Cuma, Eylül 29


HAYRANIYIZ- Harvey Keitel
Teşekkür ederiz, Scorsese!
Peki, neden? Harvey Keitel’ı keşfedip, who’s that knocking at my door filminde oynattığı için. Yıl, taa 1967, ben bile doğmamışım daha. Asıl ününü mean streets filmindeki Charlie Cappa rolüyle yaptığını söylerler. Ben hiç hatırlamıyorum filmi. Ama muhakkak izlemiş olmalıyım. Bulup tekrar izlemeli. Peki neden? Çünkü biraz aşığız ona. Hep daha derine gidip, anlamaya çalıştığı, “iyi ama bir tuhaflık var bu işte deyip, görünenle ilgilenmeyip gerçeğin peşinden, hep de kadınlar lehine giden biri olduğu için.” Bakınız, Thelma ve Louise filmindeki komiser rolüne. “Ah, deriz ölmese kızlar da tanışsalar komiserle. Bütün erkeklerin öyle korkunç olmadığını anlayacaklar böylece”.
Ya, Theresa Russel ve Art Garfunkel ile oynadığı filmindeki rolüne ne demeli. Asıl ben kalbimi o filmle verdim ona. İsmini hatırlamıyorum filmin. Yine bildiğimiz kötü erkek modeli var; Art Garfunkel oynuyor onu. İntihar etmiş ve ölmek üzere olan kızın sevgilisi Art. Sinir krizinin eşiğine getirip intiharına sebep olduğu kızla, ölümün sınırındayken sevişmiş ve ölmek üzereyken de hastaneye bırakmıştır. Beklemeden de çekip gitmiştir, korkak! Kız boğazına delikler açılıp hayata döndürülmeye çalışılırken, yine komiser rolündeki Harvey Keitel, baştan savabileceği halde, kızın sevgilisindeki sapkın kötülüğü anlar ve araştırmayı ileriye götürür. Hiç kül yutmaz. Öfkesi mesleki değil, kişiseldir. Hassas kadın ruhumuzdan hiç öyle seviyeyi düşürmeden, kesintisiz anlar, sevgili Harvey:)
Scorsese’nin Robert de Niro ile ahbablığı ilerleyince bir süre kötü filmlerde oynar Harvey Keitel. Tarantino onun için 2. Scorsese oluyor. pulp fiction’da unutulmaz temizlikçi rolünde. rezervuar köpekleri'nde bir başka ince işçilik çıkarır.

Angelopoulos'un ulysses’in bakışı filminde, Balkanları bir baştan bir başa geçerken onun gözlerinden takip ederiz sancılı coğrafyayı. Onunla, teknede ırmağı geçen ve bir devrin kapanışını ilan eden Lenin büstüne saygı duruşunda bulunuruz.

Peki Wayne Wang’ın yönettiği muhteşem smoke filmine ne buyurulur? İnsan sarrafı, anlayışlı, halden anlar, espiritüel tütüncü karakteriyle yine sonuna kadar muhteşem, yine nasıl oluyorsa sonuna kadar kendisi.

İnsan öyle sakin olmalı ve öyle bakmalı, işin aslını, insandaki mucizeyi, iyiliği ve tabi kötülüğün doğasını anlayabilmek için… Harvey gibi bakmalı bir erkek.

En iyisini sona sakladım. Ah, o filmle benim kalbim her izleyişimde neden böyle hızla çarpar?Neden ben bir anda muhteşem, miniminnacık Holly Hunter olurum? Jane Champion'ın
The piano filmi, tabi ki olağanüstü fotoğrafları, kurgusu, senaryosu, diğer oyuncuları ile çok iyi bir filmdi. Ama şimdi konumuz Harvey! Harvey Keitel'ın tutkusunu hissetmek için romantik olmaya bile gerek yok. Tutku, böyle süssüz, hesapsız, bu kadar yalın olur muymuş? Olurmuş! Böyle baştan çıkarma sahnesi görülmemiştir. O sımsıkı kapalı, müzikten başka hiç bir şeyi olmayan Holly Hunter, ancak böyle baştan çıkarılabilirdi.
Pardon, Harvey Keitel, ilk filmi who is that knocking at my door filminde de, feribotta tanıştığı kızı baştan çıkarır. Tabi orada çok genç. Üstelik dini baskı, dini korku vs nedeniyle çocukluğundan gelen bir arazla, iktidarsız. Kovboy filmlerini, oyuncuları filan anlatarak kızı etkilemeye çalışır yeniyetme heyecanı ile. Kız etkilenmeye hazırdır, baştan çıkar ama işte şehvetsizdir bu baştan çıkma. Harvey, namusa, ahlaka vurgu yapar, evlenmeden sevişemeyeceğini söyler, iktidarsızlığını örtmek için.
"Baştan çıkarıcının günlüğü" adıyla, filmlerdeki baştan çıkarma sahnelerini anlattığım bölümde olacaklardı bunlar ama, Harvey söz konusu olunca, dayanamadım, sonra yine bahsedeceğim.

Harvey Keitel, ister iyi adam olsun ister kötü, hep güçlü karakterler çizer. Kadının kapısını aşk için çalan güçlü karakterdir Harvey. O nedenle hayranıyız kendisinin.

