye için, okumanın zevkli olduğu şeyler yaşaman gerekirdi. bunlar gençlik fikirleri ve insanın da canını çok acıtan sonuçları olması kuvvetle muhtemel.

şimdi, günlük tutuyor, koleksiyonerlere saygı duyuyorum, tasarruf hesabım yok diye de canım sıkılıyor. hayata, yukarıdan değil, göz hizasından bakıyorum. yaşlanıyorum. yaşlanıyorum ama ben hiç bir zaman tecavüzkar gürültüden hoşlanmadım. kendisiyle aramda bir mesafe tutmamı engelleyen yerlerden de. korkarım, ne kadar yaşlansam da ne hissettiği ile çok ilgili biri oldum. hal böyle olunca, sekiz günlük bir "aile tatili" yazısı için yazının aklımda bir sürü teması var. bu sekiz günü silkeleyip duruyorum, fotoğrafları tarıyorum... coğrafya, iklim -rüzgar-, kitaplar, gezintiler, tatil duygusu, ingilizler'in sistem kurma yetenekleri, çocuklar, ben, ben, ben!...:))

olaylar şöyle gelişti:

yol

22 haziran cuma sabah 04.17'de yola çıktık. benzinciye uğradık, depoyu doldurttuk (47 litre, 140ytl). tamam tamam telaşlanmayın, çok isterdim ama bu kadar ayrıntılı yazmayacağım:)
yolculuk fena geçmedi. çocuklar arkada kedi yavruları gibi uyudu. biz müzik dinledik.


bora kavuna, ama kırkağaç kavununa bayılır. diğerlerini yemez bile. kırkağaç adında bir kasaba varmış, bilmiyordum, tezgahlarda da kavunları! kavun aldık ( akyaka'da şok market'ten de üçte biri fiyatına üstelik daha güzel bir kavun aldığımızda pişman olduk mu? hayır! çünkü dönüşte kırkağaç'tan bir dolu kavun daha aldık).

saat 10.20 gibi akhisar'da olduk. sıra sıra köfteciler vardı. bir tanesi turistik görünmediği gibi, kocaman ağaçlı, rüzgarlı, gölgeliydi. bora'nın, içine düşen köfteyi almak için çocukluğunda elini ateşe atmış biri olarak gönül rahatlığı ile onun köfteye bayıldığını söyleyebiliriz. ben, sanırım hiç bir şeyin tutkunu değilim. halimde, tavrımda, karakterimde bir gözü karalık, bir tutkunluk göz boyar, ama ben neyi çok severim, ne olmazsa sıkıntıdan ölürüm, neyi istersem mutluluğum tam olur, bilemem. gerçi arabayı parkedip bahçesine girdiğimiz bu, feshane köftecisi'nden sonra diyebilirim ki, akhisar köftesi'ni seviyorum. pürtelaş bize köfteyi hazırlayan usta'ya, köftesini övdükten sonra tarifini istedim. sadece genç dana eti, dedi. birazcık soğan, birazcık iç yağı ve baharat. bu kadarmış! hepsinin tarifi aşağı yukarı buyken neredeyse her şehrin kendine özel köftesi nasıl olabiliyor, anlamadım. durun size adresi filan vereyim, biz dönüşte de aynı yerde yedik, hem ekonomik(porsiyonu 6 ytl) hem şahane: feshane köftecisi, serpme evler, frenkli mevkii, no/154/1, balıkesir yolu üzeri, akhisar. bize dut toplayıp verdi usta, dönüşte uğradığımızda da şeftali. dedi ki, bir daha sefere geldiğinizde üzümler olgunlaşmış olur artık:)



