tiramisu yapıp dolaba kaldırdım. dinleniyor. lazanya borcamda hazır bekliyor. bir kadeh şarap koydum. arçil'in öğretmenleri ile yılbaşı konuşmasını yaptım (bu yıl en çok onlara yakınım:) kurabiyeyi tepsiye dizince ve mısır ekmeğini tepsiye yayınca fırını açacağım. sırayla pişireceğim. sonra salata ve biftek. arçil odada oyun oynuyor. tina uyuyor; odaya girip onunla konuşunca kendini haliya atıp, karnını açıyor:) hmmm... şimdilik bu haldeyiz. nerdeyse mükemmel.
31 aralık'ın yılbaşı olarak kutlanması bana hep suni gelmiştir. bir türlü içselleştiremediğim, yapmacık bir törenle eğlenmeye mecbur tutulduğum bir tarih. bana göre bu tarih nerdeyse yılın ortasıdır. resmi olarak, dünya ile uyum adına bunu kabul etmek gerekir de gönlümde kendiliğinden bir sevinç filan saçılmaz.
insanın geriye doğru yüzlerce yılı kapsayan bir bilinçakışına sahip olduğunu düşündüğümden bu tür hadiselerin de kendi kökenini bulması icap ettiğine inanırım. baktım; 1829 yılında ingiltere elçisi haliç'teki bir gemide verdiği baloya kazasker, serasker gibi osmanlı devlet adamlarını davet etmiş. nezaketen katılınca da diplomatik bir zorunluluk olarak tanımışız yılbaşını. pera'da gayri müslimler yılbaşını filan kutluyorlarmış da müslümanlar sessizce izler ve sessizce katılırlarmış. bana yılbaşı kültürel doğamızda olmayan, sonradan takıp takıştırdığımız, eğlenirken de biraz yapmacıklaştığımız bir durum gibi gelir belki bu nedenlerle.
gerçi ben renkli, ışıltılı şeylere olan düşkünlüğüm nedeniyle yılbaşı ağaçlarını büyülenmiş gibi izlerim. yılbaşı ağacının pagan anadolu kökenli olduğu savlanıyor. ancak tarih 6 ocak. bu tarih, kybele ve attis günü olarak kutlanıyor ve ağaç süsleniyor. ağaç kültü türkmenlerde ve alevilerde çok kuvvetli; seyirlik oyunlarda, evlenme ve sünnet düğünlerinde alayın önünde yürütülen, insan, hayvan resimleri, meyve, çiçek, sırma ve tellerle süslü nahıl adı verilen ağaç bu külte bağlanıyor. nahl arapça hurma ağacı demek. bugün köy toplumlarının bazılarında hala nahl kullanılıyormuş. IV. murat zamanında istanbul'da dört dükkanda 55 nahılcı çalışmaktaymış. batının çam ağacı geleneği ise ingilizler'in ürünü. bir ingiliz misyoner alman paganları meşe ağacının kutsal olduğu fikrinden uzaklaştırmak için meşe ağacını devirmiş ve düşen ağaç bir çam fidesi dışında tüm ağaçları yıkmış, misyoner bu mucizeyi, çam ağacının çocuk isa şeklinde düşünmenin bir kanıtı olarak sunmuş. şimdi bizler de daha çok hollywood filmlerinden esinle salonun köşesine bir yapma çam ağacı dikip renkli toplarla süslüyoruz onu ya, bunu yapmamızın ikna edici nedeni, anadolu paganlarının ağaç kültü mü, yoksa hıristiyan keşişin avrupalıyı hıristiyanlaştırmak için uydurduğu çocuksu hikaye mi, hiç bilmeden yapıyoruz. ben doğrusu evde çocuk varsa, evi bir bayram yerine (kaşgarlı mahmud divanü lugat-it türk'de bayram sözcüğünü, halk arasında gülme ve sevinme; bir yer ışıklarla ve çiçeklerle bezendiği zaman oraya bayram yeri denmesini de gönül açan yer olarak açıklar) dönüştürmek, çocukları sevindirmek için bolca kullandım yılbaşı süslerini. ama yani o çocuğa, bu eğlencenin parçası olarak anlatılacak bir geleneğin ürünü olan noel baba hikayemiz yoktur bizim. zorlarsan bacadan sokarsın o noel baba'yı ya o figür kanlı canlı yaşamaz bizde. sahte olur. ve aslında tüm bu şamatanın da bizim kültürümüzde pek bir yeri yoktur. kutlarız, ama o yapmacıklıktan kendimizi ne yapsak kurtaramayız.
bizde, 1926 yılında tayyare piyangosu yılbaşı çekilişi düzenlemesinden sonra 1929'da devletin üst kademesinin verdiği yılbaşı balosuyla, yılbaşı kutlanmaya başlanmış. 1970'lerde bizim için yılbaşının anlamı, televizyonda orhan gencebay'ı dinlemek, gece oniki'de dansöz seyretmek ve milli piyango büyük ikramiyesinin hangi numaraya vurduğunu öğrenmek oldu. 1980'den sonra her şey gibi yılbaşı da tüketim toplumu olmamıza katkı sağlayacak şekilde kullanıldı elbette.
batılıların yılı 1 ocak'la başlatmalarının kökeni, siyasetçilerin kendi çıkarlarını kollamalarıyla ilişkili. roma senatosu, roma imparator ve üst düzey yetkililerinin görev sürelerini uzatmak için sürekli takvimle oynuyorlarmış. İ.Ö 153 yılında roma senatosu takvimi yeniden düzenlemek zorunda kalmış ve yılbaşını 1 ocak'a almış. roma imparatorluğu'ndaki yılbaşı kutlamalarına karşı katolik kilisesi kendi kutlama anlayışını getirmek istemiş, 1 ocak'ı isa'nın sünnet günü olarak ilan etmiş. ancak ortaçağ'da yılbaşı ingiltere'de 25 mart'ta, fransa'da 22 mart-25 nisan tarihleri arasında, italya'da 15 aralık'ta, iber yarımadası'nda 1 ocak'ta kutlanıyormuş.
aslında kilise isa'nın doğumgününün kutlanmasına ilke olarak karşıymış. ancak o dönemde hıristiyanlığa karşı ciddi bir rakip haline gelen mitracılığın güneş tanrısı mitra'nın doğum günü kutlamalarına baskın çıkma gayretiyle 25 aralık'ı kutlama günü olarak benimsemiş.
şimdi elbette yılbaşını tüm bunlardan arındırıp laik bir eğlenme günü olarak düşünmeliyiz. eğlenmenin zararı yok, olabilir. ama ben eğlenemiyorum. hayır, şimdi bunu çok dokunaklı bir şekilde söyledim galiba:) ben eğlenemiyorsam sizin de eğlencenize bu yazıyla çomak sokmak değil isteğim:) hiçbir yılbaşında içimden taşan bir istekle, itkiyle, dürtüyle eğlenmedim. ama mesela bahar bayramı olsun, doğa ile birlikte ben de bolluğu, bereketi kutlamak ister, sevinçle dolup taşar, eğlenmeye bahane ararım. nitekim hayvancı orta asya toplumlarında koyun ve at sürülerine yıl kökünden yılkı denmesi, aynı kökten yılsığ sözcüğünün servet anlamına gelmesi, yıl sonunda doğan yavruların serveti oluşturduğunu ve zamanın döngüsel olarak anlaşıldığını ortaya koyuyormuş. bu da bahar aylarına denk geliyor. germenlerde de yıl ve bolluk tek sözcükle, ar olarak ifade ediliyormuş. fransızca'da heureux (mutlu) sözcüğü heur'den (talih, baht-hmm... demek benim gerçek ismimin fransızcası buymuş;) gelir, bunun da kökü heure yani saat'tir. o halde bana kalırsa doğanın öldüğü 1 ocak tarihini değil de, bolluğu, bereketi imleyen bir bahar vaktini yılbaşı olarak düşünmek daha doğru olmaz mı?
ancak teknik, pratik, resmi ve sevinci şart koşmayan bir tarih aranacaksa illa, bana kalırsa 1 eylül iyidir. meclisin, adliyenin, okulların, resmi kurumların tatilleri bitsin, temiz temiz 1 eylül'de işe güce koyulalım, derim. yetkililere buradan duyuruyorum:)
yine de 1 ocak'ı yılın başı olarak kabulleneceksek, 2012 yılından süper şeyler diliyorum. sizin de (eğer iyilik, güzellik, sevgi dolu bir içeriği varsa) isteklerinize ulaştığınız, kendinizi şanslı ve güçlü hissettiğiniz, sevdiklerinizle birlikte sağlıklı, huzur dolu bir yıl geçirmenizi dilerim.
