Cumartesi, Temmuz 29
Bende hiç tükenmez bir hayat vardı
Kırlara yayılan ilkbahar gibi
Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı
Göğsümün içinde ateş var gibi
Başını göğsüme sakla sevgilim
Güzel saçlarında dolaşsın elim
Bir gün ağlayalım bir gün gülelim
Sevişen yaramaz cocuklar gibi
Hissedince sana vurulduğumu
Anladım ne kadar yorulduğumu
Sakinleştiğimi durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi
Sözün şiirlerin mükemmelidir
Senden başkasını seven delidir
Hüzün çiceklerin en güzelidir
gözlerin bilinmez bir diyar gibi
cenazesinde aklıma, ikimizin şarkısı geldi. evlendikten sonra unutmuştum, boşandıktan sonra hemen hiç hatırlamadım. deliler gibi aşıktım. kısacık sürdü. Kısacık kısacık o kadar çok yaşadı ki, 51 yaşındaydı öldüğünde.
Pazar, Temmuz 23

İçinden çıkamadağım, çıkmayı hiç istemediğim, döndüğümde çok mutlu olduğum evimi paketlemem gerek. Belirsiz bir tarihe kadar. Gazete kesiklerine sararken edeceğim dua, şairin sözü:
"hiç unutmam hiç unutmam hiç unutmam"*
Tablolar bakılmak için. Onları sarmak çok tuhaf olacak, ellerinizle gözünü kapatmanız gibi birinin (bir ölünün?)...Diyelim ki kitaplar sabırlı ve bekleyebilirler, çiçekleri ne yapmalıyız? Bora'nın tüm sağduyulu önerilerini kıskançlıkla reddetme eğilimindeyim. Kim, nasıl bilebilir hangi çiçeğimizin ne kadar su, ışık, özen istediğini? Hiç kimse! Onları biz büyüttük. Gelip alacaklar, solduracaklar. Başka evlerde başka çiçekler olacaklar, beni unutacaklar.
*Metin Eloğlu
***
Biraz sonra evim için depo bakmaya gideceğim. Gideceğim yerde çocuklar var. Bu nedenle dün gece onlara götürmek için portakal ağacı'nın nefis kaya kurabiyesinden yaptım. Yalnız, beyaz unum az olduğu için mısır unu ekledim. Kuru üzüm bittiği için de yerine kuru kayısı ve kuru incir koydum. Kahvaltıda yediğim güzelim cevizleri kıyıp-kıyıp- onları da hamura ekledim. Hiç şaşmaz, her zaman sevilir kaya kurabiyesi. Üstelik teneke bir kavanoza koyup 4-5 gün saklanabilir.
Benim elektrik takıntım var. Elektrik konusunda cimrilik yaparım. (su için de aynı şeyi söyleyebilirim. Kamu mallarına zarar vermeyen, yerli malı türkün malı şarkısını söyleyen cumhuriyet çocuklarıyız biz. Çok sıkıcıyız:)
Şuraya gelmek için kafa ütüledim. Fırın ısındığında başka bir şey yapmaya daha niyetlenirim genellikle. Dün mısır ununu çıkarmışken ve mısır ununun çok beklememesi gereken bir un olduğunu bildiğimden onunla da nefis bir çörek yaptım. Evdeki bir paket süt kremasını, 2 kaşık margarini, 4 kaşık toz şekeri, yarım yemek kaşığı tuzu karıştırıp alabildiğince mısır unu ekledim. Çok sert ya da katı olmayacak un. Yağlı kağıt serdiğim tepsiye yayıp, içinden henüz kurabiye çıkmış fırına sürdüm. Pişince üstünü bir kapakla örtüp yattım uyudum. Sabah kapağı kaldırınca çok hoş bir koku yayıldı. Köy mutfaklarında ya da babaannenize gittiğiniz zamanki koku...
Bir güzel çay demleyip beyaz peynirle yedim. Mısır çöreği bırakın ağızda dağılmayı elinizde paramparça oluveriyor, dikkat edin, nazik olun.
Cumartesi, Temmuz 22

Adana aslında güzel bir şehir.
Seyhan ırmağı, kocaman, derin, kımıltısız. Sanki göl.


İçinde karabatakları, ördekleri...

çevresindeki patikalarda yürüyüş yapanları ile çok hoştur Seyhan.
Mutlaka uğramalı ve sonra da geri dönmelisiniz:)

Canım oğlum Ada'da. Buraya dönmeyi istemedi ne kadar ısrar etsem de. Babasıyla vedalaşma hikayesini ömür boyu unutmayacağını düşünürsek, sadece ona ait çok özel bir zaman bu. Babası kafa tutmuş doktorlara yine ve ne kadar engellemeya çalışsalar da eve, Ada'ya dönmüş haftasonu için.
Evde kargaşa var ki Arçil, bir arkadaşlarında kalıyor. Bahçesinde kümesler, kümeslerde de bir sürü tavuk horoz varmış. Tavşanlar oynuyormuş bahçede. Aylaklık yapıp kitap okuyormuş Arçil. Robin Hood kadar iyi ok atabilmek için çalışacakmış öğleden sonra. Akşamları bilardo oynuyormuş. Bora kadar iyi bilardo oynayabilmek istiyor.
Denize giderken krem sürmüyordur, meyveleri yeterince yıkamıyordur muhtemelen, geçen gün hasta olmuştu. Bir sürü kafa ütüledim. "Öff yaa anne, iyiyim, idare ediyorum, neden hiç güvenmiyorsun bana!" dedi. Anneyim ve çok sıkıcıyım. Oğlum da benim annemi idare ettiğim gibi üstünkörü idare ediyor beni. Hiç ummazdım kendimden ama klasik bir anne oldum. Ayrıca arkadaşı da olmak isterdim oğlumun. Bora, cumartesi günlerini Arçil'le vakit geçirmeye ayırırsam bunu başarabileceğimi düşünüyor.
Cumartesi günü için ilk aklıma gelenler:
* Sahafları dolaşmak
* Moda'da yürüyüş yapmak
* Bilardo oynamak
* Müze gezmek
Evet. Sıkıcı görünüyor. Önerisi olan var mı?
Cuma, Temmuz 21

hazırlandın diyelim...
Öyle yorgunum, öyle kederliyim ki bir şehri, üstelik 2. kez terketmekten. Henüz aldığım kararı açıklamadığım eşyalar, sus pus, nefeslerini tutmuş, taş kesilmişler.
nesnelerin, o adlandırılamayanların arasındayım. Yapayalnız, kelimesiz, güçsüz olan beni kuşatıyor; altımı, üstümü, ardımı dolduruyor. Bir şey istedikleri yok, kendilerini kabul da ettirmiyorlar; şuradalar sadece. -Jean Paul Sartre-
Mahalle imamının sesi çok güzel. Bugün sela okudu o içli sesiyle, uyandırdı beni. Hiç tanımadığım o ölü adam için ağladım yatakta. Mezarında çiçekler açsın, toprağı bol olsun.
"Oysa" dedim kahvemi alıp, sevgili iskemleme öyle dimdik oturup,
"nesne konuşur... - sabahattin kudret aksal- ve küser de üstelik." "Bir karar verdim," dedim, " suskun eşyalara, "karar omurgası hayatın, hayatı yokuş olanların. Ben karar vermezsem, yorgunluğumla kalakalsam, üzüntümle şefkati davet edip dursam, yazıksansam, suratımı sizi korkutacak kadar asmasam, yıkılır, bozulur, omurgasızlaşır her şey." Ama eşya da olsa bir depo da uyumayı istemez. -Ahhh bir depo bulunacak.- Sarılacak sarmalanacak eşyalar ve somut yaşam ile bağları kopartılacak. Mesafeli ve manalı suskunlukları ile kuyuya atılmış ölü gibi içime yerleşecekler.
Kim yapacak tüm bu işleri? Kim, bu komik denecek kadar ölçüsüz kararları ile kaderini şaşırtan?... ihmal edilmiş çocuklar gibi, oysa apaçık olan doğru ile yanlışı, normal ile anormali bedeller ödeyerek öğrenen? Kendi dalgınlığında boğulan, unutmayı becermesinden medet uman?
Neşeli ve komik şeyler yazacağım bundan sonra. Gayretim bu olacak. Şu şiirden de sonra...
HAZIRLANDIN DİYELİM
hazırlandın diyelim bir yolculuğa
"bu, yalnızlığa da olabilir"diyor birisi
dayanıklı mısın bakalım
silahın nedir
ilkin asfalt ve beton
bir bakarsın önün ardın su kesilir
yüzme de bilmezsin ayrıca
"çocukluktan kalma şeyler bunlar"
diyor matrağa düşkün biri
"nasıl olsa yenilir"
Oysa kavradığım herşeyin adını bilmek
biraz bunaltıyor beni
örneğin bir atom santrali projesi
Hollanda'daki bir caz konseri
ölececeğimi biliyorum nasıl olsa
ama gölgemi önüme düşürüyor
güneş önümden gelirken
şaşırıyorum gövdemi
matrağa alışkınım aslında ama
ille kayayı delen incir,
suları aşan gemi!
Turgut Uyar
Çarşamba, Temmuz 19
Necmi Zeka'dan.
Kitap falı:
Yavru aslandan konu komşuya
s.54
Gerçek telkin
Çekilin geçelim diyoruz, bir feşmekan olma sınavında
ne kadar çok şey bildiğimizse şımarıklık
neye el atacağımızı, neyle başlayacağımızı şaşırmış
düşüncelere dalmış, bir küsüyor bir barışıyorsak
mantığımız biraz daha dayanalım diyor
çünkü her şey bu kararlara bağlı
film bu kadarla bitmiyor, iyi ki bitmiyormuş
sıvışmak gerektiğinde, filmin sonu bu
düzenli hayat sürmenin tam kıvamı bu
tam kıvamındayken ölüm, o da var ya
ölümden de kaçıyorsak, hep kaçıyorsak
özür diliyoruz, sabır gerek belaya
merhamet, gelmeyin üstümüze
çekilin geçelim diyoruz.
Salı, Temmuz 18