Çarşamba, Eylül 27


KİTAP-ANI
Oyuncak ev (Siyah Ev*)-Furuğ

Anımsamak bir hançer gibi deşiyor ruhumu. Sözü geçiyor ve ben aklımı hep oyalıyorum kuytu yerlerden hortlamasın bazı sözcükler, duruşlar, bakışlar, diye. Çocuk, onu oturttuğum pencere pervazında, terbiyeli ve dalgın küçücük elleriyle kuru üzüm yiyor. Hemen önündeki parke sokakta toplaşan ve birazdan yan evde oturan yaşlı kadının vereceği yemeği bekleyen kedilere bakıyor. Tırnaklarımı yiyip, sigara içiyorum pencerenin diğer kanadında. Delirebileceğimi biliyorum. Ölmek istediğime eminim. Bunu düşünür düşünmez gidip çocuğa sarılıyorum, “seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, değil mi?” çocuk oyun sanıyor, benden kurtulup kollarını sonuna kadar açıyor, "bu kadaar" diyor. Gülüyorum.

Kesin karar vermiştim ayrılmaya, o abuk sabuk, yanlışlar, üzüntüler ve kavgalarla dolu evi terketmeye. Çok büyüktü ve konforluydu evimiz. En alt katta çocuğun bakıcısı yaşıyordu. Diğer iki katı paylaşmıştık. Baba-koca olarak, gittiğim o küçücük, kötü evde yaşayamayacağımı, bir çocukla tüm bu yaşamı idare edemeyeceğime inanıyordu. Nasılsa eve geri dönecektim. Büyük eve bir-kaç sokak mesafedeydi, "oyuncak ev" demiştim çocuğa. Bütün oyuncakları ortalıkta bırakacaktık ve elbette, sadece oyun oynayacaktık. Evin havası zehirliydi. Kokuyordu. Çok, çok üşüyordum. Havadan olmadığını biliyordum. Yalnızlar üşür, dedi baba-koca, Kafka’dan mütevellit bir duyarlılıkla. Sonra süslü, güzel yazılar yazdı, buna ilişkin. Herkes okudu. "Vay be!" dediler. Sonra korkulu rüyalarımı aldı, onlardan hikayeler yaptı. Sevgilisine ithaf etti; kitabın bir nüshasını da bana gönderdi, üzmek için.... Ah! erkekler, içim sıkılıyor. (Sözcükler bazen ne kadar çiğ. Hiç tarif etmez insanı, hayatı. Birine sözcükleri nedeniyle aşık oluruz. Başka bir kadın sözcüklerinden ölmüştür onun, nefretle.)

Çocuğu büyük eve, bakıcısına bırakıp, işe gidiyordum ve bazı akşamlar uyuyakalan çocuğu orada bırakıyordum. O akşamlar, artık, siyah evdi. Aklım, bedenim paramparça. Ne telefon vardı ne de bilgisayar. Evdeki sessizliğe, içimdeki boşluğa çığlık atmak istiyordum hep. Ruhum biraz yükselsin, şu nefes alamadığım hayatın dışına biraz olsun çıkabileyim diye sadece şiir okuyabiliyordum...
Sadece Furuğ.

gece gündüz neyin peşindeyim
bilmem ne isterim tanrım
neden yanan kalbim sönmüştür
ne arar benim yorgun bakışlarım
sığınıyorum sessiz bucaklara
tanıdık herkesten kaçıyorum
bakışlarım karanlıkta yüzüyor
hasta kalbimi dinliyorum

Ben Furuğ okudukça siyah evde, büyüdüm. Kadın oldum. Hayatın hoyratlığına karşı ne kadar narin olduğumuzu anladım ama dayanabileceğimi bildim. Baba-kocaya sonuna kadar direndim. Baba-koca, bir baba olarak gururlu "aferin" dedi. Koca olarak, “sana hiç yardım etmeyeceğim, madem ki bu kadar güçlüsün.”

Karanlık bir işaret olan varlığımın hepsi

kendinde tekrarlayarak seni
biteviye çiçeklenen gündoğumuna götürecektir
ben bu işaretle sana ah çektim, ah
ben bu işaretle seni
ağaca, suya ve ateşe bağladım.

Bülent bana Furuğ’un sonsuz günbatımı kitabını hediye ettiğinde 21 yaşında olmalıyım. Dünya küçük, ben güçlüydüm. Okuyordum ama sözcüklerin kalbine nüfus edemiyordum. Oysa Bülent aşıktı Furuğ’a. Ben, gülüyordum. Furuğ okurken yaşım 27’diydi. Tam zamanında açmıştım kitabı... Anlamıştım: Delirmeyebilirdim. Ölüm de o kadar güzel olmayabilir. Gülmüyordum artık öyle nehir gibi kendiliğinden, kaygısız.

Ve bu benim yalnız bir kadın
Soğuk mevsimin eşiğinde
Yeryüzünün kirli varlığını anlamanın başlangıcında
Göğün kederli ve yalın ümitsizliğinin
Ve bu çimentolu ellerin güçsüzlüğünün

“Ah” dedim “Arçil, ben seni o kadarcık sevmiyorum” Açıp uzun kollarımı kocaman
“bak seni ben bu kadar çok seviyorum.”




