Çarşamba, Ağustos 31
oyun
arçil'le bir oyun oynadık az önce. çok zevkli. şu siteye gidin. play düğmesine tıklatın. uydurma da olsa adınızı, yaşınızı vs yazın. aklınızdan bir ünlü tutun. ben önce tarkan'ı, sonra dostoyevski'i tuttum. o, bir takım sorular soruyor ve siz aşağıda uygun seçeneğe tıklıyorsunuz. benim tuttuğum iki ünlüyü de bildi. inanılmaz! siz de oynayın, çok eğlenceli.
bir mektup ya da güzin abla hadisesi
sevgili v,
bu sabah neşeyle uyandım. çünkü bir kaç gündür gökyüzü, hava benim en sevdiğim halinde. benim kadar moral yapısı hava ile doğrudan bağlantılı biri daha var mıdır, bilmem. insanların sığ bir sohbet konusu olarak gördükleri havadan bahis, en ciddi meselelere bakışımı belirleyen temel bir şeydir. ben havadan nem kapar, rüzgarın önünde savrulur gider, yağmurun sesinde bir aşk vaadi duyarım:)
sabah, dün yapamadığım telefon görüşmelerini yaptım ve bir takım işleri yoluna koydum. çayı demledim, yerleri süpürdüm. terası yıkadım ki, kapısını gönül rahatlığı ile açabileyim. tina, terasta akıp giden suya pür dikkat kesilip, onu takip ediyor ya, buna çok gülüyorum, biraz da ondan bu teras yıkama işgüzarlığım. eh, radyoyu da açtım. neşeli dans müzikleri çalıyor ki, bedenim dans edemese bile, şu esen tatlı rüzgarla da birlikte kanım başka türlü akıyor sanki içimde. senin mektubun geldiğinde vileda ile yakın bir ilişki içindeydik. onu duvara dayayıp, kendime bir fincan çay koyup, sana yazmaya başladım işte.
her şeyi açıkça yazmayacağım, için rahat olsun. güzin abla hadisesi bana hep ilginç gelmiştir. sanırım yıllarca, hem de zevkle okudum onu. ilgimi çeken, öncelikle mektuplarla yürüyen bir ilişki yaratması güzin abla'nın. ona derdini anlatan birinin sosyal, ekonomik, ahlaki yapısını zihninde tekrar yaratacak bir hayal gücüne sahip. mektup sahibinin zihniyet ve duyarlılıklarını kavrayışında, onun samimi itirafları yanında, gizli kapaklı iç dünyasını sezişinde müthiş bir yetenek ve incelik görürüm. daha internet icat edilmeden sanal bir ilişkinin ilk tohumlarını atmıştır bana kalırsa güzin abla.
bir kararın, tercihin, eyleme geçişin eşiğinde duran bir insanın gerçekliğini kavrayıp, onun hissettiği baskıyı, iradeyi bir nevi üstlenmiştir. mektup sahibi, güzin abla'nın önerisi ile derdine derman bulmuş mudur, bilemeyiz. ancak güzin abla bir gerçekliği kusurlu da olsa zihninde kopyalamış ve protez de olsa ona bir çözüm sunma gayreti içine girmiş ve bana kalırsa bunu layıkıyla da yapmıştır.
güzin abla köşelerini okumak, bir hikaye okuma zevkiyle eşdeğerdir benim için. mektup sahibinin kişiliğini, içinde bulunduğu olay örgüsünü, hangi konuda tereddütler yaşadığını ve hangi konuyu güzin abla'dan gizlemeye çalıştığını ben de düşünürüm. ona yanıt veren güzin abla'nın da kişiliğini, hesap ettiği sorumluluk sınırını kavrar; dert sahibine sadece onun farketmediği bir gerçekliği göstermeye çalışıp, onun yerine karar vermediğini örtülü olarak sunma gayretini takdir ederim. bu hikayelerin entelektüel derinliğimize denk düşmemesi hiç de önemli değil. bir hadise var, bir takım olaylar gelişmiş, bu içtenlikle ve dondurulmuş bir zamanda, bir karar eşiğinde paylaşıma sunuluyor. sonrasında mektup sahibinin neye karar verip, olayların nasıl geliştiği biz köşe okurlarının hayaline bırakılıyor. bundan daha heyecanlı, gerilim yüklü, beni olayların hayaliyle başbaşa bırakan daha kusursuz bir hikaye düşünemiyorum.