“The Others-Diğerleri”
Alejandro Amenábar’ın yönettiği “The Others-Diğerleri” seyrettiğim en zarif korku filmiydi. Kan yok, gürültü yok, acayip nesneler yok. Ama film şok edici! (Çok az izlediğim korku filmi listesinde Shining’in yeri apayrı tabi ama onu başka zaman anlatırım.) Karanlık puslu atmosferi, sis, solgun yapraklar, az ışık… Nicole Kidman’ın olağanüstü oyunculuğu…. ( Nicole Kidman’ın başarısından gurur duyarım, allah bilir, neden) Filmde beni en çok ürküten sahneye getirmek istiyorum sözü; ölü insan fotoğraflarının olduğu albümün ortaya çıktığı sahne.

Eugenia Perry
"Bir albüm dolusu cinayet"
Aklımdan çıkmayan bu sahne için, dün akşam rastlantı eseri Sanat Dünyamız dergisinin 1999 yılında yayımlanan 71. sayısında Nazif Topçuoğlu’nun inanılmaz güzellikte bir yazısını okudum. Rastlantı bu ya iki gündür Oğlak Bilimsel Kitaplar’dan, Eugenia Parry’nin “Bir Albüm Dolusu Cinayet” kitabından, 1886-1902 yılları Paris’inde canice işlenmiş cinayetleri, polis kayıtlarını, otopsi görevlerinin anılarını anlattığı, konusuna göre hiç de kasvetli olmayıp, bilakis eğlencelik sayılacak kitabın içine düşmüş durumdayım. Bir konuya odaklanmaya başladığımda ilgili tüm doküman, film, insan, sohbet önüme çıkar raslantı eseri. Bu çok rastlantısal bir araştırma yöntemi olsa da heyecan verici olduğu yadsınamaz.

Lee Miller, Leipzig belediye Başkanı'nın kızı, 1945
(LKepzig Belediye Başkanı, savaşın
kaybedildiğini anlayınca ailesiyle intihar etmiş.)
Nazif Topçuoğlu, 1999 yılı, 71. Sayı, yazıdan özet.
Ölü çocuk fotoğrafları
1850’li yıllarda Londra nüfusunun yarısından fazlası yiyecek ekmeği bulamıyordu. Bu, endüstri devriminin ve fotoğrafçılığın bir arada geliştiği tarih. İnsanlar çalışmak için çaresizlik içinde büyük şehirlerde toplanıyor, aileler parçalanıyordu. Yoksulluktan doğan beslenme bozukluklarından, çalışma koşullarının zorluğundan alt sınıflardaki kadınların sağlıkları da kötüleşmekteydi. İstatistiklere göre, 19. yüzyıl başında kadınların boyları kısalıp kiloları azalmış; doğal olarak sağlıklı doğum da yapamaz olmuşlar. Çocuk ölümlerinin artması ile birlikte ölü çocuk fotoğrafçılığında da artış oluyormuş. Çünkü aileler geleneksel biçimde acının paylaşılmasına ortak oluyorlar ve torunun fotoğrafını köye büyükbabaya gönderiyorlarmış.
Aslında fotoğrafçılıktan önce de 18. yüzyıl başlarından itibaren ölenlerin resimlerini yaptırmak giderek yaygınlaşan bir adetmiş. Fotoğrafçılık yaygınlaşıp, portrecilik başta olmak üzere birçok alanda resmin yerini alırken ölü ressamlığı bir süre daha ayrıcalıklı yerini korumuş. Bunun nedeni, ölüye bakarak, onun hayattaymış gibi resminin yapılabilmesi ama fotoğrafçılığın bunu pek de becerememesi imiş. Fotoğrafçılar da ya ölü fotoğrafları dikine paspartulayarak ya da ölü çocukları dikine oturtup fotoğraflayarak, kimi fotoğrafta da gözkapaklarının üzerine rötuşla göz çizerek ölü fotoğrafçılığının bu yetersizliğini aşmaya çalışmışlar.
Ölülerin fotoğraflarının kolayca çekilebildiği yerlerden birisi de savaş meydanları. Kırım savaşı, Amerikan İç Savaşı’nda fotoğrafçılar da askerlerle birlikte savaşa gitmiş ve askerlerin ailelerine gönderecekleri portrelerini ve gazetelerdeki illüstrasyonların temelini oluşturacak ilk haber fotoğraflarını çekmişler. Ancak, kendi yurttaşlarının savaşta ölmüş, parçalanmış vücutlarını “gerçekte olduğu gibi” acımasızca yansıtan fotoğraflar sivil halkın morali üzerinde iyi etki yapmayınca, sadece düşman askerlerin ölü fotoğraflarının yayınlanmasına karar verilmiş.
1900’lerde özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra ölü fotoğraflarına talep azalmış. Çünkü, gazeteler yaygınlaşmış ve gerçek hayatta ölümün fotoğrafını fazlasıyla yayınlamaya başlamışlar.Diğer nedeni de şu olmalı diyor Nazif Topçuoğlu:”Ölüm, günümüzde herkesin unutmaya çalıştığı bir gerçek. Üzerinde durulmuyor, konuşulmuyor, doğru dürüst yas bile tutulmuyor. ‘Kedi pisliğini örter gibi’, kapatıp geçiyoruz. Sanki ayıp bir şey, bir hata, eksiklik, yeteneksizlik neticesi.”
“Yaşama taze bir başlangıç olarak tasavvur ettiğimiz çocukların ölümüne geçmişteki gibi alışık değiliz. Bunlar tıbbi amaçla çekilmiş eski fotoğraflara benzeyen, birer olağandışı ‘klinik olay’ olarak dikkatimizi çekiyor. Bir tür gerçeküstücülük, tuhaflık ve bu eski teknolojinin, bize ait olmamasının verdiği güven hissiyle onlara bakıyoruz. Bu fotoğrafların sözünü ettiği, gösterdiği, kesinlikle başkalarının hastalığı, deformasyonu, ölümü, cesedi. Aramızda kavramsal mesafenin oluşturduğu zamanın patinası var
Pazartesi, Temmuz 17

Truffaut’nun filmi Dörtyüz Darbe ( Les Quatre cents coups)’deki Parisli çocuk Antoine ile aynı yaşta Arçil. Okuldan kaçıp sinemaya giden, yatağında mum ışığında Balzac okuyan Antoine, biraz da annesi ve üvey babası tarafından ihmal edildiği için serseriliğe meyilli. Hatta bir gün daktilo çalar ve pişman olup geri götürürken de yakalanıp hapishaneye gönderilir. Oradan da kaçan çocuğu filmin sonunda geniş, geniş bir okyanusun yanında yapayalnız görürüz. İçimiz burkulur, tuhaf bir suçluluk duygusuyla filmi yıllarca unutamayız
Arçil’in ilk ismini ben koymuştum: Ada. Yalnız olmayı sevsin, kimse olmasa da hayatta başının çaresine baksın, kendini oyalayacak şeyleri keşfedebilsin, diye. Ada olmadı, Arçil. Çok sosyal, dokunarak seven insanlardan, dostluğa, arkadaşlığa, mavra (Buralarda geyik yapmak, muhabbet etmek yerine kullanıyor yaşlılar) yapmaya meraklı. Hızlı mizah duyumu, içli de olan doğasını gizliyor. Elinde hiç olmayan nedenlerle çalımlamayı, tökezleyip kalkmayı, insanları erken yaşta tartmayı öğrenmek zorunda kalıyor. Ada’ya ölüm döşeğindeki babasını ziyarete gitti. Hastaneden eve gönderilmeyecek kadar durumu ağırlaşan babasının nasıl olduğunu sorduğumda mahzunlaşıyor oğlumun cıvıltılı sesi, nedense sesini alçaltıp, kötü, diyor.
Arçil, boyunu aşan dalgaları ile okyanusun karşısındaki Antoine’ı anımsatıyor. Orada, uzakta, ölüm, kaçınılmazlığını incecik hissettirirken belki biraz Ada olmuş olarak dönecek oğlum.
Cumartesi, Temmuz 15