* Furuğ’un, İran’ın kuzeyindeki bir cüzzamlılar evinde çektiği ve tüm dünyada yankı bulan belgeselin adı.

Pazartesi, Eylül 25



KİTAP ANI- ARI MAYA
İlk kitap... kör talih

Ablam kızının o kadar da kitap okumasını istemiyor; benim makus talihim ile kitaplarla haşır neşir olmam arasında bir bağ kurarak. "ben" diyor, "kızımın, mutlu olmasını istiyorum. Bu kadar basit." Eh, ona yanlış bir fikir içinde olduğunu söyleyemem. Hem aramızdaki saygılı mesafeyi korumak isterim; hem kimseyi bir fikrin doğruluğuna ya da yanlışlığına ikna edecek inancım, enerjim yok!

Her ne kadar genel görüşe göre kötü bir evlilik yapmış, daha sonra hiç sevmediğimi anladığım bir konuda eğitim almış, hazırlıksız çocuk yapıp feleğimin şaşmasına izin vermiş, kariyer yapmaya elverişli işyerlerinden eyvallahsızlığım yüzünden geri dönülmesi imkansız şekillerde ayrılmış... bütün kalelerim zaptedilmiş, bütün tersanelerime girilmiş, bütün ordularım dağıtılmış olsa da bahtsız filan değildim. Muhtemelen yine eleştirilecek korkunç bir hatanın içindeyimdir şöyle kapıdan çıkıp insanları dinleyecek olsam. Ama öyle değil.


Bazı kadınlar konuşur, tipim değil filan derler, erkekleri tasnif ederken. Benim tipim, kitap okuyan, zeki ve espri yeteneği gelişmiş bir erkek oldu her zaman. İlkeli, ahlaklı, alçakgönüllü olmalı, bir de. Küçük şeylere gönül indirmemeli. Mal varlığı olarak da kocaman kütüphanesi varsa, kalbim çarpmaya başlar, gözüm ondan başkasını görmez olur. Solcu olması da allahın emri... işte yakınım olan insanlara göre bu duraklarda heba olup gidiyorum:) Anneme, kafası çalışan bir erkekle beraber olmanın zor ve zaman zaman yıkıcı olduğunu ama gönlümden de başkasının geçemeyeceğini söylüyorum. Yere göğe koyamadığı kızının da bir o kadar geçimsiz, alıngan, huysuz olduğunu, hiçbir ilişkide bir tarafın %100 masum ya da hatalı olamayacağını. "Ben" diyor, "babanızı idare etmesini gayet iyi bildim." (Onlar birbirine hala aşık olan çiftlerden. Ona göre babam çok zeki, kendisi de bir ilişkiler uzmanı. Hiç de öyle değil bence.)


Buna göre, makus talihimin başlangıcı, Arı Maya kitabı. Ders sırasında okuyordum, kitabı öğretmenim vermişti. Şöyle bir endişe içindeydim: Dudağımı kıpırdatmadan ve satırı parmağımla takip etmeden okumalıyım. Doğru. Doğru ama ya öyle dümdüz sayfaya bakıp okursam ve öğretmenim benim okuduğumu düşünmezse! Onu kandırdığıma ilişkin bir fikre kapılırsa! Bir an bile olsa! Kitap bitince öğretmenim dedi ki, "bir daha dudaklarını kıpırdatma okurken, sonra parmağınla da takip etme artık. Okuma yazmayı iyice öğrendiniz, canıım."

Ah! Ah!


(Bu arada öğretmenimin ismi Bekir'di ve soyadında da Yıldırım vardı. İstanbul'a gelip Üsküdar'a yerleştiler. Şimdi orada yaşıyorlar. Bekir Bey ile ne zaman konuşsak, sevgili öğretmenim de şöyle bir aklımdan geçer. Bizim Bekir Bey'i Üsküdar'ın ahşap evlerinin önünde kedileri beslerken görür gibi olurum:)

Perşembe, Eylül 21

Bekir Bey,
Tina'lı yazıya eklediğiniz yorum öyle sevimli ki buraya da taşımama ses çıkarmazsınız umarım.

"Merhaba Peri Hanim,
Tina ile ilgili olarak ailemize teveccühünüzden dolayi tesekkürler. Şımartıyorsunuz bizim delikanlıları ve bendenizi. Bu işler Kismet meselesi; öyle ya o da görumce olacak..:) Onlardan acılmışken, alın size dünden komik bir an: Sırt üstü yatmış kanepeye, TV seyrediyordum. Bulut (buyuk Iran) üzerime atladi, oturdu. Onu goren kiskanç kiz Kismet de atladi, tam onunla yuzum arasindaki on koltuga yerlesti. Ve onu goren Kader de toplantiya katildi gogsumun uzerinde yerini alarak. Bulut Kader'i, Kader Kismet'i Kismet'te benim cenemi, burnumu yapamaya basladi. Ve boylece hepmiz de tertemiz olduk..:)

Bir kucuk ankedot'ta bugunden. Sokağa ciktim, epeydir ihmal ettigim dostlara yiyecek dagitiyordum. Arka sokaktaki bir grup, pisi, pisi yaptigimda agaclar arkasindan, arabalarin altinda ciktilar etrafimda yerlerini aldilar. Onlara yiyeceklerini verirken baktim bir tane fat-cat, son model bir Mercedes Benz'in uzerine yatmis gunesleniyor; yiyecek falan umurunda degil. Soyle bir baktim kodamana, "hadi bakalim, dunya sana da kalmaz" dedim.