13.20'de aydın'daydık. 150 ytl'lik benzin aldık. benzinci çocuk dedi ki, sağ arka lastiğiniz patlak. jantın üstünde gelmişsiniz. ilerde, tansaş'ın karşısında bir lastikçi varmış. oraya kadar gittik. küçük, dökülen bir yer. atakan'dan küçük çocuklar, müthiş bir beceriyle bagajı açıp yedek lastiği incelerken, ustalarıyla birlikte arka lastiği çıkarırken bizim çocuklara baktım, biraz tedirgin oldular. dükkanın önündeki banka oturduk. evet, çöl sıcakları tepemizdeydi. çay ikram ettiler kirli bardaklarda. içtik. yedek lastiğimiz de patlakmış, onu da şişirdiler. sonra pazarlık başladı. onlar 5 ytl yeter abi, dedikçe, bora 10 ytl de ısrar etmek zorunda kaldı. sonunda utanarak bora'nın kazanmasına izin verdiler. (orada çektiğimiz çok güzel fotoğrafları kaydedememişiz, silinmiş hepsi ne yazık ki)

akyaka

17.20'de bir dağın kenarından akyaka'ya ulaştık. birbirinin aynısı mimari yapıda çok güzel evler. yooo sıkıcı değil. çok yeşil her yer. bora daha sonra muammer bey'den öğrenmiş ki, akyaka'da çok bataklık varmış eskiden. köylüler bataklıkları devlet desteği ile kurutmak için çok uğraşmışlar. sonunda kurutmuşlar da. devlet de bu arazileri köylülere hediye etmiş emeklerinin karşılığı olarak. ne güzel, gözlerim sulanıyor benim böyle iyicil hikayelerde.

tomsan villaları,
muammer bey, eşi vahide hanım, görevli ercan bey




herkes bizi neşeyle karşıladı. havuzun yanından 3-4 basamak merdivenle aşağıya portakal bahçesindeki küçük evimize indik. öyle güzel ki! verandası var. iki odası var. mutfak salonda. her şey işlevsel ve estetik. duvarlar beyaz badana. tavanlar, kapılar ahşap. yerler uzun parke. yangın alarmı cihazı ve uyarı levhaları var. mutfakta ihtiyaç duyulabilecek her şey bulunuyor. sistemi ingilizler kurmuş ve bir süre de onlar işletmiş. uyulması gereken kuralların böyle açıkça belirtildikten sonra insan kendini ne kadar özgür hissediyor. ben aynı duyguyu londra'da ifor-iverson (yanlış yazmışım, düzeltiyorum: ifor evans hall) adında bir rezidınsta kalırken de hissetmiştim. o başka bir hikaye, belki birgün anlatırım.

yemeği dilerseniz siz yapıyorsunuz, olmazsa vahide hanım yemek hazırlıyor ya da yemek yiyebileceğiniz çok iyi lokantalar da var şehirde. haftada iki kez temizleniyor ev. kirli çamaşırları da cüzi bir ücret karşılığı yıkatabiliyorsunuz. sistem mükemmel. bizim için idealdi. zaten vedalaşırken muammer bey dedi ki, siz tomsan villalarının ideal müşteri tipisiniz:) eğer siz de sakin bir tatil geçirmek niyetinde iseniz hararetle öneririm. çünkü akyaka çevresinde görmeye değer güzellikleri ile de harika bir yer. bu arada bizim evin adı, villa sevda idi. 4 kişi iseniz ya da daha az, orada kalabilirsiniz.



çocuklar duş alıp havuza koştuklarında biz de markete gidip alışveriş yaptık. şok ve dia marketleri ile yerel bir sürü market var. çünkü akyaka genellikle apart otel şeklinde. kendi mutfağınız var ve orası için alışveriş yapacağınız da bir sürü market. ilk akşam dışarda yedik.

ertesi sabah erkenden kalktık. bizim portakal ağaçlarından sonra kadın azmağı adında dere ondan sonra da dağlara kadar sazlıklar vardı. eğer solunuza bakarsanız dev okaliptüs ağaçlarını görüyordunuz. ay doğarken okaliptüslerden çıkan uğultu muhteşem oluyor. kadın azmağı ilerde denizle buluşuyor. biz yol boyunca ördekleri kazları izleye izleye denize ulaştık. denizde bu azmak nedeniyle yer yer soğuk su akıntıları oluyormuş ve git gidebildiğin kadar, deniz gövdeni geçmiyormuş. bir sokak köpeği bize rehberlik yapmak istedi. dereye girdi, çıktı, sonra denizde zıpladı. denizde, evet bir arkadaşıyla buluştu. biz videoya aldık o karşılaşmayı.