yüzyıllar sonra, bizim zamanımızı anlamaya istekli bir tarihçi olursa, bence güzin abla mektuplarının bulunduğu gazete köşelerini okumazsa eksik bir iş yapmış olacaktır.
gönderdiğin videoyu öyle beğendim ki, bunu da yazıma iliştiriyorum. çok teşekkür ederim. sana yanıt vereceğim en uygun zamanda. aslında bu yazıya sözünü ettiğin paralel evren konusunu da eklemek isterdim, ama şu an vileda sopası cezalı bir çocuk gibi duvara dayanmış, haksızca uzun sürdüğünü düşündüğü bu cezanın artık bitmesini istiyor:)
sevgiler.
bu sabah neşeyle uyandım. çünkü bir kaç gündür gökyüzü, hava benim en sevdiğim halinde. benim kadar moral yapısı hava ile doğrudan bağlantılı biri daha var mıdır, bilmem. insanların sığ bir sohbet konusu olarak gördükleri havadan bahis, en ciddi meselelere bakışımı belirleyen temel bir şeydir. ben havadan nem kapar, rüzgarın önünde savrulur gider, yağmurun sesinde bir aşk vaadi duyarım:)
sabah, dün yapamadığım telefon görüşmelerini yaptım ve bir takım işleri yoluna koydum. çayı demledim, yerleri süpürdüm. terası yıkadım ki, kapısını gönül rahatlığı ile açabileyim. tina, terasta akıp giden suya pür dikkat kesilip, onu takip ediyor ya, buna çok gülüyorum, biraz da ondan bu teras yıkama işgüzarlığım. eh, radyoyu da açtım. neşeli dans müzikleri çalıyor ki, bedenim dans edemese bile, şu esen tatlı rüzgarla da birlikte kanım başka türlü akıyor sanki içimde. senin mektubun geldiğinde vileda ile yakın bir ilişki içindeydik. onu duvara dayayıp, kendime bir fincan çay koyup, sana yazmaya başladım işte.
her şeyi açıkça yazmayacağım, için rahat olsun. güzin abla hadisesi bana hep ilginç gelmiştir. sanırım yıllarca, hem de zevkle okudum onu. ilgimi çeken, öncelikle mektuplarla yürüyen bir ilişki yaratması güzin abla'nın. ona derdini anlatan birinin sosyal, ekonomik, ahlaki yapısını zihninde tekrar yaratacak bir hayal gücüne sahip. mektup sahibinin zihniyet ve duyarlılıklarını kavrayışında, onun samimi itirafları yanında, gizli kapaklı iç dünyasını sezişinde müthiş bir yetenek ve incelik görürüm. daha internet icat edilmeden sanal bir ilişkinin ilk tohumlarını atmıştır bana kalırsa güzin abla.
bir kararın, tercihin, eyleme geçişin eşiğinde duran bir insanın gerçekliğini kavrayıp, onun hissettiği baskıyı, iradeyi bir nevi üstlenmiştir. mektup sahibi, güzin abla'nın önerisi ile derdine derman bulmuş mudur, bilemeyiz. ancak güzin abla bir gerçekliği kusurlu da olsa zihninde kopyalamış ve protez de olsa ona bir çözüm sunma gayreti içine girmiş ve bana kalırsa bunu layıkıyla da yapmıştır.
güzin abla köşelerini okumak, bir hikaye okuma zevkiyle eşdeğerdir benim için. mektup sahibinin kişiliğini, içinde bulunduğu olay örgüsünü, hangi konuda tereddütler yaşadığını ve hangi konuyu güzin abla'dan gizlemeye çalıştığını ben de düşünürüm. ona yanıt veren güzin abla'nın da kişiliğini, hesap ettiği sorumluluk sınırını kavrar; dert sahibine sadece onun farketmediği bir gerçekliği göstermeye çalışıp, onun yerine karar vermediğini örtülü olarak sunma gayretini takdir ederim. bu hikayelerin entelektüel derinliğimize denk düşmemesi hiç de önemli değil. bir hadise var, bir takım olaylar gelişmiş, bu içtenlikle ve dondurulmuş bir zamanda, bir karar eşiğinde paylaşıma sunuluyor. sonrasında mektup sahibinin neye karar verip, olayların nasıl geliştiği biz köşe okurlarının hayaline bırakılıyor. bundan daha heyecanlı, gerilim yüklü, beni olayların hayaliyle başbaşa bırakan daha kusursuz bir hikaye düşünemiyorum.