Bunlarin hepimize de Chihuaha'dan daha bile yakin oldugunu dusunerek paylasayim dedim. Umid ederim hersey iyi gidiyordur kizevinde de.Hepimizden hepinize sevgiler..

Bekir l. Yıldırım"






önce











ve sonra (eyvah! bir şeye kızdı ama neye!?)






Sevgili Bekir Bey,
İnsan canı sıkkınken bir kedisi olduğuna şükrediyor. Yoksa bugünlerde bir neşeyi yelpaze gibi suratıma sallıyorum ama bırakıverdiğim zaman kapkaranlık bir kedere düşüyorum. O zaman Tina akılalmaz, hiç bir açıklaması olmayan hareketleriyle ya güldürüyor ya rahatlatıyor ya da canımı acıtarak, bir çığlıkla kendime gelmemi sağlıyor.

Artık o kadar okşanmak istemiyor ve neyse ki günün yarısı, kucağıma gelmek için peşimde dolaşmıyor. Yine etrafımda şimdi ama bu kez oyun için. Evde ne yaparsam yapayım mutlaka baş rolde. Yatakları düzeltmek en sevdiği oyun. Çarşafları sererken altına girip saklanmalar, altından girip üstünden çıkıp işimi güçleştirmeler, yastığı yerleştirirken tüylerini kabartıp, yan yan yürüyüp koluma saldırmalar... 5 dakikalık işi 15 dakikada ancak yapabiliyoruz. O da Tina isterse. Sonunda yorulup bir anda yatağın ortasına yatıp temizlenmek geliyor aklına çünkü. İşimi bitirip odadan çıktığım anda sağ ayak bileğime saldırıyor, kimbilir neden. Akşama kadar zaman zaman sürdürüyor bunu. Bora'ya göre beni, kardeşi ya da arkadaşı sanıyor. Bu evde onun eşiti benim.

Bu sabah, erken saatlerde kahvaltı ederken, sırayla benim ve Bora'nın kollarını hafif hafif ısırıp konuşur gibi bir ses çıkararak çocukları kahkahaya boğdu. Kalkıp eski mamasını döküp yenisini koydum. Hayır, sorunu bu değilmiş (eğer bir sorun varsa tabii). Kolumu bir kaç kere daha sinirli ve sert şekilde ısırdıktan sonra bu kez sırtını güvenle bana dayayıp yalanmaya başladı... Canımı acıttığını, beni bir kavgaya davet ettiğini unutarak.

Böyle bizim Tina, tam kız! Ne istediği, ne demeye çalıştığı, neyle mutlu olacağı hiç belli değil. Hemencecik bozulan dengeleri, lütfeder gibi teşekkür edişi, isteklerini buyurganca bildirişi... Olsun! Kapıdan içeri girdiğimizde bize varlığıyla hoşgeldin, dediği, çocukları bir anda güldürdüğü, berbat hale getirdiğimiz dünyasını bizimle paylaşma yücegönüllülüğü gösterdiği ve hizmetlerimizi kabul buyurduğu için ona minnettarız:)

Görüyorsunuz ya, hiç yalan yok bizde. Tina size gelin geldiğinde hiç kötü sürprizle karşılaşmayacaksınız. Her şeyi biliyorsunuz nasılsa. Yalnız şöyle bir isteğimiz var, utanmadan söyleyelim. Tina ufak tefek, narin bir kız, belki fotoğraflardan belli olmuyordur. Veteriner, fazla büyümemesini normal buldu ama belki bebekken yaşadığı trafik kazası yüzünden onda bir araz kalmış olabilir, diye düşünüyoruz. Bu nedenle damat adayımızın iri yapılı olanını değil narin olanını tercih ediyoruz. Heybetli İran kedisi Bulut'la komik bir fotoğraf veririz herhalde. Kader Bey'e yoğunlaşmış durumdayız. Doğal ki fotoğrafları gördükten sonra net kararımızı bildiririz.

Kader, Kısmet, Bulut ve Bekir'e hepimizden sevgilerle...