not: burdaki bilgiler hangi kitaptan? elbette yine kudret emiroğlu, gündelik hayatımızın tarihi' kitabından.
gece mi yoksa gündüz insanı mı olduğun geyiğini yapacak kadar boş zamana sahip olmalıyız gençlikte. hepimiz yapmışızdır. içsesini daha şiirsel duyduğun gece yaşayan bir insan olduğunu söyleyerek marjinale, extravagansa, gizemli olana düşkün olabileceğini imlerdin. ben gece insanı olduğumu söylerdim gençliğimde ya, bal gibi biliyordum ki insan çocukluğu demektir ve ben sabahın köründe günün sahibi olarak pırıl pırıl bir zihinle uyanıp, çalışkan ve esnek eklemlerimi bir işe koşmayı severdim. ama gündüz dediğin de hayatın rasyonel değerlerinin hüküm sürdüğü, ışığın gizemi ortadan kaldırdığı, sıradanlaşmaya gönül indirdiğin bir zamandı. şık değildi gündüz; emrivaki yapanla uzlaşıp zamana bireyselliğinin damgasını vurmak için geceyi beklemek zorundaydın. ifritlerin, cinlerin, hayaletlerin gölgelere kaçıştıkları gecede uyanık olan, kendi ruhunun karanlık taraflarıyla da yüzleşmeyi göze alıp hiç de tekin olmayan bir işe soyunuyor demektir. hmmm... ya da zorunlu mesaiyi bitirip, yorgun argın eve gelmişsindir de kendine vakit ayırdığın, dinlendiğin şahane bir zamandır gece.
karanlığın kültürleri
-sınır ihlallerinin tarihinde gece yolculukları-
bryan d. palmer
ç. şebnem kaptan
ayrıntı yayınları
bu sohbetin bir nedeni var; idefix'e sipariş verdiğim kitaplardan biri olan karanlığın kültürleri adında çok, çok müthiş, çok lezzetli bir kitap okumaya başladım bugün. yazarı bryan d. palmer. size günlerce, hararetle tavsiye edeceğim sanırım bu kitabı. bugün, yağmur camlara vururken, yaptığım yatağı bozup yeniden içine girdim. gündüz vakti de epey karanlık olduğundan ya da ben isveç filmlerindeki o gündüz lamba ışığını çok sevdiğimden yatağın hemen arkasına yerleştirdiğim ayaklı lambayı açtım. sert kahvemi masaya koydum. bana olan sevgisi nedeniyle kokumu her daim duymak istediğinden mi, yoksa kumaşın dokusu hoşuna gittiğinden mi bilmem, sabahlığımın üstünde yatmayı tercih eden tina'yı yatırdım. bu evde sürdürdüğüm konforun bana tanrı tarafından bahşedilmiş bir hediye mi yoksa lanet mi olduğunu henüz çözemedim. bazen idrak edemediğim bir niyetle sunulmuş olduğunu, bunun bir sınav olduğunu düşünüyorum da bir bıçak gibi saplanıyor endişe bu huzura. bugün kendimle öyle huzurlu, okuduğum kitabın güzelliği ile öyle coşku doluydum ki, belki de bugünün yoğun mutluluğunu tüm hayatıma teşmil edebilirim gibi geldi bana.
palmer, gecenin tarihini, karanlığın kültürlerini yazmış. marjinalleşmiş, sınırı ihlal etmişlerin, ötekilerin, görmezden gelinmişlerin, sınıf, ırk, cinsiyet sömürüsüne tabi olmuş kurbanların; cadıların, fahişelerin, kölelerin, korsanların, satanistlerin gecelerini, o gecelerin kültürünü anlatmış. hurafelerle, afyonla uyuşturulmuş, tanrı'nın ya da iktidarın müdahalesine hep boyun eğmiş köylünün ekmek ve kan bağlamında anlatıldığı bir bölüm var ki, çok, çok güzel. zaten okuduğum ilk bölüm de bu. akademik bir dili hiç yok ve zaten kendi de akademik üretimin yağlı çarkına çok az şey borçlu olduğunu ilk başta demiş. akademik bakışın ötekini nasıl sterilize ettiğini ve onu tek taraflı değerlendirdiğini bilerek kurduğu tarihsel ve siyasal çerçeve aşina olduğumuz standarttan farklı, daha içerden, daha derin ve inandırcı. üslubu, bir edebi eser kadar şiirsel. hemen şöyle bir açıyorum mesela, diyor ki; "her ne barındırırsa barındırsın, ister dar bir bakışla bir zaman olarak algılansın gece, gün tarafından nadiren hoş karşılanmıştır. bir meydan okuyuş olmuşsa aleyhinde yasalar yapılmış; bir örtü olmuşsa, tarih boyunca ışığın davetsiz ziyaretlerine maruz kalmıştır. hızla çoğalan teknolojiler karanlık köşelerini aydınlatmış ve onu gün ortasının emanet güçlerinin öfkeli bakışına, gizliden izleyişine ve tehditkar müdahalesine açmıştır. eleştirel kuramcı jean baudrillard, XX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde gecenin böyle yenik düşürücü biçimde istila edilmesini; kaybetmenin evrenselleşmesi, insanlığın ve tarihin iktidarın sonsuz beyazlığına boyun eğmeye zemin oluşturacak şekilde kayıtsızca homojenleşmesi diye özetleyecekti."
palmer anlatırken bugün okuduğum yer kadarıyla bir takım ressamların resimlerinden destek alıyor. benton, hogarth, van gogh'un resimlerinde geçen geceleri anlatıyor, ki bunların her birini yazmayı çok isterim size. mesela, kan, ekmek ve küfür başlıklı köylü gecelerinin, ekmeğin kanla bağının ve tarihinin, köylü hayatındaki yerinin anlatıldığı çok sıkı bir bölümde, kapitalizm öncesi köylünün hakim olduğu dünyasındaki maddi ve kültürel güçleri açıklamak için bruegel'in resimlerinden faydalanıyor. böylece bu kitabı okumak bana, -yer yer pek bilmediğim bir takım siyasetçiye, filozafa göndermeler yapıyor olsa da- resimli roman okuyormuşum gibi kolay, anlaşılır, zevkli geliyor. bruegel bölümünü kısaltarak aşağıya yazdım. bir takım yönetmenlerin filmlerinde metaforik bir anlatım için kullandığı bu resimlerin anlamlarını şimdi biliyorum ve bu çok hoşuma gidiyor. eğer siz de benim gibi bruegel'i seviyorsanız aşağıdaki alıntıyı zevkle okuyabilirsiniz. yoksa, bırakın. ama kitabı mutlaka alın. gerçekten harika bir kitap.
"(...)büyük düğünler, john gillis'in de belirttiği gibi; 'hiyerarşik yapısı ve eşitsizliği aşikar olan bir cemaatte, sosyal uyumu teşvik etmeyi hedefliyordu.' toplanan paraları, artık soyun dışında kalmış ve kıskançlıkları ya da içerlemeleriyle bir tehdit ya da bölünme unsuru olanlara dağıtılan köylü düğününde, sevgiden çok istikrar ve mevki; bir düzene göre oturulan masa; belli sayıda konuk davet edilmesiyle anlatılan kaygılar ve bruegel'in köylülerin düğünü'nde açıkça görülen, şüphe götürmez kazanç havası hakimdi. bir tacın altına oturtulmuş gelin, ağırbaşlı hatta neredeyse ciddi görünüyor; damadıysa ayırt etmek güç. 'karısına kolunu ilk ve son defa evlendikleri gün uzatıyor' demiş, XIX. yüzyıl sonlarında köylünün duygusuzluğunu yorumlayan bir eleştirmen.
bruegel'in köylü düğünü tasvirindeki tartışmaya açık, hakim figür, bir insan değil, nesnedir: yeni bir kanda birleşmek üzere olan, iki ailenin büyüklerinin üstlerindeki duvara iliştirilmiş buğday demetleri. bu, kayda değer önem taşıyan maddeci sembolizm, evliliğin köylünün ekonomi politiği için ne denli mühim olduğuna dair bir göstergeydi belki de."