İkea istilasına giriş-
Walter Benjamin, Cennet Teyze
Evimden çıkmak istemem. Bu, bir tür ruh hastalığına dönüşmek üzere farkındayım ama sevdiğim her şey evde. Mobilyalar da bunun bir parçası. Kanepemi severim, masamı, masamın önündeki bankları, metal-ahşap kitaplığımı, Bora’nın çok sevdiği ama yine de bana hediye ettiği Hopper tablolarımı, sapsarı perdelerimi, çiçeklerimi… Belki size tuhaf gelecektir ama ben odalar, evler, bahçeler, teraslar hayal ederim. Müzikler açarım, ışıklar kısarım, renk değiştiririm. Dokusunu, serinliğini, kokusunu ezberlediğim taşı, metali, ağacı severim, evim bunlardan inşa edilsin isterim. Sapasağlam ve kabasaba.
Walter Benjamin, 2. Dünya Savaşı öncesi Alman Yahudilerinin dekorasyon eğilimlerine dikkat etmiş. Öyle ağır, yerinden kalkmaz eşyalarmış ki moda olan ... Kopkoyu, kalın perdeler arkasında, oraya çivi gibi çakılmış eşyalar. Diyor ki, ta öncesinden sezmişlerdi olacakları ve farkında olmadan, kıpırdamayan eşyalarla böyle bir dekorasyon anlayışı geliştirdiler. Mealen yazıyorum çünkü çoğu eşyam gibi kitaplarımın çoğu da kaybolup başka evlerde yaşamaya başladılar.
Evet, kaba saba ve sapasağlam eşyaları seviyorum. Duvara vererek kanepenin sırtını tam karşıdan, pencereden dünyaya bakıp bakıp şaşmak. Çok küçüktüm o zamanlar, tombul, sevimli, puf börekleri kızartan Cennet Teyze vardı, kanepesini duvara değil de pencereye dayamıştı. Evleri tarandığında kurşun Cennet Teyze’nin başına isabet etmiş. O akşam onlarda değildik. Kanepelerimizi duvara dayadık bu olaydan sonra. Pencereye sırtımı hala tam dönemem. İnsan çocukken tuhaf oluyor, dehşetle dinlerdik büyükleri, Maraş’ta kurşunlanacak evlerin kapılarındaki çarpılar, Ali Baba ve Kırk Haramiler’i korkunç bir masal yapardı. Hala sevmem o masalı. Arçil'e de hiç anlatmadım.
Herneyse Yasemin’e sözüm var, İkea yazısını yazmak istiyorum ama hep yanlış girişler yapıyorum.

Uzun bir molaya ihtiyacım var.
Çok ama çok sıkıcı İkea istilası yazısını
okuma sabrı gösterenlere
sonunda güzel bir kurabiye tarifi var.
Yasemin’in her koşulda okuması zorunlu.
Çünkü o merak etti diye yazıyorum bir taraftan da.
İstanbul Hatırası- İkea İstilası
8 Temmuz Cumartesi-11.00
İstanbul’daki ajans, feyz alalım diye yabancı reklamları izletirdi. İkea’nın TV reklamlarına bayılırdım. Daha Türkiye’ye gelmeden sabırla bekler, şu bizim kazıkçı ve kalitesiz ürünler pazarına hadlerini bildirir diye umardım. Herhangi bir dekorasyon dergisini aratmayan kataloğu, ürünün önce fiyatını belirleyip tasarımcısına, en kaliteli ürünü en ekonomik biçimde yaratması gerektiğini dayatması, demonte ürünleri sımsıkı güzel kutularda sunarak, ekonomik ürün almamız için bizi işbirliğine davet etmesi, girişte bize sunduğu o anlamlı boyda güzelce açılmış kurşun kalemi, mezurası, not kağıdı, lokantasında nefis İsveç köftesi, nefis filtre kahvesi (kek ve çörekleri berbat) ile şahanedir. Beni bırakın oraya, saatlerce nesnelere bakar, dokunur, odalarında hikayeler kurar, yemekler yapar ve sonunda bir düşten uyanır gibi terk ederim.
Adana’da yakağan denilen, transparan, minicik ve ısırdığı zaman gerçekten acıtan sinekler var. Cibinlik şart. Ben Adana’da adam gibi cibinlik bulamadım ama elin Kuzey Avrupalı firmasında beni Adana’nın sineklerinden koruyacak cibinliği buldum, hem de tavandan daire şeklinde yere süzüleninden. Dün işten eve dönünce, asayım artık tavana diye düşündüm. Yatağın ortasına çıkıp yüzüme gözüme kireçler dökülürken çiviyi çaktım. Aa ama küçücük cibinlik, neredeyse sadece yüzümü koruyabilirim. Öyle de olsa kocaman beyaz Japon feneri ile pek yakıştı. Bora bana kızdı kötü alışveriş yapıyorum diye. 3 tane almıştım çünkü tedbirden. 3 cüce cibinlik!
Sonra 6 adet minder aldık. 4’ü siyah üzerine minik kırmızı çiçekli, 2’si basbayağı kırmızı. Yemek masasında iskemle yerine banklar var, arkası kafesli, çok güzel, şilteler orası için. Gözüm pek alışmadı daha. Ama sanırım iyi durdu. Okuma lambası almak istiyordum aslında, nefis lambalar var İkea’da, ama upuzun sapları getirirken sorun yaratacaktı, biz de şapkası bozulan abajurlar için krem üzerine yeşil çizgili şapkalardan aldık. (Onlar da İstanbul’da kaldı gerçi. Hasırdan güzel bir yazlık halı da orda kaldı.) Bir de dikdörtgen prizma şeklinde buzlu camdan lamba aldık, okuma lambası değil ama hoş duruyor.
Sonra, kocaman kaseler aldık, minik mavi çiçekleri var bir tanesinin. İçine Daim çikolataları koydum. Diğeri yatılı okulları hatırlatıyor, bembeyaz. Fincanlarım ise çok şahane. Kocamanlar. İkisi yeşil, biri mavi. Geniş altlığı var yanına yiyecek koymak için. Sabah 6.00’da uyandım bugün ve sırf o altlıklar için yulaflı, çikolatalı kurabiye, peynirli pizza ve peynirli çubuklar yaptım. Çok nefis oldular. Ama kim yiyecek bu kadar yiyeceği bilemem.
Şöyle:
Çikolatalı, tahinli, yulaflı kurabiye
2 SB yulaf,
1 SB kepekli un,
1 SB beyaz un,
1 TK kabartma tozu,
1 paket vanilya,
½ SB damla çikolata,
½ SB tahin,
1SB kuru üzüm,
1SB toz şeker (pekmez daha iyi olurdu ama bitmiş),
2 yumurta,
100 gr tereyağ.
Hepsini karıştırın, geniş, ince daireler yapın, yağlı kağıt serilmiş tepsiye dizip, önceden 175 derece ısıtılmış fırında 15 dakika pişirin, çıkarın, telin üstünde soğutun. Bu ölçülerle 33 büyük kurabiye çıktı.
Ben kanepeye geçeyim, yoruldum artık. Hoşçakalın.
Cuma, Temmuz 14

Hatice evlendikten sonra ilk olarak ne yapacak diye bahis açsaymışız keşke. Kimin aklına gelirdi çipura? Ben kaybederdim kesin. Çikolatalı, çilekli kışkırtıcı şeyler tahmin ederdim çünkü.
Mmmm balık nefis görünüyor. Ama ben bu balığı bile yiyemem.
Günlük
Şunu tahmin edin bakalım, Cuma akşamı yapılacak en berbat şey nedir sizce? Bilemediniz, daha berbat. Diş doktoruna gittim. Gökde silme gri bulutlar (güzel olanından değil), tozlu bir rüzgar, yapışkan bir sıcak. Ölesiye yalnız hissettim kendimi. Ama gitmemek için birisinin sizi öğütlerle göndermeye çalışması gerekir. Yalnızsanız doğru olanı yaparsınız genellikle. Doktorumla ilk randevumuzdu. İkimiz de birbirimizi iyi karşıladık. Çok özendi küçücük bir dolgu için, tüpler, sıvılar, kameradan tedavinin gidişini göstermeler, ışınlar... Çok su sıkıyordu yalnız. Su damlası yanağımdan boynuma aktıkça gıdıklanıp, o vızıltılı sesler arasında gülümsüyordum.
1 saat yemek yasak. Geç oldu. Yemek yerine salata ve meyve yemeye karar verdim. Domates, peynir, bolca cevizle salata yaptım. Yeşil çay demledim. Kepekli ekmek de var. Hangisini izleyeceğime karar vermediğim üç film var: John Turturro'dan Romance&Cigarettes, Charles Dance'den Ladies in Lavender bir de What the bleep do we know.
Hadi bakalım, Cuma eğlencesi başlasın!