Salı, Eylül 19

Resim Anı- Edward Hopper

Bu resimde bir yalnızlık var

Eğer yeterli zamanım olsaydı, onca ressam arasından, Bora’nın en çok Hopper’ı sevdiğini bulabilirdim. Buna gerek kalmadı. Evine ilk kez gittiğimde, çalışma masasının karşısında Hopper takvimini farkettim. Kütüphanesinde de diğer ressam kitaplarının yanında daha heybetli duran Lloyd Goodrich tarafından hazırlanmış Hopper kitabı bana bakıyordu. Ben, bir kişinin sevdiği eserlerin mahrem bir bilgi olduğunu düşünürüm. Falcının farkettirmeden aldığı bir bilgiymiş gibi mahçup olurum ve fakat çok da heyecanlanırım. İnsanın özel hayatı, kütüphanesidir. Bora o zamanlar merak ettiğim bir insandı. Hala da öyle ya. İyi ki bir yaz sıcağında gelmişim evine ve iyi ki güneş duvarlarda geziniyormuş. Öyle baktım Hopper'ın resimlerine… Bora'nın ruhuna… ve bu korkunç yalnızlık beni dehşete düşürdü. Yalnızlığın böylesine sinmesi her şeye ve kanıksanıp normalleşmesi. Hiç gösteriş yok. Olabildiğince yalın ve gerçek. Bunu yapabilen az ressam, buna dayanabilen de çok az insan var. Eğer hayatı en temel gereksinimlere, saf bilgiye, gerçeğin en pure haline göre biçimlendirebilsek, sözde ya da bakışta bile tasarruflu olabilsek, Bora çok mutlu olacak. Bunun aslında nasıl sevinç ve huzur verdiğini bilebilir; samimiyetsiz olan pek çok şeyle ne çok yorulduğumuzu anlayabilirim. Ama ben inatçıyım ve zihnim kuşkularla bulanık.

Çok sonra, bir sevgili olarak geldiğim aynı evin duvarlarına, takvimin her sayfasına çerçeve yaptırıp, astık resimleri. Şimdi o kadar kasvetli görünmüyor. Verdiği yalnızlık, boşunalık duygusu ile yanyana değil. Hopper’ın en bilinen eseri nighthawk. Orada, iki caddenin birleştiği köşedeki café’de, zamanı oyalayan birbirini sevmediği belli olan çift, arkası dönük, çevresiyle ilgilenmeyen yaşlı adam, işini yapmak dışında bir neşe vermeyen beyaz üniformalı garson yaşıyor. Şimdi oradalar, geçmişlerinde ya da geleceklerindeki gündelik, boş, sıradan hayatlarının kasvetini taşımaktalar.

Bora’nın en sevdiği Hopper resmi ise gas station. Ona Dürrenmatt'ın the pledge adıyla filme de çekilen ve Jack Nicholson'ın yine muhteşem oynadığı kitabını anımsatır. Filmin karabasanı ile birlikte katmerli bir yalnızlıktır tablonun Bora’ya hissettirdiği. (Bana anımsatmaz. Hopper’ın hiç bir tablosu bir olayın akışını düşündürtmez.
Zaman resmedildiği anda durmuş ve izleyeni o korku veren
yalnızlığa hapseylemiştir gibi gelir. Uzun süre resme bakamamam bu yüzdendir.)
Hopper'ın denizden eve ya da deniz feneri eve dönen küçük yelkenli, sandallı tabloları daha neşelidir. Neticede kara parçasına, ışıkları yanan bir eve dönülmektedir. ( ya da denizden deliler gibi korkan benim için bu böyledir.) Deniz doğasının bir parçasıymış gibi rahat olan Bora için de şenlikli resimlerdir bunlar.



Ben room by the sea resmini severim. Bu resim bir büyük resmin parçası gibidir ve bu nedenle giz dolu gibi görünmesine rağmen benim için her şey bir parça daha güvenlidir sanki.



Hopper tüm tonlarıyla Bora demektir benim için. Bir yerde resmini gördüğümde, sahibine teslim etme görev duygusuyla Bora'ya gösteririm. Resme, Bora’yı anlamak için bakarım, onun ne gördüğünü hissetmek için.

( kendi ajan duygularım başka bir bilinç düzleminde not almakta ve eğer konu hakkında bir zaman sonra Bora ile didişmek gerekirse malzeme toplamaktadır tabi:) Kafamın içinde küçük küçük kağıtlara yazılıp uçak yapılıp uygun zamana fırlatılmış böyle bir sürü bilgi var:))

Sevgilerimle.


Pazartesi, Eylül 18












AİLE HALLERİ-1

TATİL BİTTİ

Arçil 13, Atakan 11 yaşında. 7. ve 5. sınıfa başladılar. Hatırlatılmayınca ders çalışmayan, sorumluluk almaya pek de istekli olmayan çocuklar. Sürekli dikkat ve özen istiyorlar. Dersleri fena değil, kitap filan da okurlar, bilgisayardan da iyi anlarlar, yürüyüşe gidelim desen, heyoo gibi sevinç sesleri çıkarırlar ama insanı korkutan bir yönsüzlükleri var sanki. Bu yaz tatil yapamadılar. Atakan Eylül boyunca uyanır uyanmaz her sabah önce gökyüzüne bakıp sonra kahvaltı hazırladığım mutfağa gelip, "bugün havuza gidemez miyiz?" diye sordu. Hayır, dedim hep. Hem havalar serindi hem de iki hareketli çocuğu tek başıma havuzda kontrol edemem diye korktum. Belki bayram tatilinde gideriz.

Dün odalarından bilgisayarı kaldırdık. Temizledik. Yeni kütüphane kurduk, defterleri kalemleri ortaya çıkardık. Herkes işi paylaştı. Şenlikli bir gündü. Gece heyecandan uyuyamadılar. Sabah 6.00 da kalkıp kahvaltıyı hazırladım ve kapılarını açar açmaz fırladılar. Biraz abartılı bir neşe vardı sofrada. Sesimizi çıkarmadık. Güzelce giyindiler. Sıkıcı bir iş yüzünden sabahlayan yorgun Bora ile birlikte çıktılar. Onlar okula, Bora işe.