s.52-53
"muhtemelen bir köyde doğmuş olan ve manzara türündeki eserleri, kırsal hayatın doğal ritmleri ile mevsimsel döngülerini yansıtan bruegel, antwerp'in hareketli ticaret ortamına da aynı derecede aşinaydı. ortaçağıın ekonomi politiğinin farklı kültürlerini iyi biliyordu; kent ile kırsal, dünya ticareti ile köy tarlaları, imparatorluğun kudreti ile putkırıcı mezheplerin aykırı fikirleri; bunların hepsi birden cesur, taşkın renklerle, karışık bir sembolizm ve cezbedici imgelerle serpiştirmişti tuallerine. köylü kılığına girip, köy panayırlarına ya da sahte bir akrabalık uydurup elinde hediyelerle köy düğünlerine gittiği bilinen bruegel, çağrışım dolu sahnelere ve güçlü çizimlere dönüştüreceği köy adetlerine kazandığı aşinalıkla, bir günlüğüne martin guerre oluverirdi. köylünün günlük rutin çalışması ve dinlenme nöbetlerini ilk elden gözlemlemişti. ama aynı zamanda imparatorluğun kalbinde de yaşamış, hayatının neredeyse her senesi para kaygısıyla ve savaşın akıttığı kanla geçmişti. hayatının son on senesi iyiden iyiye çalkantılı oldu. liberten bir sapkın ve gizli bir tarikatın üyesi olmakla itham edilerek 1563'te, antwerp'i terk etmeye mecbur kalmıştı; "javada ispanyol silahşörlerin atış seslerinin çınladığı brüksel'e yerleşen usta ressam, savaştan mahvolmuş medeniyetin, gitgide merkantilist öğretiyle ve çekişen mutlakiyetçi devletlerce tanımlanır hale gelen dünyanın, orasına burasına yayılmış çirkin idam sehpaları ve darağaçlarıyla simgelenen ölümcül bir egemenlik mücadelesine kapılmasını dehşet içinde izledi. düşünce dolu bir tasarlama sürecine ve 'çağın ahlaki ve maddi unsurlarını değerlendirme' yeteneğine işaret eden tablolarında, kontrast oluşturan canlı renkler ve gölgeli karanlıklar yan yana gelir. bir bütün olarak yapıtları, doğanın ve düzensizliğin zorlayıcı alternatiflerinden, tekrar tekrar gündüz ve gece ikiliklerine geri dönen bir dünya tasarımından oluşur. düşüncelerini metaforla düzene sokan bruegel, 'ortaçağ aklının saplantıları ve dönemim tedirginliği'ne dair, 'fabllar ve mesellerin dünyasına dalmıştı.' bu metaforik düzenin temelleri toprak ve emek, ekmek ve kandı. robert l. dalavoy'un belirttiği gibi, 'bruegel'in doğanın kalbinde gördüğü insan', başından sonuna, 'günlük ekmeğini kazanmak gibi temel bir ihtiyaca saplanıp kalmıştı.'
(...) sanatı, köylülerin üretim döngüleri dışına ve tarım dünyasının köyleri ile tarlaların ötesine geçmiş ve gittikçe çağın karanlık yıkımlarına yönelir olmuştu. eleştirmen rocquet onun için; 'kabusların mimarisini gördü ve hummanın sınırlarını ölçtü. gözü dünyanın göbeğini delip, ölümün atlarını gördü' demişti. melankolinin pençesinde kısılı kalan bruegel, 'kara düşüncelerin kendini cezbettiğini biliyordu. karanlığın yolunu tanıyordu. karnaval ve büyük perhiz arasındaki savaş'ta bruegel, gecenin karanlık dehşetlerinin içine doğru bu hareketi, tabloyu düalistik taraflara bölerek, sahne sahne neredeyse nüfus sayımı gibi kontrastlarla başlatır. bruegel, o velvele ve renklerle birlikte iyice havaileşen köylü şenliklerinin, karnavalla ilişkilendirilen düşkünlükleri ile yokluğun ve iktidarın bir kenara koyuluşunun karşısına, büyük perhizin sadeleştirilmiş, sofu varlığının dehşetli ve iç karartıcı temsilini koyarak köy halkının şehvaniliği ve sosyalliği ile yerleşik dini düzenin katı ruhaniliğini yanyana getirmişti.
ardından gelen yıllarda verdiği eserler daha da müthişti; zira bruegel bir yandan metaforlarla dolu aklının şeytanlarıyla boğuşuyor, diğer yandan da 1560'ların yağmacı ticari anlayışının, mahvedici gaddarlığı ve merhametsiz açgözlülüğüne göğüs geriyordu. kır şenlikleri ve günün ağır işleriyle yaşayan kırsal kesim üzerine, ansızın kötünün iyiden hep üstün, karanlığınsa ışığa hakim olduğu bitmek bilmez, ne varsa tüketen bir savaşın motifleri işlendiğinden, köylüler ya arka plana itilmiş ya da yerleri tamamen doldurulmuştu.
ölünün zaferi adlı marazi tabloda resmedildiği gibi, cennetin tükenmiş güçlerinin acımasız bir cehenneme karşı verdiği savaşın imgeleriyle kendini yiyip bitiren bruegel, kendi kıyamet gününün peşine düşmüş, mağlup olduğu bir savaşı sürdürür gibiydi.. onun imgeleri, bereketli bir manzaranın antitezidir: ateşe verilmiş ticaret gemileri tüccarlığın durgun denizinde batıyor, yas tutanlar bir şapelin etrafında toplanmış, arabalar kafataslarının yüküyle inliyor, hırsızlar darağaçlarında sallanıyor, muhalifler işkence çarklarına çakılmış, ölüler tabutlarından dökülüyor, isketeler eceliyle boğuşan imparatorun altın sikkelerini topluyorlar. kan aktıkça, ekmeğin sanatsal çekiciliği kaybolur olmuştu. bruegel yaşadığı çağın bozukluğunun anatomisini çıkarmıştı.
s. 58-61
yorumlarda aglea'nın bahsettiği, bruegel'in değirmen ve haç tablosunu anlatan nefis bir film izledim az önce. bir yandan tabloda bulunan insanların kişisel tarihini ve o dönemin siyasal, ekonomik yapısını anlatıyor, bir yandan da tablonun içinde bir figür olarak bruegel yapmakta olduğu tabloyu yorumluyor; ne tür simgeler kullandığını açıklıyor. her bir sahne bruegel çizmiş gibi büyüleyici. son zamanlarda izlediğim en etkileyici film. bana kalırsa mutlaka izleyin. ben ara sıra herhangi bir sahnesini hatırlamak için zevkle açar izlerim yine. teşekkür ederim, aglea, bu kitapla birlikte filmi izlemek çok denk düştü, çok, çok iyi oldu.
maymunlar cehennemi başlangıç filminde,
eğitim ve beyin nöronlarını çalıştıracak bir ilaç verilen maymun hızla
zekileşir, insanlaşır. bilimsel bir merakın nesnesi olmakla birlikte ailenin
bir üyesiymiş gibi sevgi de duyulan maymunla aynı yemek masasına oturulur. maymun bir seferinde,
alzaymır hastası olan evin büyüğü çatalı ters tuttuğunda, onun aleti işlevini yerine
getireceği şekilde tutmasına yardım
eder. maymunun ne kadar geliştiğinin
habercisi işte çatal denilen nesneyi idrak ettiğinin gösterildiği andır belki de.
Clubbed To Death (Kurayamino Mix) by Rob Dougan on Grooveshark
maymunun hızla idrak ettiği çatal denilen
aletin insan uygarlığında yer alışı öyle kolay olmamış. mutfak tarihine
baktığımızda çatalla ilgili evvela bir skandal görüyoruz mesela. 11. yüzyılda
venedik kontuyla evlenen bir bizans prensesi çatal kullandığı için papazların
lanetine uğramış. kısa bir süre sonra
prensesin hastalanması, çatalın
şeytan icadı olduğunun kanıtı sayılıp,
belki bir yüzyıl kadar çatal kullanımını geciktirmiş. din adamları çatalı niçin
lanetlemişler, bilemiyorum. belki şeytanın yabasına benzediği içindir. belki de
bu iş için tanrı'nın insana parmak verdiğini,
çatal kullanımının gereksiz ölçüde gösterişli, ifrada kaçan bir hareket olduğunu düşünüyorlardı. nitekim
montaigne, denemeler kitabında yemeği çok hızlı yediğini ve bu nedenle
parmaklarını ısırdığını yazıyor. montaigne'nin çatal kullanmadığı çok açık. ama tanrı'ın herkese verdiği parmakların kullanımı da sınıflar arasında bir fark
yaratacak şekilde imiş. soylular parmaklarının üçünü zarifçe yemeğe
daldırırken, yemek kültürü gelişmemiş halk parmaklarının hepsini
kullanıyormuş:) XIV. louis'nin sarayında çatal kullanan bir dük'ü, saint simon "korkutucu derecede temizlik düşkünü," diye tanımlamış:) çatalın osmanlı sarayına 1760'da girdiğini gösteren bir kayıt var. müslüman halk mutfağına girişine yine sağolsun II. mahmut öncülük etmiş. refik halit karay, çatal kullananlarla kullanmayanlar arasındaki uyumsuzluğu, "o caanım yemekleri şöyle oturup da elimizle rahat rahat yiyemeyeceğiz ki... vallahi hiçbirinin lezzetini alamıyoruz!" cümlesiyle aktarmış.