Kitap Falı-
Kur’an-ı Kerim Meali
Elmalılı M. Hamdi Yazır
Ajansın bir müşterisi var. Masamda gördüğü kitaplardan açılmıştı sohbet galiba ve en sevdiği kitabı sorduğumda, "Kur’an," demişti. Uyduruyor da olabilirim ama sohbetin tonu böyle kalmış aklımda. Bana hediye olarak Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın türkçeleştirdiği Kuran'ın kopyasını getirdi bugün. Getirmeden önce de msn’de sordu, “müsait misiniz?” diye. Ben, “tabi buyurun,” demeden daha, odamın kapısında belirdi. Çok ama çok şaşırdım. Meğer cep telefonundan bağlantı kurmuş. Din ve teknolojiyi bir arada düşünemiyor insan. “Küçük bir mucize gerçekleştirdiniz sandım,” dedim. Onun ayetlerle, özlü sözlerle konuşması beni çok güldürüyor. Epeski, milyon yıllık cümleleri, Bora’nın cincin, ponpon, yuki gibi isimler takmaktan kendini alamadığı suratıma çarptıkça müthiş absürd bir ikili oluşturuyoruz. O konuşuyor ben gülüyorum. Benim hep gülen yüzümde derin mutsuzluğumu anlamış olmalı ki, tahminimce bana yol göstermesi için getirdi kitabı. “Elime almadan önce öpecek miyim kitabı” diye sordum. Biraz paniğe kapıldım sanırım. Onu dehşete düşürecek vahim bir hata yapmak istemedim. “Yok yok,” dedi gülerek, “okusanız yeter. Hem öyle asmanıza filan da gerek yok. Kütüphanenize koyun doğrudan.” Sevdiğimiz kitapları elimize aldığımızda öpmek ne hoş olur aslında. Madem ki kokluyoruz, dokunuyoruz, bazılarını yemek bile istiyoruz - öyle güzel yazılmış oluyor- içimizden geliyorsa öpebiliriz. İnsan kitapçıda onlarca kopyanın arasından birini seçip öpemez tabi. Alıp, eve getirdiği, önce yavaşça ve zarifçe dokunduğu, arka kapağını filan okuduğu sonra elinden, aklından ayırmadığı, canım, aşık olduğu kitabı öpmek ister, değil mi? Erkekler ve kadınlar aynı kitaba farklı yaklaşım geliştireceklerdir muhtemelen. Neyse. Eve gelirken, bahçelerden birinde gördüğüm hurma ağacından bir yaprak kopardım, Kur’an için bookmarker yaptım.
Gecenin şu saati, yapışkan bir sıcak, sinek kanatları, sessizlik, sıkıntı, uykusuzluk, iştahsızlık, keyifsizlik içindeyken, Truman Capote’u nedense hırpalama isteği uyanmışken içimde, kitap falına bakmaya karara verdim.
Kitap Falı- Kur’anı Kerim Meali
Elmalılı M. Hamdi Yazır
Soru şu:
Şu düzeni korumakta ısrar mı etmeli, yoksa yine çekip gitmeli mi? Ne olmalı? Ne olmasını istemeliyim?... Allahım? (Allah'a dertleşen iki arkadaş gibi doğrudan ve ayrıntılı soru sormam gözlerimi yaşarttı.)
Açıyorum falı:
Yanıt şu:
Tövbe Suresi – Sure 9
118: Allah, haklarında hüküm beklenen o üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah’tan kurtuluşun, ancak Allah’a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Sonra da Allah, onları tövbekar olmaya muvaffak kıldı da tövbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok çabuk kabul edendir, çok merhametli olandır.
Çok tuhaf. Gerçekten tuhaf. Çok gizemli bir yanıt oldu bu. Tövbe etmek... vicdan... dar gelen yeryüzü... Allahtan kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakta olduğunu anlamak, ne güzel. Çok hoş.
Amin.
Perşembe, Temmuz 13

IKEA istilası için giriş yazısı- Sedergine
09 Temmuz 19.00- Filmler
Marka bağımlılığı derseniz, söyleyeceğim ilk şey Sedergine olur. Mide sorunları dışında her rahatsızlık için büyülü sözcüğümdür Sedergine. Ölmemi hızlandıran şey o sırada her nasılsa çevrede Sedergine’in bulunmaması olacaktır sanırım. Doğal olarak bu durum benden duyulacak son sözü de açığa vuruyor:)) Se... Se... :) Herkes düşünmüştür herhalde hayatın sonunu… son sözünü ya da intihar etsem son mektubuma neler yazardım gibi… hayır mı? Ben gençken çok düşündüm ve çok ayıp ama son mektuba yakışır yetkin, anlamlı, hayatın özü falan filan olabilecek tek bir cümle kuramadım. Ölürken görkemli duygulanımlar içinde olacağımız, kendiliğinden bir derviş hali kazanacağımız filan yalan galiba, hımm?... Hayatın film şeridi gibi gözünüzün önünden akması, unuttuğunuzu sandığınız ama kalbinizin köşesinde o ana kadar sabırla bekleyen, meğerse o güne kadar sevdiğiniz tek kişi oymuş ki onun adını fısıldamanız falan? Yani hayatın damıtılıp damıtılıp o son nefeste gerçeği açığa vuruşu da yalan değil mi, ha!?Değil mi!?:)) Şimdi gerçekten de öyle bir mektup yazılamazmış gibi geliyor. Ya da insanın Deniz Gezmiş ya da Mayakovski gibi son damlasına kadar ve samimiyetle hayata ve daha bir sürü şeye inanabilme kabiliyeti olan biri olması gerekir.
İki film izledim İstanbul’da, ikisi de ölümün kıyında dolaşıyordu. İkincisi, Mike Leigh’in bir filmiydi, Naked. Bir süre evsiz olup manik bir şekilde ortalıkta dolaşan bir adam, bir takım insanlarla ilişkiye giriyor ve hayat üzerine filan konuşuyorlar. Hayatın bir halt olmadığını ispatlamaya çalışıyor nefessiz bir hızla konuşarak. Kıyametin yaklaştığını filan. Bir genç kıza dedi ki, "ya hayatının en neşeli anını zaten yaşamışsan ve bundan sonra seni bekleyen sadece sıkıntı ve kederse?… " Kız dehşetle bakakaldı. Birinci filmin adı, Winter passing. Yönetmeni hatırlamıyorum. Ed Haris, karısı intihar etmiş yaşlı, alkolik bir yazar rolünde yine çok iyi. Salinger gibi gizleniyor o da. Gereksiz ilişkilere giren, uyuşturucu kullanan mutsuz kızı geliyor New York’tan. O da tiyatro oyuncusu. Evde yazarın eski öğrencisi var ve evi en domestik biçimde çekip çeviriyor. Bir de sorunlu bir müzisyen var, tamirat işlerini yapıp yazarı koruyan. Filmin başı fena değildi, sonra kız bu yumuşak dekorda daha uyumlu olmaya ve sorunlar da hızla “çözülmeye” başladı. Hegel mi söylemişti, insan samanlıkta ve sarayda ayrı düşünür, diye? Belki kitaplarla dolu o güzelim ev, yemekler pişen ocak, ütülenen çamaşırlar filan kızı kendiliğinden iyileştirmiştir. Hepimiz iyileşmek isteriz... Görkemli ağaçlara dayanmayı, perdelerin rüzgarda salınışını izlemeyi, İkea'dan aldığımız sırlı, yeşil o güzelim fincanın minicik kulpundan hayata tutunmayı...
İkea istilasını anlatamam bu girişten sonra. Zaten başım ağrımaya başladı ve şu Sedergine'e müthiş ihtiyacım var.
İyi geceler.
Çarşamba, Temmuz 12