Öğleyin onları almaya okula gittim ve o kalabalığın arasından ikisini seçmek hoşuma gitti. Alıp eve getirdim. Birbir anlattırdım ne olup bittiğini. Simit, peynir ve süt servis ettim. Bir kaç kitap kapladık. Sonra mola istediler. Bir iki kez kızdım odada oynayıp terledikleri için, yeni atlet giydirdim. Akşam yemeğini yaptım.

Biraz daha kitap-defter kaplamak için devasa sehpamızın başına geçeceğiz. Arçil gelecek hafta, okuldan döndükten sonra biraz dinlenip yürüyerek dersaneye gidecek. Çok uzak değil ama kaygı vermeyecek kadar da yakın değil.

Dayanıklı olmayı gerektiren zorlu bir yıl daha. Bora'da ben de çocuklar için çok çalışıyor, çok yoruluyoruz. Bir kitap hakkında hoş bir yorum yaptıklarında, bir durum karşısında karakterli bir tavır aldıklarında öyle çok seviniyoruz ki. Galiba onca zorluğa değecek diye düşünüyoruz.
Tüm dileğimiz düzgün adamlar olmaları.

sonbahar iklimi düşündürür. dikkati gökyüzüne çevirir.
sonbahar'ın bulutları gibisi yoktur. rüzgar da eser. doğanın bu cömertliğine, giderken güzel olmayı bilmesine hayran kalırız. içimizden seni seviyorum, demek gelir hep... her koşulda, her zaman ve her yerde. şimdi, göğe bakalım.


GÖĞE BAKMA DURAĞI

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla bu evleri de bunları da
göğe bakalım
falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
inecek var deriz otobüs durur ineriz
bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya
herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
beni bırak göğe bakalım
senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
seni aldım bu sunturlu yere getirdim
sayısız penceren vardı bir bir kapattım
bana dönesin diye bir bir kapattım
şimdi otobüs gelir biner gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat
durma göğe bakalım

TURGUT UYAR

Pazartesi, Eylül 11

sea bird hotel-kıbrıs
(ilgili ve faydalı siteye gitmek için fotoğrafa tıklamanız yeterli.)
Sözcüğün manzarası herkese göre değişebilir tabi. TATİL sözcüğü bana harcıalem görünür… neredeyse hafifmeşrep. Benimki tatil değildir ve yaratmış olduğum uygun bir sözcük de yok.

Belki de, belki değil, öyle: Tatil eğer bir kültürse bende ondan yok. Zira fazla tatil yapmışlığım da yok. Bende tatilden çok tatil hayalleri var. Anormal olanı ve çok yorgun olduğum ender zamanlarda kurduğum hayal şu: Yan gelip yatmaktan hazzetmiyorum ama örneğin bir kaç yıl bitkisel hayata girip dinlenme hayalim var. Beyaz ve steril bir odada. Benim şuursuz bedenim de dezenfekte edilmeli tabi. Ölü olmanın yükü ve tahribatı bile yorucu olduğu ve birkaç yıl dinlenmek hayatın kendisine katlanma gücünü toplayabileceği için… Bu hayalin kendisi bile dinginleştirip uyutmaya yeter o yorgun hissettiğim gecelerde. Hayır, müzik de yok.

Bir bahçenin kendisi de tatil hayalimin diğeri. Nar, incir ağaçları varmış. Belli ki güneyde bir bahçe bu. Bu tatil hayali kokusu ile var. Sabah, kuşlardan önce kalkmışım ve evet yeşil çay içmeli ama hayalimde kahve varmış elimde. Çiğ düşmüş yaprakların, çürümüş otların, açmakta olan çiçeklerin kokusu varmış. Sonra kuşlar uyanırmış. Ben günün efendisiymişim ve dilsizmişim. Bu hayalimde hiç konuşmuyorum. Kış sabahları çorba yapıyormuşum bahçeye bakarak (evet evet buğulanır camlar ama buğuyu silip görebilirim). Dışarıdan gelen üşümüş insanlar için sürpriz bir hoşlukmuş bu. Ben konuşmazmışım ama huzurluymuşum, huzur verirmişim. Aaa yaşlıymışım tabi bir de.
Sonra bir başka tatil hayalimde, okuduğum kitapların "yerlerine" gidermişim söz konusu olan mevsimlerde. Aslında mesleğim de buymuş. Petersburg'a, Prag'a, Dublin'e, Mississipi'ye, Pasifik Adaları'na, Londra'ya, Paris'e ve daha da gizli, küçük yerlere gitmemin nedeni bir kitabın coğrafyasını tetkik edip, gerekli malumatları toplayıp, neşir edilsin diye mecmuaya yollamakmış:)

Bora’nın tatil hayalleri de var benimsediğim. O genişliği sever. Denizi ve kar yağmış ovaları. Deniz fenerleri araştırması yolculuğu ona göredir, mesela. Deniz fenerlerinde konaklamak, yalnızlığın tuhaflaştırdığı deniz feneri bekçisi ailelerin konuğu olmak... ya da Sibirya Ekspresi’ne binip yolculuk günlüğü tutmak. Bu hayaller beni kedi gibi uyuşuk hissettiriyor. Kıvrılıp uyumak istiyorum ta hayalin başında… Düş görüyorum: yüzümde Bora’nın avuçları, “Bak" diyor, "bak! Işık ne güzel kırılmış karın yüzeyinde. Gördün mü? İşte Kuzeyde ışık böyle kırılır atmosfere girdiğinde. Biz bu ışığı görmek için geldik. Şimdi görüyoruz.”