akyaka kuşları ile ünlü bir yer. eğer baharda gitseydik bülbül sesinden durulmazmış. bir sürü kuşun afişi var azmak kıyısında. ayrıca rüzgarlı bir bölge. ben, biliyorsunuz çok severim rüzgarı.



sabahları, güçlü bir kahvaltı için çok zengin bir sofra kuruyordum. çocuklar havuzda çok enerji kaybediyorlar çünkü. sonra öğleyin, hamburger, tost ya da ton balıklı makarna vs, akşama da köfte, tavuk, et ve salata. yemekle uğraşmak çok yorucu değildi. ben, kendi başımıza ayakta kalmamızı sağlayan compact sistemleri severim. bu insana bağımsızlık verir.

sabahları ya da öğle sonları havuza girdim. bora benden de az girdi. iki mayom vardı. hiç bikinim olmadı benim. bora siyah bir bikini aldı tatilin bitmesine iki gün kala. ben de biraz bronzlaşmaya karar verdim onu giyince ama güneş altında durmak bana göre değil.

palmiye müzesi

bora araştırmış, not almış, çevrede nefis yerler varmış. sabahın köründe biz kendimize gelmeye çalışırken oymakbaşı kadar canlı bora önde, biz arkada arabaya doğru gittik. saat kaç? 6.26!

7.39-şelaleyi bulmaya çalıştık. bir vadide dik yamaçları, tehlikeli kayaları geçtik, ancak yol bir yerde iyice tehlikeli bir hal alınca geri döndük.

9.30-köyceğiz belediye parkında tost, meyve suyu, çay ile kahvaltımızı yaptık. güzel bir yer. turizmin şımarıklığı, suniliği yok. herkes işinde gücünde. bir seçim minibüsü çevremizde dolaşıp durdu. demokrat partiden biri, eski usül propoganda yapıyor bangır bangır. kimse aldırmıyordu, hatta duymuyor gibi yapıyorlardı.



köyceğiz'de deniz kıyısına doğru arabayı sürüp sağa dönerseniz hamitler köyü'ne doğru yol alırsınız. köye gelmeden az önce sağ tarafta göreceğiniz su arıtma tesislerinden sonra gösterişsiz, tabelasız bir kapıdan palmiye müzesine girmiş olacaksınız. müzenin sahibi ragıp bey, emekli bir cerrah. güzel, mavi gözleri inanılmaz bakıyor ve pes perdeden sesiyle öyle hoş konuşuyor ki. ayrıca bir insanın böyle tutkuyla bir hobi edinmesi ne kadar çekici! cenk bey adında bir yardımcı önderliğinde müzeyi dolaştık. cenk bey de bütün bitkileri latince adlarıyla bilip, yaşama koşulları hakkında bilgi sahibi olan süper bir arkadaş. 14 yılda kocaman bir yer haline gelmiş burası. biz bora ile biraz kıskandık. keşke bizim de olsa böyle bir yer diye. hatta böyle bir yerin çok, çok azı bile olurdu. yukarıdaki palmiye müzesi yazısına tıklarsanız orası hakkında ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. gidin, görün mutlaka yolunuz düşerse.

çok geç oldu ve çok yoruldum şimdi. yarın size muhteşem yuvarlak çayı, dalyan'ı da anlatmak isterim. şimdi biraz okuyup uyuyacağım. iyi geceler.



yanıma aldığım kitaplar okununca ve kitapsız kalınca, martin mystere'ları, onlar da bitince hellboy'ları okumaya başlamıştım. bora orada da çalıştı çoğu akşam.

verandada kitap okuyan bora. yatak odasının penceresinden.