Zackarina hiç kımıldamadı.- Ne oldu sana? diye tepindi Kumkurdu. Taş mı oldun yoksa?
- Hayır, dedi Zackarina. Ama annem ve babam benim çok tepindiğimi düşünüyor. En azından yemek yerken.
- Hah! diye burnundan soludu Kumkurdu. Onlar için demesi kolay. Ne de olsa büyüdüler ya. Çabucak unuturlar.
- Neyi unuturlar? diye sordu Zackarina.
- Büyürken vücudun nasıl patlayan mısır taneleri gibi kıpır kıpır olduğunu! Bunu sen ben biliriz, her küçük kurbağa da bilir ama onlar bilmez...
Kumkurdu ayağa kalkıp sekerek dolaşmaya başladı. Bir yandan da zımpara kağıdı gibi bir sesle şarkı söylüyordu.- Ölü bir balık gibi oturamaz insan, bedeni büyür ve gelişirken. Koşmalı, oynamalı zıplamalı, hop, hop, hop, hop hoplamalı.
İstanbul Hatırası- Yerdeniz Yayınları-
10 Temmuz Saat 14.00
Yerdeniz Yayınları’nın sahibi kocaman mavi gözlü, yorgun bakışlı genç bir hanım. Çok ama çok dalgın. Türkiye’de her iş biraz da tüccar olmayı gerektiriyor ve iş oradan itibaren çirkinleşiyor ya, yılgınlığının kaynağı buydu anladığım kadarıyla. İyi çevirmen bulmak, onun düzenli çalışmasını temin etmek, matbaa ile uğraşmak, kağıt fiyatlarının yükseleceğini öngörmek, kitapların dağıtımı, satışı… çok ama çok zor bir iş. “Çocuk kitapları kendini kurtarıyor ama diğerlerinde sürekli zarardayım,” dedi. Her kitabın sadece 1000 adet satması yetiyormuş oysa kendini kurtarması için.
Bir duvar boylu boyunca yayınevinin çıkardığı kitaplarla doluydu:
Asa Lind’in kitapları gerçekten ne hoştur. *kaya, taş ve kum taş dedektiflerinin el kitabı, *kumkurdu, *daha fazla kumkurdu, *daha da fazla kumkurdu, “Ah!” dedi kitabı eline alıp kapağını insiyaki olarak okşayarak “şu kitap, Peter Hqeg'in smilla ve karlar’ı ne kadar hoş bir kitap ama okumak istemiyor insanlar. Sonra Bridge Belgrave’ın zak’ı, Gregory Maguire’nin lanetli batının kötü cadısı, Darren Oldridge’in insanlığın garip tarihi ne güzel kitaplar…” “ Ama” dedi, renkli Elvin serisini üst üste koyarak, “gidip şu kıytırık kitapları alıyorlar. halbuki hiçbir şey yok bunlarda.” Değişiklik: “ Ama” dedi, renkli Elvin serisini üst üste koyarak, “gidip ısrarla bu kitapları alıyorlar, sadece güzel kapak renklerine kapılıp.
“Almanca çevirmenim ne iyiydi,” diye dert yandı, onun gibisini bulmam öyle zor ki. Almancası iyi olsa edebiyattan anlamıyor, edebiyattan anlasa dili kötü kullanıyor diğerleri. Ama o çok iyiydi, ne yazık ki depresyonda şimdi.
Gelecek dönem yayınlamayı düşündüğü, yarısı bez kaplama hardcover çocuk kitaplarına, muhteşem çizgilere birlikte iç geçirerek baktık. Sanatçı her çizim için inanılmaz fiyatlar istiyormuş. “hak ediyor ama kim alır Türkiye’de bu kitapları? kesin zarar ederim,” dedi.
Profilo’nun arkasındaki yerini, İstiklal Caddesi’nin arka sokaklarında bir yere taşıyacak. Tadilat filanla uğraşıyor şimdi. Cafe’de olacakmış yayınevinde. Düşünüyor ki, “iyi özel kahveleri, elinde bulunan antika Bavyera fincanları ile ikram etmek hoş bir fikir olmaz mıymış?” “kırılmaları sizi üzebilir”dedik, hevesini kırmamaya çalışarak.
Bunca iş için güçlü olması gerek muhtemelen. Tanışmamızın başında gözlerini kaçırarak konuşuyordu, ürkek bir hali vardı, belki çok yorgundu, bilmiyorum. Sonra rahatladı ve hakim oldu ortama.
Umarım Yerdeniz Yayınları kapanmaz ve harika kitaplar yayınlamaya devam eder.
Salı, Temmuz 11

Te dua…
Aklım karmakarışık ve çok üzgünüm bugünlerde. Dokunsalar ağlayacağım. Adana’da değil. Burada ağlamam, dışarıda ağlayamam, benim yurdum onun, Bora’nın göğsü, biliyorsunuz. Öyle durup dururken ağladım, sarılınca. O da üzülüyor ben böyle yapınca. Böylesine açık ve dolayımsız durunca karşısında, sevgililiğin yanında bir tür ağabeylik de hissediyor sanırım. Bora, şu insanlık komedisine gülemeyecek kadar karanlık ve karışık düşünceler ve haller ve hislerin sahibi olmakla beraber, şu çılgın dünyaya aldırışsız kalabilecek bir duruşu edinebilecek çok net, analitik çözümler de sunabiliyor. Geçen sefer demişti ki yine benim hayat ezberim bozulunca, “Ne sanıyorsun hayatı? Hayat dediğin boş bir oda. Sen ne koyarsan içine, hayat da işte o, daha fazlası ya da azı değil.” Bu hoş düşünceyle rahatlayabilirim ve odaya koyduklarımı düşününce kendimi motive edebilirim daha iyileri için. Daha çok okuyabilir, photoshop, freehand öğrenip kendi tasarımlarımı yapabilirim, tekrar okumak istediğim Dostoyevski’leri bu sefer İngilizce’den okuyarak İngilizcemi geliştirebilirim, dikiş makinesı alıp dikiş öğrenebilirim, nihayet diplomamı Ankara’dan getirttiğime göre ehliyet işini halledebilirim…
Bora ile karşılaşmamız beni ağlatıyor hep… çocuklaşıyorum ve kimseye diyemediğim şeyleri, küçük büyük üzüntülerimi, sevinçlerimi anlatmaya başlıyorum. Tasalara dertlere çözüm bulmak için değil de anlatmak istiyorum Bora’ya… haber vermek, işte ben şu şu hallerdeyim demek. Dedi ki saçımı okşamayı kesip, omzumdan tutarak:”Senin gerçekle filan işin yok. Sen gerçeği kurguluyorsun, farkında mısın? Yıkıcı gururun ve hastalıklı alınganlığın yüzünden gerçek filan kalmıyor ortada. Çözümü de görmüyorsun doğal olarak.” Haklı olduğunu seziyorum. Bu konu üstüne düşüneceğim. İnsanın kendiyle ilgili her şeyi değiştirebileceğine inanıyorum artık. Kaldı ki onunla birlikte çok ama çok değiştiğim, hayatı daha iyi anlayabildiğim ve hayatın kat kat örgülü olduğunun, türlü türlü anlam katmanları bulunduğunun ayırdına varmamı sağladığı için de seviyorum Bora’yı.
Biz normal iki arkadaşken Cuma akşamları bize gelirdi. Arçil daha 3 yaşlarındaydı. Çok ama çok ısıtılmış evin sıcağından bunalsa da sesini çıkarmazdı; pencerenin yanındaki karşılıklı iki koltukta oturup yağan yağmura baka baka sohbet ederdik. O, bulunduğu mekana uyum sağlamanın bir nezaket kuralı olduğuna inanan biri. Ayrıca öyle sessiz bir uyumla durunca daha iyi izleyebiliyor insanları ve nesneleri. Limonlu çay ve bal sürülmüş mısır ekmeği ikram ederdim eğer ona hazırlamaktan çok zevk aldığım şölen tabakları için halim yoksa. O zamanlar da ona tüm bir haftayı anlatırdım. Ben telaşlı ve coşkulu, o sakin ve destekleyici çok hoş bir arkadaşlığımız vardı. Sabahın köründe, ona hazırladığım kanepedeki çarşafları filan toplamış gitmiş olurdu karşıya, Kadıköy’e. Yıllarca böyle sürdü. Hala hayret ederim, aramızda seksüel bir gerilim olmadan böyle mesafeli ve hoş bir arkadaşlığı sürdürmüş olmamıza. Çok sonra sevgili olduk. Beni çok ama çok öfkelendirdiğini, zaman zaman ondan ne kadar nefret ettiğimi şu an onunla aramızda olan 1000 km’den çıkarabilirsiniz. Ama şu hayatta kendimi düşününce, onsuz da düşünemiyorum manzarayı.
Bu haftasonu İstanbul’daydım, Arçil’i babasına, Burgazada’ya gönderdim. Pofuduk bulutlu gökyüzü, bahar esintisi, Bora’nın hoş konukseverliği ile inanılmaz güzeldi İstanbul. IKEA istilasını, Akmar Pasajını, Yerdeniz yayıncısını, Moda’da çay içmeleri, Fethi Paşa Korusu'nu, yaptığım vişneli çikolatalı nefis pastayı, kitapları vs yarına anlatırım artık.
Salı, Temmuz 4