eskiden avrupa'da halk o kadar yoksulmuş,
açlık o kadar yaygınmış ki midesi ile tabaktaki yemek arasındaki mesafeyi
katedecekleri aletleri pek de umursamıyorlarmış sanırım. böyle de olsa krallar
için bile lüks bir aletmiş çatal. nitekim 1307 yılında ingiltere kralı I.
edward'ın eşya dökümünde binlerce bıçak ve kaşık varmış da sadece yedi tane
çatal varmış. fransa kralı V. charles'ın bir düzine çatalı varmış ama o kadar
değerli taşlarla süslüymüşler ki, onların kullanım değeri hemen hiç yokmuş.
biz beş taraklı bir organ olan
elimizi pek artık işin içine sokmuyoruz. elimizdeki tüm parmakları, kasları kullanarak, elin maharetiyle bir şey ürettiğimiz de yok. eh elbette, en azından sıcak olduğundan parmaklarımızı
korumak için elimizi bir yemeğe sürmeyi aklımızdan bile geçirmeyiz. elini hor kullanan, dün yemek yaparken yaktığı parmağını, bugün kırışan halıyı
düzeltmek için uğraşırken onu bir de masanın ayağının altında eziyete tabi
tutan ben, tostumu bile çatal bıçakla yiyorum nerdeyse. çatal uygarlığı
günümüzde öyle ince bir noktaya gelmiş ki çeyiz için alınıp kutusundan onlarca
yıllık evlilik süresince pek çıkarılmayan lüks çatal bıçak setinde yemek
çatalının yanında, desert, balık, pasta, meyve, atıyorum sardalya çatalı gibi
çeşitlemelere girişilmiş. önündeki çatal çeşitlerini ne için kullanacağın yolunda bir
terbiyeden geçmediysen, bazı sofralarda ayıplanma tehlikesi altındasın demektir. bu eğitimsizlik bizi, çatal uygarlığının en
yüksek sınıfından, bir anda en dipteki sınıfına düşmemize neden olabilir:)
çatal kültürü kitabının yazarı italyan giovanni
rebora'ya göre çatalın yaygınlaşması makarna tüketiminin yaygınlaşmasıyla koşut
bir şekilde gelişmiş. kitap, avrupa mutfak kültürünü, tarihsel verilerle, belli başlı yiyecek çeşitleriyle birlikte kısaca anlatıyor. şimdi gezi
yazarlarının deneyimlerini sunarken kullandıkları o adları afilli
yemeklerin aslında halkın açlıklarını en ekonomik şekilde bastırmak için nasıl
uydurduklarının trajik tarihsel hikayeleri filan
da var kitapta. kitabın makarnaya ait bölümünde ayrıntılı
tarihi var bu yiyeceğin. meraklıları; kuzey afrika'daki
kuskusun sardinya'da soccu adını alışını, geleneksel olarak taze yapılıp tüketilen makarnanın,
açlık dönemlerinde ve nüfusun da hızla artmasıyla evde hazır yiyecek
bulunabilmesi için depolanması amacıyla üretiminin değişmesini,
daha doyurucu olması için çorbalara makarna katılıp mesela minestrone
çorbasının doğuşunu vs. okuyabilirler.
bana büyüleyci gelen makarna denilen bir
yiyeceğin doğmasına koşut olarak, onu
yemek için bir aletin de icat edilmesi. gerçi bana sokağın başında tepemde yağmur
tıpırdamaya başladığında, sokağın sonunda şemsiyecinin bir anda ortaya çıkması
da şaşırtıcı gelir. ihtiyacın karşılanabilmesi için bilim insanlarının,
tüccarların işbirliği içinde çalışması, hızla uygun ürünün üretilip
yaygınlaşması... ne bileyim... bir maymun bunu yapabilir mi? :) çok şükür hala
insan olmanın o boş gururunu yaşayıp, böbürlenebiliriz;) şimdi bu yazı
yukardaki filmi önermek için yazılmış olsun da filmi çocuklarınızla filan eğlenerek izleyeceğinizi
söyleyerek tuhaf bir kavis çizeyim yazıda son olarak:)
hmm... yazıyı sonlandırma beceriksizi olarak belki şunu da eklemeliyim; bir de makarnanın hayır, italyan
icadı değil de yine bir çin icadı olduğu kuşkusu var tabii. bir yemeğin
anavatanının neresi olduğunun ne önemi var, hiç anlamıyorum gerçi. besleyici,
ekonomik, lezzetli bir yemeğin geniş bir alanda yaygınlaşıp tüketilmesinden
daha mı değerlidir onun milliyetinin tespiti? (bir yiyeceğin tüketilmesi lafı
bana nedense itici gelir. elmayı biz çokça tüketiyoruz, dediğinde sanki zevksiz,
kaba saba, robotik bir sindirim
mekanizmasına indirgiyorsun güzelim elma ile ilişkini. neyse.) size bir başka sefer, zaman makinası-saatler hakkında yazacağım belki. orada saatin avrupa'da doğuşundan bahsediliyor
ya, benim ilgimi çeken çinliler'in
kültürel yapıları nedeniyle saate olan çok farklı yaklaşımları. kendilerini geleneksel
olarak evrenin merkezi olarak görmeye alışkın çinliler, yabancılara neredeyse
tiksinti duyuyorlar ve onların dışardan gelen bir fikri özümleyip, adapte
olmaları bu nedenle çok zor. burdan yola çıkarak bana sanki makarnanın
kaynağını çin'miş gibi düşünmek mantıklı gelir. yabancılardan, italya'dan bu yiyeceği öğrenmeleri zormuş gibi düşünürüm. hem onlar makarna yemek için çatala da ihtiyaç duymamışlar, iki tahta çubukla, gayet pratik yiyorlar yemeklerini. ama atıyorum tabii ki. aklınızda bu da olsun diye ekledim.
başka? hah, elbette unutmadan; bugün güneş yok. hareketsiz, silme, gri
bulut kaplı hava. sıkıcı. ama sıkılmıyorum. sabah kalkınca akşamdan şekerde
beklettiğim balkabağını çok ağır ateşte, hiç buharını salmayacak şekilde
pişirdim. içine karanfil ve bir kabuk tarçın da koydum. güzel koktu mutfak. ilk
kez yapıyorum bu tatlıyı. annem farklı, kireçte yapardı bu tatlıyı. şimdi
hatırlıyorum da nefis olurdu aslında, dış kabuğu sert, çıtır çıtır, içi
yumuşacık. ama hani işin içinde kireç olması beni huylandırır, yemezdim.
birazdan da etli biber dolması ile tavuklu şehriye çorbası yapacağım, erkenden
hazır olsun. yemek hazır olunca, sonra ne istersem yapabilirim sanki, kendimi süper özgür, rahat hissediyorum öylece.
yazıda geçen kitaplar:
. gündelik hayatımızın tarihi, dost yayınları, kudret emiroğlu
. çatal kültürü -avrupa mutfağının kısa tarihi-, giovanni rebora, kitap yayınevi, ç.çağla şeker
. zaman makinası, carlo m. cipolla, kitap yayınevi, tülin altınova
***
bu akşam arçil'den öğrendiğim rob dougan'ı dinledim. çok mu denk düştü, neydi, bilemiyorum, çok iyi geldi. gif, yüksekökçe'den.
Aşk Tesadüfleri Sever by Müslüm Gürses on Grooveshark
siz nasıl arkadaşsınız!? insan bi demez mi, orda burda dizi arama, yüzde yüz yerli harika bir dizi var, diye. ne the office, ne modern family, iki gündür, varsa yoksa leyla ile mecnun. çok saçma, çok komik, çok sıkı, acayip bi şey. siz izlediğiniz için bayat geliyor tabii bu sözler şimdi size. bu mecnun'un ses tonu, konuşma biçimi ilk aşkım gökhan'ın aynısı, yahu. n'apıyor acaba gökhan şimdi? durun, bi google'a sorayım telefon numarasını.