yüzyıllar sonra, bizim zamanımızı anlamaya istekli bir tarihçi olursa, bence güzin abla mektuplarının bulunduğu gazete köşelerini okumazsa eksik bir iş yapmış olacaktır.
gönderdiğin videoyu öyle beğendim ki, bunu da yazıma iliştiriyorum. çok teşekkür ederim. sana yanıt vereceğim en uygun zamanda. aslında bu yazıya sözünü ettiğin paralel evren konusunu da eklemek isterdim, ama şu an vileda sopası cezalı bir çocuk gibi duvara dayanmış, haksızca uzun sürdüğünü düşündüğü bu cezanın artık bitmesini istiyor:)
sevgiler.
Salı, Ağustos 30
sevgi dolu tatil filmleri:)
yılın belki de en güzel havası var bugün. ışık, bulutlar, serinlik mükemmel. az uyudum ve yorgunum biraz. akşam için tavuklu şehriye çorbası yaptım yine. bol limon da sıkınca arçil bayılıyor bu çorbaya. bir de etli, bezelyeli, mısırlı, havuçlu, patatesli pilav. iki yemek yapmaktansa hepsini bir arada pişirdim. ocağın altını şimdi kapattım, pijamalarımı giydim, yemek vaktine kadar bir film izleyeceğim. eğer siz de izleyecek bir film arıyorsanız, çok da kederli, sert, ağır bir film olmasın diyorsanız, "bir aradayız, hepsi bu" adındaki bu filmi izleyebilirsiniz. işte afişi ve bağlantısı:
sonra torrent'ten indirdiğim "new york, seni seviyorum," filmini izleyeceğim. size vereceğim bir bağlantı yok bu nedenle. eğer bulur ya da indirirseniz, yanınızda sevgiliniz de varsa, izlemesi eğlenceli aşklı filmler:)
sonra torrent'ten indirdiğim "new york, seni seviyorum," filmini izleyeceğim. size vereceğim bir bağlantı yok bu nedenle. eğer bulur ya da indirirseniz, yanınızda sevgiliniz de varsa, izlemesi eğlenceli aşklı filmler:)
Pazartesi, Ağustos 29
dağınık
eşyalar, diyorum, olmadı sanki böyle. ama rahat edeceksek kalsınlar. yerleşmediler, alışmadılar da tam hiçbiri yerine. mutfakla salon karmakarışık. evet, böyle dağınık dursunlar o halde şimdilik. çünkü yoruldum. hem bu ne gürültü. size eşya konuşur, diyeceğim şimdi de ilginçlik peşinde sanacaksınız beni. ama inanın dediğime, hepsi bir ağızdan, ne şamata. müziği açtım ben de. havada bulutlar, kuş kanatları pencerede, tina eşyaların üstünde, acıkan arçil'e o karmaşada yemek. sonra baktım böyle çok neşeli, simetriyi, açıları, köşeleri hesap etmeden yani, ne rahatlık. bıraktım her şeyi, salona, kitaplığın önüne koyduğum sedire uzanıp açtım bir kitabı. bir şiir kitabı bu. zeka'nın. aylar, yıllar oldu belki de bu kitabı okumayalı. şimdi, şu vakit, işin gücün arasında yapılacak iş mi bu şimdi. üstelik bilgisayarı açıp size yazmalar...
hiç dinliyor mu beni! işte yazıyor bile:
neşe ve adalet
kendisi değil çaresizliğinden sanki
hep bir başkası zarar görmekteydi
karşılar mıydı herkesin zararını
karşılarım demişti
biz de inandık ona
sabırlıydık, bıraktık geciktirsin adaleti
haklı tepkilerin habercisi olmayı isterdi
garipliği erişilmez bir güvence
çok şey yapacakken daha
titizliği bir tür tembellik
hep kederli bir güne rastlayan neşesinden
belliydi, kızgındı kendine, hayatına girmiştik
bize kızgın değildi
inanmak zor, sayıları düzeltmek en kolayı
önündeki yıllar en kolayı
sevimli bir azınlık olmanın mutluluğu onunla
gizli kalması gereken tedirginliği
bu bir tercih değil miydi
ben de verdim yıllarımı kendi ömrümden
haydi verdim diyelim, doğru olur mu ki
bizim de bir yarınımız var
göreceğiz ne kaldığını geriye
şiir, necmi zeka-yavru aslan'dan konu komşu'ya
fotoğraflar, anna morosini
müzik, mohsen namjoo
Pazar, Ağustos 28
alaturka
akşamları tüm mahalle sonuna kadar açık hoparlörden hocanın vaazını ve sonrasında söylenen ilahileri dinledi tüm bir ay boyunca. sokak lambalarının altından geçerek, iftar yemeğinden, teravih namazından dönenlerin tıpırtılı ayak sesleri, mırıltılı sohbetleri duyuldu. akşamüstü otobüsten elinde paketlerle inen yorgun erkekler evlerine dönerken sokakta oynayan çocukların saçını okşayıp, şakalaştılar.