Geçmişin yuvası bellek, kendi gizemli mekanizması ile her an görevde olan çalışkan bir bölge. Yaşayıp ettiğimiz ne varsa, ordan şöyle bir geçiyor; bazıları unutuşun boşluğunda kayboluyor, bazıları ise hiç ama hiç unutulmuyor. Yurttaş Cane'in ölürken, yaşadığı onca şeyi değil de taa çocukluğundaki Rosebud'ı, kar kızağını unutamaması gibi.
Belleğin kendi kuralları var, farklıysa, heyecanlıysa, korkunçsa yeri hazır. Yankı Yazgan diyor ki, Media Cat'in Haziran sayısında, "kayıt önceliği olan kuvvetli duyguları yaratan her olay, özellikle stres zamanlarında coşan vücut salgılarının etkisiyle, beyin üzerindeki uyarıcı etkilerini artırır. Kalıcılığı mümkün kılan mekanizmaların en önemlilerinden biri, uyarılan sinir hücrelerinin arasında bir bağlantı oluşmasıdır.
Bellek, beyin hücreleri arasındaki bağlantılardır. Bir hücrede oluşan elektriksel değişimin diğer bir hücreye aktarımını sağlayan sinaps (iki hücreyi buluşturan bir tür kavşak diye düşünebilirsiniz) iki hücrenin beraberliğinin aracısı olabilir. Beyin hücreleri aynı anda uyarıldıklarında hücreler arasında oluşan bağlantı, uyarılma tekrarladıkça kalıcılık kazanır. İki hücre arasında kalıcı bağ, uyaran tekrarlandıkça kuvvetlenir."
Yankı Yazgan devam ediyor:"Hareket, belleğimizin mükemmeliğinin bir sonucudur. Aynı mükemmelliyet, yürüyüşümüzü değiştirmeyi bile neredeyse imkansızlaştırır. Belleğin en silinmez izleri yüzümüzde, duruşumuzda, oturup kalkmamızda ve bazen şivemizdedir. Hayatımızın yaşanmış kısmının silinmez ve değiştirilmez yanlarını hareketlerimizde görebiliriz.
Belleğin sözle ifade edilebilen kısmını daha kolay kontrol edebiliriz. Geçmişi nasıl hatırladığımız, geçmişin hangi yanlarını ön plana çıkardığımız, hangi yanlarını untmaya çalıştığımız, biraz bize bağlıdır. Başkalarıyla paylaşılan sözler ise sadece bizim değil, sözü duyanın da belleğindedir. Biz unutsak bile o unutmayabilir."
Hayatımızı dolduran, nerden geldiğini anlayamadığımız bu his ve davranışlar, beynimizdeki binlerce hücrenin uyarılmasıyla oluşan belleğin işi kısaca.
Yukardaki fotoğraf keyif yapmayı seven oğlumun bir anını gösteriyor. Bazen ona bakınca sevinçten pır pır ediyor kalbim ve belleğime direktif veriyorum, bu anı sakın unutma, diye. Ama fotoğraf çekmezsem unutup gidiyorum. Umarım onun belleğinde yaşadığımız iyi anlar çoğunlukta olur ve geçmişi mutlulukla anar.