***
google süper bi şey. eh, aradım:) konuşması hakikaten mecnun'a benziyor. o da şimdi istanbul'a inmiş iş için. akşama izmir'e dönecekmiş. bir oğlu olmuş. kendi kendine kasten bozmazsa, keyfi yerindeymiş. taşrada avukatlık yapıyormuş, deniz kıyısındaymış çokça, tekneydi, yelkenliydi... hmmm...
kendi orta çağımı yaratıyorum bir şekilde, modern çağ bana göre değil, diyor. o böyle konuşur. arada benim siteye uğruyormuş. dizi mizi izlemiyormuş ama leyla ile mecnun'u bi izleyeyim bakalım, dedi:)aranızda izlemeyeniniz varsa, izlesin bence. ***
Hatasiz Kul Olmaz by Orhan Gencebay on Grooveshark evet, bildiniz, tanıyorsunuz artık beni, bir kadeh şarap koydum. güneş her zamankinden güzel battı. bir bulut tarlasının altındaydı da şavkı denize vuruyordu. bir şey düşünüyordum. -düşündüğüm tam olarak, kitsch denilen şeyin hiç değişmez, sabitmiş gibi duran bir şey olması ve bundan doğan eğlenceye kendini gözünü kapalı bırakmanla ilgiliydi. ne kadar elitist bir kültüre aitmişsin gibi görünsen de aslında doğduğun, beslendiğin kültüre ait olduğun ve bu da velev ki kitsch ögeler taşıyorsa... alzaymır hastalarına baktınız mı hiç, en temel, en basit hallerine iniyorlar neticede. ilk başta neyseler o oluyorlar. verandada yemek yerken annemin bardağında kalan suyu hiç tereddütsüz omzundan aşağı dökmesi gibi. anne n'apıyorsun ya!? ya birinin üstüne gelse, ayıp di mi? ayıp değil, o gelincikli başak tarlasının ortasında sanıyor kendini. - sonra solumdaki mutfak dolabına narin, utangaç, köşeli bir ışık düştü. o öyle düşünce ben sağıma, pencereye, güneşe baktım; bulutlardan aşağı inmiş güneş. coşkusunu bastıran bir aşık gibi, ne güzelsin, seni çok beğeniyorum, dedim. gerçekten çok beğeniyorum güneşi. yazın, kendinin çok bilincinde, kendini aşırı bir şekilde tarif ettiği zamanlarda değil. böyle kışın, zarif , rol çaldığı için utangaç, beni unutmadın, di mi, dediği zamanlarda ona müthiş aşık oluyorum. unutmadım, çok güzelsin yine, seni çok özlüyorum, diyorum. dedim. battı. arçil geldi. ekşili köfte ne ya, dedi. tencerenin kapağını açınca da, ha şu yemek, dedi. ben kokuyor muyum, diye sordu. evet, nefis kokuyorsun, dedim, çok da yakışıklısın... ben banyoya giriyorum, dedi. şimdi duştan çıktı; ekşili köfte, salçalı makarna, ızgara tavuk kanat yiyor. ben de şu şarap kadehini bitireyim, kendime bir tabak yemek koyayım. yemek yemekten gerçekten çok sıkılıyorum, bir sıkıcı, zorunlu görev. sanırım hep böyleydim. annem bebekken bile acıktığım için hiç ağlamadığımı söylerdi. uslu, zahmetsiz, hep bir şey düşünüyor gibiymişim. yemek isteyip de verilmediği ilk zamanı düşünüyorum, o zaman. çünkü, bana hayır denilmemesi için hep evet cevabı alacağım sorular sormayı daha küçükken biliyordum - bir çocuğun evet cevabını duymak için soracağı soruları bulması için harcadığı çaba ne büyük, incelikli, zor bir meseledir, bilemezsiniz-. bebeklerin çünkü annenin yetersiz, bir şekilde beceriksiz olduğu zamanları tolere edip, kendi zihinlerinde kendilerini anne olarak tayin etme yetenekleri var. kim bilir hangi gelincikli başak tarlasında düşüncelere dalmıştı annem. çocukluğumun annesi hep dalgın. bana bak, sadece bak, diyorum hala içimden, beni gör... beni gör! ona kızamam, çünkü çok benziyorum ona. ama onun yaptığı hataları yapmamak için bilenmiş bir zihnim var. kendisini kendi annesi ve babası tayin etmiş çocukların güçlüklerden yılmayan ama çok kırılgan doğaları... yazgının hiç parmağı olmasa da, trajedi hiç yoktan ve bir de böylece doğar.
eski arkadaşla karşılaşmak ne
zor. köprünün altından çok sular akıp,
onun ve sizin çok farklılaşmış ve bu nedenle şimdi iki yabancı olarak konuşmayı yürütmeniz
gerekmesindendir belki bu zorluk. ama belki de bir imge sorunudur bu. çünkü ilk selamlaşmanın ardından hızla düşünmeye
başlar; zihninizdeki çekmeceleri, kutuları ortaya dökersiniz aceleyle.
aradığınız, hayır, onun sizde değil,
sizin onda bıraktığınız imgedir. elinize lime lime olmuş eski sözcükler, sararmış sahneler, güve yeniği olaylar geçer. işte bunların oluşturduğu imge onunla kuracağınız bir bağdır ve ondan sonradır
ki karşınızdaki eski dost yeni yabancı ile bu imgesel bağdan başlayarak bir
sohbeti yürütebilirsiniz. bana niçin facebook adresimin olmadığını soranlara
anlatmak istediğim yaklaşık böyle bir şey. orada karşılaşacağım her eski dost
ile zihnimi darmadağınık yapıp her biri için oluşturulmuş o imgeyi bulma
zorluğundan. çünkü insan değişir, türlü deneyimler, birikimler, zamanın bizzat
kendisi bizi bir imgeden soyup, başka bir imgenin sahibi yapar. bazen de zorlu
bir yazgının sınavına tabi olur insan ve bu yazgının dayatması ile kişiliği olmadık haller alır. onbeş yıl önce tanıdığım bir arkadaşım
kurufasulye tarifi veren bir evhanımı imgesini taşıdığımı görse çok şaşırır
muhtemelen. gerçi hangimiz gençliğimizde kendimizi kanıtlamak için küstah bir
meydan okuma ile bir imgeyi kibirle taşımadık ki ve adil zaman hangimizi kayırdı
ki o alevli imgeyi acımasızca söndürmemiş olsun (öhöm. cümleye bak:)
ayrıca kimle, hangi sınırlar ve koşullar
altında bir ilişki geliştirdiğinizi de hatırlamak bir sorun. bazı tanışıklıklarda
çünkü size ait gerçeği bir haliye sunarsınız ve bu gerçek öyle ya da böyle bir
imge sunar ona. ama muhtemelen sınırlı olduğu için, bir takım bilgileri ona
sunmayı istemediğiniz için gölgeli, sizi andıran, size dair bir anlayışı sezdiren, ama gerçeğin
bizzat kendisi olmadığı için asıl imgenin maskesi olmaya mahkum bir imgedir bu.
kaldı ki, diyelim bu onbeş yıl öncesinin
tanışına yüreğimizi içtenlikle açmış olalım. kendimiz hakkında gerçek imgeyi
oluşturmak için ikimiz birlikte içtenlikle uğraşalım. yine de… durun, conrad’ın
lord jim kitabında çok hoş bir cümle olacaktı, demek istediğim şey o cümle. şöyle;
“bir insanın yüreğinin derinliklerini anlamaya çalıştığımızda… bla bla bla… önümüzdeki et ve kemikten ibaret
kılıf, elimizi uzattığımız anda gözlerimizin önünde erir, geriye hiçbir gözün
izleyemeyeceği, hiçbir elin tutamayacağı hercai, avutulmaz, kaypak bir ruh
kalır sadece.” evet. hmm… demek ki ister yakın ister uzak olsun başkasına
bıraktığımız imgeden emin olamadığımız gibi araya uzun bir tarih de girmişse işler
epeyce arap saçına döner. aslında başkası hakkında edindiğimiz fikirle ona dair
bir imge gelişir evet ve bu imge ile tanımak istediğimiz insanın karmaşık
dünyasını zihnimizde örgütlemeye çalışırız. ama bu çalışma esnasında da kendi
gerçekliğimiz, değer yargılarımız, onu anlama çabamızın önceki ezbere
deneyimlerimize uydurma çabaları ile şu arap saçını kendimizce güzelce tarar,
öreriz. sonunda alan şekil doğrusu değildir muhtemelen ama bize böylesi kolay
gelir.