Gitmek istediğimiz bir yer var. Kıbrıs’ın en uç noktasında. Eski bir karakol pansiyona çevrilmiş. En yakın yer, 1 km ilerdeki, rahibelerin ve iki polisin yaşadığı Aziz Andreas manastırı. Konfor yok. İnsan sesi yerine dalga sesini ve kendi sesini tercih edenler için birebir. Balık bol. Biz içki içmiyoruz ama sevenleri için o da var. Kitap okunur, balık tutulur, yürüyüşe çıkılır, bezik ya da domino öğrenip, oynanır, geceleri polisiye kitaplar anlatılır, sır verilir, gizli sırlar açığa vurulur, itiraflarda bulunulur... bu sırada koca dalgalar kıyıyı döver, komşumuz rahibeler gölgelerden çekilir, şişman polisler iskemlelerinde uyuklarken, korkulu düşlerden irkilerek uyanıp, ayaklarını sürüyerek soğuk yataklarına gider ve daha bir sürü şey.

Arayıp konuştum, günlüğü 50 mecidiye Metin Bey. Bu tatiliniz kötü geçti ama gelecek tatiller için size de keyif vereceğini düşündüğüm bir öneri. Değil mi? (Deniz diyince insanın aklına hep yüzmek gelmez. Deniz sizin de sözcüğünüz olabilir, rengi, sesi, yüzeyi, canlıları, genişliği, korkutuculuğu, sahiciliği, oyun sevmezliği, güven vermezliği vb çağrışımlarıyla).

Salı, Eylül 5

işte karşınızda, çılgın kedi Tina!!!!.
şu an bilgisayar ekranının arkasından tüm başı göz kesmiş bana bakıyor. iklime karşı benim kadar hassas. havalar serinlediği için mi bilmiyoruz, sürekli bir kucaklanma ihtiyacı içinde. bu beni fazlasıyla bunaltsa da içten içe bir şefkat yumağına dönüşüyorum. iki yumak olarak siyah iskemlemizde oturuyoruz. ben, kucağımda sırtının üstüne yatıp kollarını açmış tina'yı bahane ederek çay servisini bora'ya bırakıyorum çoğu kez:)




ne kadar şımarık yarabbim! daha el kadar bir şeyken tüm elimi ve ayak bileğimi çizik içinde bırakmıştı. onun küçük bir isteğini reddetmek, içini kinle doldurmaya yeter. hafızası da çok iyidir. canımı acıtıcıncaya kadar aramızdaki savaş sürer ve ne zaman ki ben, ah! derim içi rahatlar, kucağıma kıvrılıp yatar. komik denecek kadar nankör. kanepelerimizin yüzünü değiştirmekten iflahımız kesildi. veterinerinin ısrarlı kuru mama diyetine hiç yüz vermiyor, yine de tazeleyip duruyoruz tabağını, biraz kilo almasını istiyoruz çünkü. çok narin.

yaş mamasını da artık ben evde olduğum için az az, taze taze servis ediyorum. her kutuda çeşidi değiştiriyoruz, sıkılıyor.

kedi dediğin bu kadar ilgi ve bakımla, hiç değilse daha az tüy döker, güzelleşir, yumuşakbaşlı olur, ne bileyim, azıcık evin kurallarına uyum gösterir, değil mi? hayır efendim, ne münasebet! prenses tina'ya kural koymak, başından, onun tüm dikkatini oraya çekmek demek.

birgün bir arkadaşı olmasını ve bebek sahibi olmasını istiyoruz. o nedenle kısırlaştırmadık. ama arkadaş istediği dönemlerde evin içinde durulmaz sesinden. sanırsınız ki çok flörtöz, hayır canıım, pencereden kedi gördüğünde, yavaşça perdenin arkasına geçip, kımıldamadan pür dikkat inceler. kuş avlamak için de bülbül sesini kullanır. sesini titreterek, güya masumca öyle bir çağırışı var ki kuşları balkona...

zihninde hınzırlık yoksa merak var. her şeyi, hiç bir ayrım yapmadan, umutsuzca ve hiç bir sonuç elde etmeye çalışmadan merak eder.

şimdi, kanepenin ağır kanepenin arkasında, kütüphanenin boşluğuna girmiş sesleniyor bana. bir tür saklambaç oynamak istiyor. ben onu bulmuş ve şaşırmış gibi yapmaya gidiyorum.

kader, kısmet ve bulut'a sevgilerimizi iletiyoruz. biz de fotoğraf görmek istiyoruz. fotoğrafların içinde danny de olursa çok seviniriz.