Budala mevzuu bitmedi.
Umberto Eco- Foucault Sarkacı, Tarot, Beatles
Kafamda her şeyin bir klasörü var. Şu an yüzyüze olsaydık, "budala"klasörünü açmış, hızlı bir tempoda, diyaframımı çoğu kez ayarlayamadan, insanda Türkçe'yi sonradan öğrenmiş izlenimi bırakacak kadar sözcükleri nesnelerinden kopartan bir vurgu ile ne var ne yok anlatıyor olur bu arada, konuşurken asla başka bir şeyle ilgilenmenize fırsat vermez, dahası gözlerinizi kaçırmanıza da müsade etmez, canınızdan bezdirirdim. Ama şimdi efendi efendi, medeni boşluklar bırakarak yazıyorum. Umberto Eco'nun Foucault Sarkacı'nı başka bir nedenle ele alacaktım. O, bir zamanlar hayran olduğum, okumaktan müthiş haz aldığım altın değerinde kitap, elimde pula dönüştü. Bazı kitaplar var, böyle. Ağlayasım geliyor o zaman, neden şimdi sevemiyorum? Neden hayatta mutlak olan şeyler bu kadar az? diye. Neyse. Benim elimdeki kitap, Umberto Eco'nun Can yayınlarından çıkan 1999 yılı baskısı. Kitabın 10. bölümünde sayfa 69'da, kahraman Belbo, "alık, budala, aptal ve deli" nin tariflerini yapar çalımlı çalımlı. ( Çalım iyi sözcük, Eco'nun çalım attığını, fiyaka yaptığını gördüm sonraki okuyuşumda. Bu gösterişi önemseyen, "birazdan edeceğim lafla bana hayran kalacaksın okuyucu" diyen yazarlar benim kafamdaki iyi yazarlarla örtüşmüyor pek. Bir tane daha var şimdilerde öyle bulduğum. Bunları sonra anlatırım.) Ama işte bu dört tanım hiç fena değil. Fırsat bulursam yarın ekleyeceğim buraya.
***
15.07.2006 tarihli ek.
Metin Bey bir link önermiş sitesinde, tesadüfe bakın ki konuyla doğrudan ilintili ve benim örnek okurdan nasıl ampirik okur'a geçip artık kitaptan beklenen hazzı alamadığımı bir bir açıklamış yazı. Bu kadar tesdüf olur. teşekkür edrim Metin Bey.
(...)
"Eco’nun geliştirdiği iki kavram örnek okur ve örnek yazar kavramlarıdır. Örnek okur, her şeyden önce metinle işbirliği yapan okurdur. Birtakım duyguların etkisinde kalmadan metni doğru bir biçimde yönlendirebilecek okurdur. Ama buna karşıt olarak Ampirik okur kavramını da ortaya atar Eco. Buna da bir örnek verir. Romanlarından birinde, birkaç bölüm boyunca kahramanın amcası ve yengesinden bahseder. Eco’nun çocukluk arkadaşı ona bir mektup yollayıp, romandaki bu kişilerin kendi amcası ve yengesi olduğunu söyler, çünkü onların hikayesi, romanda anlatılana tıpa tıp benzemektedir. Eco, arkadaşının düştüğü bu hatayı onun bu durumu yanlış anladığını, daha doğrusu yorumladığını belirtir. Onun düştüğü hata kendi yaşamıyla ilgili olaylar ve duygular aramasıdır.
“Demek ki, oyunun kuralları vardır ve örnek okur oyunda kalmayı bilen kimsedir. Arkadaşım bir anlığına oyunun kurallarını unutmuş ve kendi amprik okur beklentilerini, yazarın örnek okurdan beklediği tür beklentilerin önüne geçirmiştir.”Eco’nun bir başka belirlemesi, örnek yazardır. “Bir varmış, bir yokmuş” kelimeleriyle başlayan bir anlatı kendi örnek okurunu hemen belirlemiş olur. Okuruna yol göstermek için, örnek yazar türle ilgili özel işaretlerden yararlanır. Peki bir yazar ampirik olarak yorumlanabilir mi? Eğer, yazarların biyografileri eserleri anlaşılmak için okunuyorsa bu yanlıştır.
Eco kendi örnek okurunu, Wolfgang Iser’in “örtük okur”uyla birleştirir. Iser’in örtük okuru, metnin çok sayıdaki potansiyel bağlantılarını açığa çıkaracak bir okurdur. Bu bağlantılar, metnin ham maddesini işleyen zihin tarafından yaratılır, ancak metnin kendisi değildirler çünkü metin yalnızca cümlelerden, beyanlardan, bilgilerden, v.b oluşur. Bu etkileşimin metinde yeri yoktur, ancak okuma süreci aracılığıyla gelişir. Bu süreç, metinde biçim verilmemiş olan ancak o metnin niyetini temsil eden bir şeye biçim verir. Iser’in fenomenolojik bakış açısı, okura, metinlerin ayrıcalığı olarak değerlendirilen bir ayrıcalık vermektedir: Metnin anlamını belirleyecek tarzda bir bakış açısı belirleme ayrıcalığı.
Eco’nun örnek okuru, metinle işbirliği ve etkileşim içinde olan biri olarak belirmez yalnızca: Büyük ölçüde, metinle birlikte doğar, onun yorumsal stratejisinin çekirdeğini temsil eder. Bu nedenle, örnek okurların yetkisi metnin onlara aktardığı genetik şifrenin türünce belirlenir. Metnin içinde hapsolmuş kimseler olarak örnek okurlar, metnin onlara verdiği özgürlük aranında özgürlükten yararlanabilirler.Peki örnek okuru yaratan örnek yazar nasıl bir yöntem izler? Örnek yazar bir eylemde bulunur. En bayağı romanda bile anlatılanların okurların duygularını dürtükleyen bir yön verir. Daha romanının ilk cümlelerinde onların hangi duyguları hissetmesi gerektiğini belirler. Örnek yazar kendini ortaya koyar. Bunu utanmazlıkla yapar. Buna örnek olarak Calvino’nun "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yocu" adlı yapıtı gösterilebilir."
Eh, budala mevzu açılınca ezoterik eğilimi olanlara hemen çağrışım yaptıracağı üzere The fool kartını atlamamamız gerekir. Biraz anlıyorsanız Tarot falından, bilirsiniz; Kelt Haçı yöntemi ile açmışsam falı, The Fool kartı hep belirleyici kartın solundadır falımda. Yani ben sorumla ilgili olarak gene bir budalalık yapmaktayım demektir bu. Ama bakmayın en hoş karttır aynı zamanda budala. Bakın resme, tepelerde dolaşıp, dünyevi şeylerle de hiç ilgilenmeyen bilge bir hali olduğunu siz de göreceksiniz. Önündeki uçurumu görmediği için onu budala bulurlar. Ama bakın, sırtında tatlı güneş, bir elinde çiçek, diğerinde küçük çıkını, yine yola düşmüş. Sevimli köpeği de ne mutlu. Muhtemelen karşıdaki dağlara gitmesi gerektiğini düşünüyor. Nedenini allah bilir, tabi.
Bir de Beatles'ın güzelim bir şarkısı vardı. Eskiden dinlerdik. Belki tarot'taki bu kart için yazılmıştır bu şarkı da.
the fool on the hill
day after day
alone on a hill
the man with the foolish grin
is keeping perfectly still
but nobody wants to know him
they can see that he´s just a fool
and he never gives an answer
but the fool on the hill
sees the sun going down
and the eyes in his head
see the world spinning ´round
and nobody seems to like him
they can tell what he wants to do
and he never shows his feelings
but the fool on the hill...he never listens to them
he knows they´re the foolthey don´t like him
but the fool on the hill...
Pazartesi, Temmuz 3
Budala'dan Sponge Bob'a benzer tonlar, farklı keyifler
Şöyle düşünürüm: Zekanın ahlaki yükümlülüğü yoktur. Keskin zeka, kimin canını yaktığını önemsemez. Bilim adamını, yaptığı bombanın mükemmelliği ilgilendirir. Makro ekonomi dehası, işçilerin aç kalmasını umursamaz o mükemmel matematiksel ekonomi denklemini kurduğunda. Zeka tahammülsüzdür, evet ya da hayırdır. Daha iyi fikrin yoksa yolumdan çekildir. Karşısındaki can düşmanı da olsa eğer parlak bir fikri varsa, onu alkışlar. Hayranlığı kendine değilse, başka bir zekaya yöneliktir.
Ama benim derdim zeka ile değil, onun tersi olduğunu düşündüğüm budalalıkla. Kendi budalalıklarımı düşünüp geçmişle hesaplaşır ve gelecek için daha az budala olmaya gayret ederken, ailemin, kafamı karıştırmaktan başka işe yaramadığını söylediği kitapları düşünüyorum yine. Anneme göre bunca sevimli ve yetenekli kızının böyle tuhaf şeyler düşünmesi, hayatı boyunca böyle budalaca kararlar alıp böyle beklenmedik sonuçlara yuvarlanışının nedeni, hep bu kitaplar.
Fakülte 2. sınıfta Borçlar Genel Hukuku’ndan bütünlemeye kalmıştım. Yaz mevsimiydi ve İzmir Bostanlı'daydım. Adana’yı aratmıyordu İzmir’in sıcağı. Bembeyaz bir boşluk olarak düşünürüm İzmir’i nedense; bir sürü yollara açılan beyaz bir boşluk. Yine tanıdığım kimse yoktu ( demek ki ben aslında hep böyle yabaniydim biraz.) Sabah 10 gibi kalkıp, pastaneden poaça filan alıp çay demliyordum. Öğle sonuna kadar ders çalışıyordum. Chick Corea ve Supertramp’ın iki albümü vardı sadece. Onları dinler dururdum. Serinlik çıkınca Budala’yı açıp okurdum. Ecinniler’i daha sonra okuyacaktım. Ama nedense Budala bana İzmir’i hiç çağrıştırmaz. Bir bilgiyle İzmir’i, Karşıyaka’dan Konak’a vapurla geçişimi, dalgalı Varyant yolunu, Pasaport Kahvesini, Denizatı’nı düşünürüm. Ve tüm o beyazlık içinde Prens Mışkin kederli kederli bakar bana.
Saralı Prens Mışkin, tedavi gördüğü İsviçre'den beş parasız memleketine döner. İçi iyilikle doludur ve hep bir sınavdan geçmektedir sanki. Peygamberimsi bir uğraş içindedir erdemli olanı seçmek için. Kafası karmakarışıktır. Bu kaosun içinde iyi olmak mümkün müdür, yoksa bu biraz da budalalık mıdır? Ya da çekip gitmeli mi denizin dibine tüm bu günah, arınma, insanlaşma vs sınavlarından yorulup? Boşuna demedim denizin dibi, diye… Sizce kime benziyor Prens Mışkin? Ben onu, sevgi dolu oluşu, saf merakları, çevresini yadırgatacak dürüstlüğü, öyle komik denecek kadar abartılı görev duygusuyla… -hayır hayır elbette ben bir budalayım ama- bence Prens Mışkin, Sponge Bob’ın ta kendisidir. Evet arkadaşlar ileri gittiğimi söyleyeceksiniz ama itiraz istemiyorum.
Sponge Bob, Cumartesi- Pazar günleri sabah saat 9.30’da cnbc-e’de. Hafta içi orijinal alt yazılı olarak akşamüstleri de yayınlanıyor sanırım ama ben orijinalini izleyemiyorum. İşi gücü olan ciddi bir kadınım ben. Aklımdan Sponge Bob’ı geçirdiğimi söyleyemem o sıkıcı metinleri yazarken. Oysa biliyorsunuz ya beni, azıcık ama azıcık düzenli param olsa, işe filan gitmem, Arçil’i de o aptal okula göndermem, gazozlarımızı açar, bir güzel Sponge Bob izleriz. Ohh:)))
Bilmeyen var mı acaba Sponge Bob’ı? Onu nasıl anlatsam, bilmem. O bir Prens Mışkin! O bir, saflık, iyilik, sorumluluk, arkadaşlık… O bir görev adamı! Sponge Bob’ın yaratıcısı Steve Hillenburg aslında bir deniz biyoloğu ve öğretmen. Ama sonra çizgi film üzerine bir şeyler öğrenmek için sanat okuluna gitmiş ve biliyor musunuz, Steve de bir zamanlar, tıpkı Sponge Bob gibi bir deniz lokantasında, fırının başında çalışmış.
Steve, çok sevdiği deniz canlılarını çizerken fark etmiş ki şu türlü deniz yaratıkları içinde en acayibi sünger! (Çünkü bitki mi hayvan mı diye akılları karıştırır deniz süngeri. Hayvanmış.) Sünger ama, deniz süngerinin o yamuk yumuk şekli, pürtüklü dokusu hiç uygun değil istediği karakteri yaratmaya. Steve de bildiğimiz bulaşık süngerini kullanmış bunun için. Köşeli, tertemiz… tıpkı saf, masum, dürüst ve de uyanık SpongeBoy gibi. Bu arada aslında bizim SpongeBob’ın orijinal ismi SpongeBoy! Ama şu dünyalıların tescilli marka dedikleri hikaye yüzünden başkasının üstüne kayıtlı bu isim.
Deniz hayvanları için koku alma çok önemli bir duyu olduğu ve Sponge Bob’ın ananas gibi kokmak isteyeceğini düşündüğü için onu ananas evde yaşatmış Steve. SpongeBob’ın en yakın arkadaşı Patrick nasıl desem biraz alık ama ben onu da çok ama çok seviyorum. Patrick bir deniz yıldızı. Biraz obur ve tembel. Onun iyi kalpliliği bilinçsizliğinden; SpongeBob’ın ki ise peygamberimsi bir yaşam disiplininden kaynaklanıyor.
Sponge Bob’ın hem komşusu hem de iş arkadaşı biraz gösteriş budalası yarı- sanatçı Squidward ise aslında 6 bacaklı olması gerekirken, hayatın tüm yükü onun omuzlarındaymış gibi görünmesi için 8 bacaklı. Sponge Bob’ın ehliyetine baktığımızda onun 14 Temmuz 1986 doğumlu olduğunu görüyoruz. Yani Yengeç Burcu’ndan! 1999 yılından beri de Yengeç Burger’de çalışıyor. Bu arada, tarifi bir sır olarak saklanan yengeç burger büyük olasılıkla bitkilerden yapılıyor. Aksi halde Bikini Adası (Aslı Bikini Bottom) sakinlerinin bir kısmının yamyam olduğunu düşünmemiz gerekirdi. Bu arada Sponge Bob’un patronu cimri Bay Yengeç’i unutmayalım.
Yaptığı her şeyin en iyisinin yapmaya çalışan Sponge Bob şu aralar New York Çevre Koruma Departmanı’nın da denizilerin korunmasına yönelik çalışmalarında çocuklara yardım ediyor. Gördünüz değil mi, iyi ahlak sahibi olmak, ödev duygusu üzerine düşünmek, kolaydan para kazanmayı ayıp bulmak, günah- bedel denklemine kafayı fazla yormak, hayat beceriksizi olmak, kuşlara böceklere hayran hayran bakakalmak Prens Mışkinler’e, Sponge Boblar’a, tilki dolaştırmakla meşgul olmayıp şu kıymetsiz yazıyı okumaya vakit ayıran size ve görünen o ki bir de bana kalmış durumda:)))
Hoşçakalın, Sponge Bob’ta kalınnnnnn.
Cumartesi, Temmuz 1