facebook konusu böyle. adresim var ama uyduruk bir adres. arçil'i kontrol edeyim, ne dinliyor, arkadaşlarıyla ne geyik çeviriyor bakayım diye o da. eski tanışlarla karşılaşma ihtimali sunan bu mecra bana yaklaşık bunları düşündürtüyor. karşılaşmaları facebook yerine hayatın o eğlenceli tesadüflerine bırakmak da daha hoş geliyor doğrusu. ne zamandır arkadaşlarım facebook adresimi almak istiyorlardı da ondan yazdım bunları da. şimdi böyle düşünüyorum, belki değişir.
geçen gün kadıköy çarşı'dan aldığım ispir kurufasulyesini pişirdim. ıslatma suyuna
bir bardak da süt ekledim. satıcıya bir hanım önermiş. satıcı denememiş, bir söz veremezmiş bana nasıl olduğuna ilişkin ama deneyecekmiş, aklımda olsunmuş. antakya biber salçası da istedim ondan. "çok mu acı?" diye sordum. bir kaç saniye daldı, "yok," dedi, salçayı koyarken, "öyle istismar eden bir acılığı yok, hoş bir acı." ne tatlı, güven veren bir satıcı. işte bir imge. sattığı ürünler iyi olduğu için değil, yaklaşımı, konuşması böyle olduğu için insan ordan alışveriş yapmak istemez mi? pilav yapma zamanını beklerken yazdım size, ama epeyce de geciktim, arçil gelmeden pişireyim. salatayı yaptım, evet.
maalesef türkçe dublaj. ilk bölümlerde senkronize değil, ama düzeliyor sonra.
çok tatlı bir kadın. üç çocuğuyla, güzelce yaşamayı beceriyor. mükemmel bir aile tasarımı bu. oysa pek de mutlu değil bu aralar. kocası orta yaş krizi geçirip genç bir kadının peşinden gitmiş. krizin bitmesini bekliyorlar koca da dahil, elbirliğiyle. kadının çocuklarıyla kurduğu o hayran olduğum ilişki için kullandığı tek yöntem dürüstlük, açıklık. evde yemekler pişiyor ve her çocuk kendi meşrebince nefes alacak kadar özgür o evde. çok hoş bir aile. kadının hayatına başka bir adam giriyor. nerden baksan uygun değil bu adam. ama iki insanı bir araya getiren anlayış çok derin ve köklü olabilir ve bu doğru bir ilişkiye kaynaklık edebilir. kadın, bu adamı seçecek mi, seçmeli mi, pek emin olamıyoruz. izleyin mutlaka; neşeli, hayatımızı kabullenmek için alçakgönüllü bir önerisi olan, hoş bir film. filmde kadın, onyedi yaşındaki büyük kızı ve onun kız arkadaşıyla bir bara giderler bir akşam. kızın arkadaşı hemşirelik okuyormuş, ama ihtisasını ölüme yaklaşmış yaşlı insanları rahatlatma terapisi üstüne yapmak istiyormuş. "çünkü," diyor, "acı verici olabilir, ama bu çok gerçek bir şey."
geçenlerde izledim bu filmi. dün izlediğim filmde, yaşlanmakta olan ve bunu kabullenmekte sorun yaşayan bir çift var. adam, yaşlılar için bakımevi binası tasarlayan bir mimar. sadece biçime ve gösterişe önem veren genç mimarların aksine, sade, işlevsel ve ihtiyacı ön plana alan dürüst tasarımlar yapan bir firma burası. ama adam yaşıların ihtiyacı ile kendi ihtiyacı örtüştükçe yaşlanmakta olduğunu seziyor ve çok endişeleniyor. karısı da öyle. toplumun mimarisi faşizan bir şekilde, genç, güzel, sağlıklı olmayanı görmezden gelmek, gözlerden uzak tutmak için kurulmuş. 65 yaş sonrası yaşlılar, ölüme yakın olmak bir yandan, narin ve yavaş bedenlerinin sınırlayıcılığı diğer yandan, onlar için oluşturulmuş bir rol model olmadığı için nasıl davranmaları gerektiğini el yordamı ile bulmaları zorunluluğu öbür yandan... istiyorlar ki mesela, bakımevi şehrin o kadar da uzağında olmasın, havaalanında tuvaleti bulmak için tüm katı dolaşmak zorunda kalmasınlar. filmin işaret ettiğim noktaları kasvetli bir film olduğu sanısı uyandırabilir ama değil. gülümsetmeli bir film. yaşlandıkça sevdiğim william hurt ve bakmaya doyamadığım isabella rossalini oynuyor.
teşekkürler;)
ormana sis çökmüş. yukardaki, gökyüzündeki yoğun beyazlık, ormana doğru indikçe seyrekleşiyor. doğudan esen yel, sisi parça parça ve yavaşça sürüklüyor. arkadaki bu ölgün yeşillik ve donuk beyazlık manzarasının önünden siyahlığı ve beyazlığı çok belirgin bir kuş, nereye uçmak istiyorsa oraya doğru bir eğri çiziyor. daha da önde, pencere pervazından su damlıyor. insan eliyle tasarlansa böylesi imkansız, mükemmel bir manzara tasarımı bu. doğanın tasarımına aşığım. her şey birbirine tam uygun, birbirinin nedeni ve sonucu olarak zorunlu ve o kadar güzel ki...
insan eli tasarımın ihtiyaçlarımıza uygun olanına da aşığım. parmaklarımı zorlamayan, kalınlığı dudağımı yakmama izin vermeyen fincana, sırtım ağrımasın diye uygun bir eğim verilmiş iskemleye, avuçlarıma tam uyan kaleme...
mutfakta yemek yaparken, elim ıslak olduğu için dirseğimle açabileceğim kadar düşünceli şekilde tasarlanmış lamba anahtarına insan nasıl aşık olmaz?
insancıl tasarımların duygulu, düşünceli, halden anlar olanını ister bir aile tasarımında isterse bir fincanda kullan hayatı daha kolay, güzel, soylu, dürüst yapmak için bir yol açmış oluyorsun.
bugünkü "her telden" programımızın da sonuna geldik. bi de şiir yazıp bitirelim oldu olacak:)
kaplan kaplan! kaplan! gecenin ormanında ışıl ışıl yanan parlak yalaza, hangi ölümsüz el ya da göz, hangi, kurabildi o korkunç simetrini? hangi uzak derinlerde, göklerde yandı senin ateşin gözlerinde? o hangi kanatla yükselebilir? hangi el ateşi kavrayabilir? ve hangi omuz ve hangi beceri kalbinin kaslarını bükebildi? ve kalbin çarpmaya başladığında, hangi dehşetli el? ayaklar ya da neydi ki çekiç? ya zincir neydi? beynin nasıl bir fırın içindeydi? neydi örs? ve hangi dehşetli kabza ölümcül korkularını alabilir avcuna? yıldızlar mızrakların' aşağıya atınca, göğü sulayınca gözyaşlarıyla, güldü mü o, görünce eserini? kuzuyu yaratan mı yarattı seni? kaplan! kaplan! gecenin ormanında ışıl ışıl yanan parlak yalaza, hangi ölümsüz el ya da göz, hangi, kurabilir o korkunç simetrini?
william blake ç: selahattin özpalabıyıklar
***
unutmuşum. elbette şu diyeceğim filmi de izlemelisiniz. güzel bir iran filmi. kimin haklı olduğunu bulmak bazen hiç kolay değildir. haklı olmanın da anlamı yoktur, ya. bazen birinin kişiliğinden taviz vermesi gerekir. herkes kendi kişiliğine kararlılıkla tutununca bunun sonucu sadece yıkım olabilir.
eh, oldu olacak bir film daha ekleyeyim. çünkü kış günü, evdesiniz ve film izlemekten daha güzel ne olabilir. aklınızda olsun bunlar. yaşlı robert redford'u özleyenler için, sıradan bir tv filmi. fena değil. manzara çok güzel.