Pazartesi, Eylül 4


KİTAP-ANI
dostoyevski- karamazof kardeşler&yatılı okul

“Kuran’ı, Kant’ı (Mutlak Aklın Eleştirisi),
özellikle onun Felsefe Tarihi’ni gönder bana.
Geleceğim bütün bu kitaplara bağlı.”
*


Son romanından sonra, aklındakilerin henüz yirmide birini bile yazmadığını söyleyen bu deha ile 13 yaşımda Türkçe ödevim için seçtiğim "Beyaz Geceler" kitabını saymazsak (saymayalım da. Öğretmenin kuzusu okulun birincisi bana, sanırım ki seçimimi kibirli bularak 60 vermişti öğretmenim.) "Karamazof Kardeşler” kitabı ile tanıştım. Ne zaman? 15 yaşımda. Nerede? Görkemli bir taş binanın bodrum katında.

Üç yıl okuduğum yatılı kız lisesini, düşlerime bile girmeyecek kadar dışımda tuttum. Hakkında, iyi-kötü, gerekli- vahşi hiçbir tanımlama yapmadım, hiçbir iç döküşümde rol vermedim. Her tür eğlenceyi, keyfi, çocuksuluğu reddeden, her saniyesi askeri bir disiplinle linç edilmiş yatılı okul günleri, şimdi, zihnimin, çaba harcamadan unutulanlar dolabında. Ama ne yapsam, gri kış pazarları evden okula dönüş zamanını unutamam. Neyse… Keşke kendimin annesi olsaydım. Osmanlı rabıtası yerler çürümesin diye mazotla ovulurdu... koku buydu. Hemen yanı başımızdaki Seyhan ırmağının kokusunun da karışması lazım ama ayrımsamamışım onu. Sabahları o sevgisiz çan sesi ile uyanmamak için daha erken uyanır, saat 5.00’te inerdim o bildiğiniz gri ranzanın üst katından. Az önce örmüş olsam da saçlarım öyle düzdü ki beni azarlayan müdire hanıma anlatamazdım derdimi, çaresiz azar işitirdim… Donmuş yemekler, Tanrımıza ve ülkemize dualar, sıraya girmeler ve ne yaparsam yapayım hep, hep üşüyerek... her neyse. Bu kış mevsimiydi. Biz yaza döneceğiz.

19 Mayıs töreni için hiç hoşlanmadığım folklör ekibine seçilmiştim. İskelet yapıma bakarak beni müthiş spora yatkın sanan beden eğitimi öğretmenimi sürekli düş kırıklığına uğratıyordum gerçi. Tören provalarından sonra önümde bomboş upuzun bir öğleden sonra kalırdı. Havalar iyice ısınmış, dersler de bitmiş sayılırdı. Karamazof Kardeşler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından küçük, sarı kitaplar olarak dört cilt basılmıştı. Öyle hatırlıyorum. Her cildi tek tek almıştım kütüphaneden ve etüd yapmak için kullanılan, bodrum katındaki loş odaya gidip, kalın kara parmaklıkların kare kare aydınlattığı ön sıraya gevşekçe oturup büyülenmiş gibi okuyordum. Bir haftada bitirdim 4 cildi. Dostoyevski çok, çok büyük bir yazar tabi ama sanırım benim de fazla heyecanlı fazla etkiye açık bir yapım vardı. Bende değişenin ne olduğunu anlatamam ama içimde olan bir şey başka bir şeye dönüştü Karamazof Kardeşler'den sonra.

Haftasonu için eve döndüğümde, nasılsa geçti sohbeti. Ben konuşkan, sokulgan, başarısıyla övünen bir çocuk değildim. Ağbim hangisini beğendiğimi, sordu. O salonda kanepedeydi, ben de odaya girmek üzere, kapının önündeydim. “Ne demek istediğini anlamıyorum, iyi bir kitaptı” diyerek içeriye girmeye yeltendim. “Bırak şimdi. 3’ünden, hadi diyelim 4'ünden en çok hangi kardeşi sevdin?” dedi. Suskun, baktım beni rahat bıraksın, diye. “Biliyorum, Alyoşa’yı sevdin, değil mi?” dedi. “Hayır!”dedim. "Hayır!"Alyoşa’yı sevebileceğimi nasıl düşünebilir, öyle… öyle kızlar gibi yumuşak, saf, zayıf, romantik miyim, ben? Ivan mı Dimitri mi dedim, hatırlamıyorum ama ikisi de insanın hayatına az bela açacak tiplerden değildi. Nitekim açtılar da:) Kahkahasından, cevabımın ağbimi şaşırttığını hem de çok hoşuna gittiğini hissettim. Odaya girip kapıyı kilitledim.

*Dostoyevski, Sibirya’ya gönderilmeden önce kardeşine bir mektup yollar ve istediklerini böyle sıralar. Gelecekte yazacağı kitapların ipuçlarıdır bunlar. Atlas Dergisi’nin Eylül sayısı, Dostoyevski ve Rusya’sına ilişkin bir bölüm ayırmış. Biraz dağınık ama yine de hoş detaylarla dolu. Zweig’ın Dostoyevski için yazdığı o olağanüstü şiiri de tekrar hatırlatıyor.

Evine file içinde meyvelerle gelen gururlu ve yorgun babalar gibi bora’da, uğradığı sahaftan aldığı bir-iki hoş kitap, bir dergi ile dönüyor akşamları eve. Bu küçük sürprizler ev halkını oyalarken bora, sevecen ve sessiz dinleniyor.