Radikal Kitap Eki'nden
Geç kaldım size haber vermekte, işte akşam oldu. Radikal’in bugünkü Kitap eki harikaydı; almadıysanız hadi koşun alın, diyecektim. Ben de işe gidip dönerken otobüste okuyabildim. Arçil’le markette buluştuk, hızlı bir alışveriş yaptık. Ben 5 seferdir Carte D’or’un çikolata Karnavalı'nı alınca ve bugün telefonda, anne öğğgh geldi ya, başka bir çeşit alsana, dediğinde, ne yani ANTEPFISTIKLI (öğğğhh) mı alayım!? dediğimde, bir süre susup, buluşalım, dedi de ondan birlikte alışveriş yaptık. Otobüsten indiğimde, siyahlar giymiş bir çocuk ok gibi fırlıyordu, duran arabaların önünden. Yüreğim pır pır, taa uzaktan baktım ve beni görünce yüzünün aldığı sevinçli değişimi izledim. Resmi bir şekilde öpüştük. Sokakta sululuk yapamıyorum ona. Radikal bir değişiklik yaparak Vienetta aldık. Israrım üzerine tuzlu fıstık aldık. Arçil nedense hiç hoşlanmaz kuruyemişten. Benim içinse tuzlu fıstık yoksa bir evde, o evde keyif filan da yapılamaz. Çamlıca gazozumuzu buz gibi seviyoruz. Evet, ben kendi adıma çok zararlı besleniyorum bugünlerde. Sabahları da kahvaltı yapmayı bıraktım. Kahve içiyorum. Meyveyi az yiyorum. Kırmızı et yiyorum. Sporu da bıraktım. Ayrıca itiraf ediyorum, ketçapa da bayılıyorum. Yeşil çay da içmiyorum. Kurabiyeyi filan da karşı pastaneden alıyorum. Kim bilir içine ne kadar yağ koyuyorlardır. Beslenmedeki bu dekadans döneme son vereceğim, hayatım tekrar düzene girince. Bakmayın böyle dediğime, hayatım ev adresi ve iş adresi arasında geçiyor; kafamda çılgın bir karmaşa ile ben yine çoook düşünceli olsam da.
Arçil Discovery Channel’da, Mhyt Buster adında matrak bir bilim dizisi var onu izliyor. Filmlerdeki klişeleşmiş bazı aksiyon sahnelerinin ne kadar gerçek olduğunu deneylerle ispatlamaya çalışıyor bazı tuhaf tipli çatlak bilim adamları. Bunun için karı koca olan Buster ve Suzan ile kızları Suzie’yi (bir de oğulları var ama sadece bir programda sahne aldı, onu hatırlamıyoruz.) kullanıyorlar. Bu bir robot ailesi. Onlara isimleri ile hitap ediyorlar ve çok şükür deneyden sonra itina ile tamir ediyorlar. Robin Hood filminde, hızla giden o ok gerçekten ikiye ayrılabilir mi? (ayrılıyormuş), bunun için ok atan robot yaptılar önce... otomobildeki o kafası sallanan oyuncaklar var ya, hangi hızla gidilirse onların kafası kopabilir?.... Suyun içinde kaç metreye kadar dalmalıyız ki, peşimizdeki adamların bize sıktığı kurşunlar bizi öldüremesin? (2 metre)... bu ve bunun gibi bilimsel deneyler gösteriyor ki, Hollywood’un çoğu aksiyonu sahte.
Mola.
(Shrek'i 3. kez izliyoruz ve bayılıyoruz. Arçil basketbol oynarken ben sabah için kahvaltılık pide hamuru yoğurdum. )
Herneyse almadıysanız bile ben size Radikal’in Kitap ekine dayanarak alınması gereken kitap listemi takdim ediyorum daha da geç olmadan.
1- Gizli Ajan- Joseph Conrad, İmge Kitabevi
Conrad’ın karakter yaratma yeteneği bu kitapta da belirgin görünüyor. Tam anlamıyla bir siyasi roman klasiği. Hitchcock, “Sabotaj”filmini bu kitaptan esinlenerek çekmiş. Şu 11 Eylül felaketinin anlamsız nedenlerini anlamamıza yardımcı olacak siyasi gerçekleri Conrad, 1907 yılında kaleme almış. Conrad çok ama çok iyi bir yazar.
2- Fatih Özgüven, Bir Şey Oldu, Metis Yayınları
3- Ursula K. Leguin, Marifetler, Metis Yayınları
4- Sei Şonagon, Yastıkname, Metis Yayınları
5- Deniz Gürsoy, Deniz Tutkunlarına Tekne Sofraları, Oğlak Yayınları
6- Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında, Türkiye İş Bankası Yayınları (orijinal çizimleriyle!!!!)
7- Michael Gruber, Cadının Oğlu, Galata Kitapları
8- Kurt Vonnegut, Ülkesi Olmayan Adam (Hiçbir kitabı kalmamış bende. Hepsini tekrar isterim.)
9- Victor I. Stoichita, Gölgenin Kısa Tarihi, Dost Kitapevi (Resim sanatındaki gölgenin yolculuğunu anlatıyor.)
10- Giovanni Scognamillo, Canavarlar, Yaratıklar, Manyaklar, +1 Kitap Yayınları
Cem Akaş’ın Joyce yazısı güzeldi. Akaş güzel yazdığı için değil, James Joyce’dan alıntı yapmayı vs engelleyen Joyce’un torunundan yola çıkarak, bir sanatçının özel yaşamının korumacılığı onun yeni kuşaklar tarafından tanınmasını engelleyecek kadar bencilce kullanımına karşılık Joyce Araştırmacısı Shloss’un verdiği mücadeleyi de anlatıyordu.
Dergide Zadie Smith’in fotoğrafı vardı. Ne kadar güzel bir kadın.
Necmiye Alpay’ın köşesi, İngilizce’den dilimize yerleşen bazı sözcüklerin açıklanması ile çok faydalıydı.
Saramago’nun son kitabı, İsa’ya Göre İncil, Merkez Kitapları’ndan yayınlanmış. Saramago’dan alternatif bir İncil okuması için.
Patrick Radden Kefe, Echelon- Dünyayı Dinleyen İstihbarat Örgütleri kitabıyla, Echelon sistemini inceliyor. Rivayet olunur ki, Echelon sitemi dünyadaki tüm uydu, mikrodalga, cep telefonu ve fiberoptik haberleşme trafiğini izliyor ve Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın bilgisayar sistemine gönderiyor. Bu sistem en ileri ses tanıma ve optik karakter tanıma programlarıyla donatılmış durumda. Gerçi, muazzam harcamalarla ayakta tutulmaya çalışan sistemin, ülkesini savunan mazlum Iraklılar'ın karşısında pes ettiği ifade ediliyor. Yani sistem aslında verimsiz. Peki neden sürdürülüyor, öyleyse? Kitabı okumak gerek anlaşılan.
Polisiye, casus filmlerine bayılırım ama korku edebiyatını sevmem. Sinemasını da sevmem. Stephen King’i severim ama kitaplarını okumam. Artık yeter, kendimi tekrarlamak istemiyorum diyen King, son romanında cep telefonu ile öldürüyor. Açmayın o telefonu!!!:)))
Cep- Stephen King, Çev. Canan Kim, Altın Kitapları
Bedri Rahmi’nin Dol Kara Bakır’ı yeniden basılmış.
İpek Çalışlar, Latife Hanım kitabı ile Latife Hanım’ın aynasından Atatürk’e bakmış. Bu kadar sansürle ne kadar doğru yazılmıştır bilemem. Ama Latife Hanım’ın itibarının iadesi sağlanırsa böyle böyle, hoş olur.
Rembrant’ın hayatını anlatan bir kitap da çevrilmiş. Çocuğunun bakıcısı ile ilişkisi varken sonra hizmetçisi ile ilişki yaşayıp bu duruşuyla egemen değerlere karşı duruş görürüz. Böğğğ!!!
Son olarak Ernest Mandel’in “yeni polisiye” akımının tartışmasız en önemli ismi olarak nitelendirdiği, Keskin Nişancı ile tanınan Jean- Patrick Manchette’nin Türkçe’ye çevrilen iki kitabı var: ‘N’ Gustro Vakası ve ‘ Mavi Kanlı Prenses’. Yargılarına güvendiğim, A. Ömer Türkeş övgüyle söz ediyor. Listeye eklenmeli bu kitaplar da.
Kitap almayı düşünüyorsanız, bu liste yardımcı olur umarım. Ama ben size tatil için başka başka kitaplar da önereceğim.
Vienetta’nın limonlusu vardı eskiden. Artık üretilmiyor mu acaba? Çikolatalısı da çok güzel.
Hoşçakalın.