iyi bir aksiyon filmi. nasıl desem, sanki oyuncuların hepsi çok rahat oynuyor ve aksiyon filmiyle hafif dalga geçer gibiler. bazı sahnelerin üstündeki müzik öyle dramatik ki, bundan bir şaka doğuyor nerdeyse. bu nedenle filmin ayrıntısındaki espriler değil de filmin varoluş biçimi bir gülümseme doğuruyor sanki. tatlı espriler var. müzikler harika. işte aşağıda bir tanesini ekliyorum. clive owen'ı beğeniyorum sanırım. bir itiraf gibi oldu bu, ama artık zamanı gelmişti:) harrison ford da onun gibi bakar ve onu da beğenirim. ve hatta hafif budala bakan nicolas cage'in bakışları da andırır onu ve onun da hiiç yoktan kredisi vardır bende:) aramızda kalsın bunlar;p
çalkantılarla, çekişmelerle karışık iç
dünyasını tanıyorum. kendisi hakkında belirsizlikle dolu, kötümser bir yaklaşım içinde olması
karşısında şefkat duyuyorum. başkalarına
sürekli kendini açıklamakla kalmayıp, kendi ruhsal açmazlarının kökenlerini gizlisiz saklısız bir şekilde keşfetmek için çaba harcamasını takdir ediyorum. dünyaya, o çok kişisel, kendine özgü bakışıyla
aşkın bir anlam verme yolundaki ıstıraplı, umutsuz duruşunu çok önemsiyorum. sınav gibi
gördüğü kendi dünyevi varoluşunu, cehennemden geçerek bir tür arınmaya doğru
götürmeyi uman, bana kalırsa saflık
derecesindeki o dindar kavrayışına saygı duyuyorum.
conrad'ı seviyorum. onu kendimden, çok
içerden biliyorum. hepimizin hayatının aldırışsız, umursamaz, çok güçlü bir
mekanizmaya tabii olduğunu, birazcık özgürlük sanısı için, bu korkunç mekanizmayı
kendin için engelleyebilmek için yani, o
mekanizmayı yok saymaktan başka çıkar yol olmadığını, bunun da bir aldatmaca
olduğunu, ama gerçeklik denilen şeyin de bir hayat fikrini düzen içinde
tutturmaktan başka bir şey olmadığını... koşullarla uzlaşmaktan ve kendin için
hayali bir gerçeklik yaratmaktan başka yol olmadığını...
ne diyelim; hayat bazı zihinler için daha
zordur.
geçelim. kötümser, karanlık şeyler
bunlar. huzur, neşe, dinginlik arıyoruz biz. aradığımız ve yüzeyde tutunarak
yaşamayı seçtiğimiz bu kavramları aşarsak, ayvayı yeriz. yiyoruz da. böylesi
mutedil dalgalı, asude bir denizin altında ama öylesi sancılı, endişeli,
umutsuz bir bakış var. orayı boşvereceğiz. yarattığımız bu kullanışlı gerçeklik
masalına inanacağız ve hiçbir şeyi anlamamış gibi yapacağız. başka yolu yok. çünkü
başka yolun olduğunu düşünenlerin hepsi mezarda. biz böyle dandik bunalım edebiyatı yapıp,
bitki çayımızı yudumlayacağız. insanın korkarım ki, gözüpeklik, yiğitlik, çıkar
gözetmezlik, erdeme dönük anları çok, çok ender ve bunu öylesine sosyalleşerek yapıyor ki tiksindirici bu. ama gücümüz bu
kadar; kıvıracağız, yalan söyleyeceğiz, kendimiz hakkında ahkam keseceğiz, o
kendine acıma seanslarından her sabah antioksidan lahana suyu içmiş gibi arınıp,
pırıl pırıl bir yüzle çıkacağız. yaşımızı göstermeyeceğiz, zaaflarımızı haşa
göstermeyeceğiz. yatakta sırtımızı döndüğümüz adamın herkesin içindeyken elini tutacağız. çünkü korkağız
ve çok nariniz. çünkü hesaplarımız var, daha 18 ay taksit ödeyeceğiz, çünkü sıradan çıkarsak bizi… herneyse. gerçek lükstür ve
erdemin maliyeti çok yüksektir. herkese
uygun, kullanışlı, demonte gerçeklik masalı ise sudan ucuz. kendi
gerçekliğimizi kendimiz monte edeceğiz ve buna sonuna kadar inanacağız. yıkılmış
bir adam gördüğümüzde nazik ve terbiyeli, “ günaydın,” diyeceğiz ona maskeli gülümseyişimiz yedeğinde. yıkıldığını görmezden gelip, kendi nezaketimizden gururlanacağız. geçen akşam arçil’e, “midem ağrıyor,” dedimde, “çok geçmiş olsun,” diyerek oyununa döndü:) güldüm evet o sırada da.
conrad okuduğumda, sizi bilmem ama ben
nedense böyle militanlaşıyorum, keskinleşiyorum… sürdürülebilir hayatımızın tüm pimlerini
görüyorum da sanki, çarpık, çelişkili, ucuz, yalan dolan, kendini kurtarma
ayarlı bu mekanizmadan pek de hoşlanmıyorum.
insan nasıl insan olabilir ve bununla baş edip
nasıl yaşamayı becerir?
hiçbir fikrim yok açıkçası. ama conrad okuduğumda mesele bu
oluyor nedense.
conrad’ın zafer kitabındaki kahramanı
heyst, bir ada’da yaşamayı seçiyor. onun, olması gereken insan tipi olduğunu
söylemiyorum. çünkü kendini diğer
insanlarla, olaylarla, tercihlerle sınamadığın zaman karakterini doğru tutmakta bir zorluk
yok. ezbere hayatın bir olayla çarpıştığında, karar vermen gerektiğinde saçmalıyorsan… geçelim.
heyst denen bu adamı seviyorum. sevmek
ya da sevilmek umrunda değil. iyi, dalgın, dünyaya bir gözlemci olarak bakan biri. alaycı ve kötümser fikirleri var. conrad’ın
diğer kitabındaki lord jim’in kendisi ve
dünyayla ilgili meselesi iflah olmaz romantikken, heyst tam bir nihilist. hiçbir
şeye inanmıyor. inanmaya da ihtiyaç duymuyor. dışarının, uyanık, alaycı, cin gibi, kanlı canlı
insanlarının ona taktığı komik isimlerden de habersiz. her şeyden uzakta, çünkü, diyelim birini sevmeye
başladığında, mesela bir kadını, adamı, sevmekle ilgili bir sürü kavram da
üşüşür insanın hayatına. güvenlik, sorumluluk, gelecek, kaybetme korkusu. sanki bu kavramların kapısı o insanmış gibi. sevdiğin
insanın yaşama uğraşı, karakteri nispetinde de incelir sorunlar. ya da bir meslek, iş
edinirsin ve onunla ilgili bambaşka bir kapı açılır önünde. para dersin,
zengin olmak filan… eh, önü arkası kesilmez bir yığın kavramla, düşünceyle,
duyguyla uğraşman gerekir. hasbelkader doğmuş ve bir süre sonra da gideceğim bu
dünyadan diyip, sadece kendine katlanmakla geçirmek istersen bu yaşam süresini
bir ada’ya gidersin, heyst gibi.
ancak toplumsal yaşam çok tuhaftır; su gibi akar
gelir, seni bulur, ayağına dolanır. heyst de doğası iyi olduğundan,
kirlenmediğinden, kaybetme korkusu yaşamadığından morrison ve lena'nın hayatına böylece bulaşır. zor durumda olana
yardım etmek gerektiği dışında bir seçenek bilmediğinden, onlara yardım eder. lena genç bir kadındır ve
onunla aşk denilen şeyi keşfeder. aşk denilince conrad eni konu melodramlaşıyor
ve ben pek hoşlanmıyorum açıkçası onun bu halinden (bu kitapta da, talih kitabında bolca bahsettiğim shakespeare'in othello sahnesine çok benzer bir sahne var sonunda. dikkat edersiniz. ve ordaki gibi bir ada fikri var elbette burda da.)
ancak zaten conrad için konu seçimi
önemli değil. önemli olan konunun ele alınış tarzı. “konuyu nasıl işleyeceğine
karar verirsen, romanın nasıl ilerleyeceğini de belirlemiş oluyorsun,” diyor. o, hep kuşkuyla, ikircikli yaklaştığı edebiyat
formları ve "sözcüklerin ustalıkla
örülmesi" adını verdiği bir zanaatin peşinde.
zafer kitabını, benim yaptığım gibi
okumayı, conrad'ın diğer kitaplarından sonraya bırakın, diye öneririm. çünkü, lord jim’deki kurgu, talih’teki aşk
hikayesi bir şekilde tekrarlanıyor bana kalırsa. onun çok sevdiğim
karakterlerini de bu kitapta biraz tanıdık buldum.
conrad’ı bir yazar olarak tanınır yapan
kitabının talih olması, çok şaşırtıcı. orada conrad, eşi bulunmaz anlatı tekniğini çok katı bir şekilde
uyguluyor. bu bağlamda, okuyucular için nostromo kadar zorlayıcı ve görece sıkıcı
olması beklenirdi bana kalırsa. ama tekniğini uygulamak için kullandığı kılıf, öylesine
heyecan verici bir aşk hikayesi ki, okurları çok beğeniyor. galiba conrad, zafer kitabında, talih’in bu
başarısının nedeninin farkında olarak yine bir aşk hikayesi kullanıyor. bu tekrarı bağışlayabiliriz. kim aşk hikayesini tekrar etmiyor ki hem?
aşkın yanında
sıkı polisiye romanlarda görülebilecek bir gerilim de var. kötü adamlar çok kötü ve
silahlı; iyi adamlar çok iyi ve savunmasız. bu gerilim, conrad kitaplarında en
sevdiğim unsur olan karakterlerin işlenişini mükemmeleştiriyor.
kötü karakterlerin tarif edildiği ve
onların sahne aldığı bölümler çok, çok iyi. ricardo karakterinin ortaya çıktığı
her seferinde kitap, inanılmaz şenleniyor. ricardo’nun onu bir soyguna teşvik
eden iğrenç adam schomberg ve patronu olan soylu bay jones ile sohbetlerinin
yer aldığı bölümler çok lezzetli.
heyst’in uşağı wang ise, edebiyata ve
sinemaya tipik bir çinli uşak karakteri kazandırması açısından çok önemli bence. çok, çok komik işlenmiş bir karakter. çok güldüm wang’in bir anda, sessizce ortaya çıktığı yerlerde.
heyst'in lena'ya, kötü adamlarla yaptığı görüşmeyi anlattığı bölüme kuşkuyla baktım. heyst ve lena'nın ilişkisi bu konuşmaya yabancıydı bana kalırsa. ancak heyst'in tümüyle savunmasız oluşunu ve kötü adamlarla onun karakterinin tümden farklı işleyişini göstermek için başka nasıl bir yol bulabilirdi conrad, bilemedim. bu nedenle bu ufak sarkmaya da katlanmak lazım. böyle yapması sonraki gerilimli bölüm için okuyucuyu gerektiği kadar endişelendirmesi bakımından önemli görünüyorsa da, ama sanki başka bir yol lazımdı. eğer o görüşmeyi heyst tarafından kıza anlattırarak öğrenmemizi sağlamak yerine yazar olarak kendisi anlatsaydı daha doğru olabilirdi, diye düşünüyorum. siz de dikkat edin bir bakalım.
kitabı okurken şöyle bir düşünce geçti
aklımdan: schomberg bir kötü karakter. heyst’e
bakışı çok kötücül, çok çıkarcı, çok kindar, çok hesapçı. biz, kitabın yazarına
güveniriz ya, onun karaktere bakışına inanırız. bir bebek gibi kendimizi onun
kollarına bırakırız. eğer kitabın yazarı conrad değil de bu schomberg denilen
kötü adam olsaydı, yani bu kitap hiç de tekin olmayan, heyst’e bakışını okur
olarak sevmediğimiz schomberg tarafından yazılsaydı, ne olurdu? biz okur olarak,
karakter heyst ile yazar schomberg’e karşı nasıl bir işbirliği geliştirirdik? eğer
bir kitap yazacak olsaydım, böyle bir şey yapmak isterdim.
conrad, bu kitabında da, merkezdeki ve uzaktaki karaktere, olaya, dört bir yandan, değişik insanların bakış açılarından, söylentilerden gittikçe yaklaşıyor. bunu yaparken olayı değerlendiren karakterleri ince ince gösteriyor. ama analiz filan etmiyor onları. bu arada bize değişik bakış açılarından oldukça
sinematografik eylemler sahneliyor. çünkü conrad, "gerçekliğin ancak eylem
üzerinden formüle edileceği kanısında. (...) eylemin kendisi yükü (ahlaki yorum yükü) kaldıracak kadar
güçlü olmayabilir ya da romancı ahlaki öğeyi görecek kadar aşkın görüşe sahip
olmayabilir. dolayısıyla conrad'ta hiç yorum yapılmaksızın bir amaca
yoğunlaşmış bir eylem eserin soyut şemasını da ortaya çıkarır.”
dahası: ben conrad'ı edward said'in "joseph conrad ve otobiyografide kurmaca" ile "başlangıçlar/niyet ve yöntem" kitaplarıyla daha iyi tanıyıp, anlayıp, sevdim. sizin de aklınızda olsun bu kitaplar.
bu sırada:
evet. pencereyi tina için açık bırakacak kadar
güneşli bir gün. mutfak temiz ve çok şükür soğuk değil. akşama yemeğim var;
etli lahana dolması, ki annem kadar güzel yaptım bu sefer. isterseniz tarifini
veririm. yanında cacık. arçil’in lahana sarması yememesi olasılığına karşı
gizli menü olarak izmir köfte ve makarna.
birazdan çıtır çıtır lahana
kırpıntılarına bir havucu ve yarım kerevizi rendeleyeceğim. Bu sıralarda
manavda bolca bulunan ekşimsi ve sert granny smith’i rendenin dilimleyici
kısmıyla dilimleyeceğim. üstüne bir avuç ceviz serpiştirip, son olarak limon,
elma sirkesi ve sızma zeytinyağı karıştırdığım sosu üstüne dökeceğim ve yemeğe
çalışacağım. yiyebilirsem çok iyi olacak. şu yazıyı yazarken bir saat içinde içtiğim yedi sigaradan bunalan bedenimin
isyanını ancak bu salata ile bastırırım. yazı için biraz endişeliyim. çok karamsar
olması değil beni endişelendiren. karamsarlığın kibirli bir dili oluyor ve bunu
sevmiyorum. neyse. napalım, bu kadar. olduğu kadar. vedalaşalım yazıyla.
*** sonra: insan sustukça susmak; konuştukça da konuşmak istiyor. konuşalım. her şeyin yolunda olduğunu hissettiğiniz, küçük, sevimli bir hediye kutusu gibi size sunulmuş anlar vardır. az önce öyleydi. yani, şöyleydi; arçil'in karnını doyurmuş, ateşini kontrol etmiş, onu kendi programıyla başbaşa bırakacak kadar sağlıklı olduğuna ikna olmuştum. tina, gün boyu yatağın üstüne düşen güneşte oyuncak balığı nemo ile oynamamızdan sonra yorgun düşmüş, huzurla uyuyordu. mutfaktaydım ve tam karşımda güneş, inanılmaz güzel batıyordu denizin üstünde. öylesine güzeldi ve öylesine umursamıyordu ki kendi güzelliğini, bu nerdeyse acı veriyordu. bir kadeh şarap koydum. şu şarkıyı dinledim:
How Come You Never Go There by Feist on Grooveshark
dün, arçil arkasında bir şeyi gizleyerek eve geldi. çok üzgün, duygusal olduğum bir gündü dün. bazen olur ya hani, sanki tüm hediye paketleri başkası içinmiş gibi, sana bir küçücük hediye olsun düşünülmemiş gibi hissedersin. güneşi, ışığı, ağacı, müziği kendinle ilişki içinde tutamazsın. sanki hoyrat bir makas tarafından bir fotoğraftan kesilmişsin gibidir:p tamam tamam, abartmayalım:) neyse, öyle bir gündü ve arçil kuşkulu bir tavır sergiliyordu. bana bir fotoğraf makinası almışmış meğer. kendi yaşlı annenizden hatırlayın, bir anne ne yapar böyle bir durumda? elbette! evet, ağlamaya başladım. endişeyle yüzüme baktıktan ve ben gözyaşlarımı sildikten sonra makinayı nasıl kullanacağımı gösterdi.
arçil'le duygusal anları böyle serinkanlılıkla geçirme konusunda gizli, sözsüz bir anlaşmamız var. alev alev dram mı var mesela, biz sanki en olağan haldeymişiz gibi işi normalleştirmeye çalışıyoruz böyle. iyi bir şey bu.
heyst, telaşsız, işbilir çinli uşağı wang'e baktığında, onun; "içgüdülerine böylesine rahatlıkla boyun eğişini, nerdeyse varoluşunu doğrulayacak kadar güçlü olan amacın basitliğini kıskanıyordu," der. ben de tina'ya baktığımda benzer bir duygu hissediyorum. bir parça güneş ve balığı nemo olunca mutluluktan ne yapacağını şaşırıyor ya, onun bu saf mutluluk anı bana büyüleyici geliyor.