camlarda kırmızılı, mavili eşarplarını sarmış hanımlar birbirlerine laf atarak cam silip, halı silkeliyorlar. bizim sitenin yöneticisi, sınıfımızı belirleme telaşında, bizde halı silkeleme gibi avam şeyler yasak. yılda olsa olsa bir kez elektrik kesintisi yaşıyoruz ama, hanımların mumlarla merdivenden aşağı inmesinden rencide olan yöneticimiz, jeneratörlü lambalar ekledi her kata. en pahalı boyayla boyattı apartman içini, kapının her iki yanındaki saksılarımıza kırmızı güller ekildi.
marketimizin meyve reyonlarında rengarenk şekerler ve madlen çikolatalar da var; az önce döndüm ordan. alt kat komşu yine hastalığından bahsetti. elimdeki paketleri yere bırakıp dinledim. sıcaklara, neme çok dikkat etmek gerek dedim yine, başımı yukarı, bulunduğu pencereye çevirmekten yorgun. işini süper ciddiye alan yöneticimizle apartmanın gidişatı hakkında müzakerede bulunduk her zamanki gibi. onun benim hakkımda bir imgesi var ve bu imgeye ben de sadık kalmaya çalışıyorum. güller için demir oranı fazla olan bir vitamin önerdim. eli çenesinde dinleyip, başını salladı. apartmanımızın saadeti ikimizin de ortak ülküsü çünkü.
bugün ben de mahalleliye katılıp evimi temizledim. odaların şeklini değiştirdim. mis kokulu nevresimleri çengelli iğneleri gizleyerek iyice gererek serdim. terası çamaşır suları ile yıkadım. kuşların leğenini temizleyip, taze su koydum. sonrasında, suyun, terasın ahşap tavanında oynaşmasını izlemeyi seviyorum. sabah erkenden çiçekleri suladım, terasa çıkarıp biraz havalandırdım. kumu değişir değişmez farkeden tina, mutfağa gelip çenesini şöyle bir kaldırıp teşekkür etti. bi şey diil, tinacığım, dedim. bir de hapşırdığımda , çok yaşa, demeyi öğretsem ikimizden iyisi olmaz bu dünyada.
birazdan dersaneden çıkan oğlum arayacak her zamanki gibi. istediğim bir şey var mı, diye soracak ve ben her zamanki gibi radikal alırsan sevinirim, diyeceğim. o aradığında, kemiksiz tavuk butunu baharatlayıp kızartacağım, makarna suyu koyup ocağa, salata malzemelerini yıkamaya başlayacağım. sirkeli su içinde bekleyen çavuş üzümü, şeftali, elma ve armutu servis tabağına çıkaracağım şimdi. bazı günler meyvenin içine gömülü bir çekirdek gibi huzurlu hissediyorum kendimi... geçmiş, şimdi ve geleceğin bir parçası gibi.
Cuma, Ağustos 26
sır
hatıralarla oyalanıyor ve oradaki bazı insanları düşünüyorum bazen. adını bile unutmuş oluyorum belki, ama karakterinin ya da onunla yaptığımız bir sohbetin genel dokusunu çok net hatırlayabiliyorum. aşağıda bir sürü şey anlatan ama pek de bir şey demeyen dağınık bir yazı var. işiniz gücünüz varsa, okumak yerine onunla ilgilenin. ben, işi gücü yapmamaya bahane olsun diye yazmış bulundum. aynı hatayı önermiyorum size;)
üniversitede bir arkadaşımız, "hepinizin bir sırrı var bende," derdi arkadaş grubumuzu ima ederek ve elinde, patlatırsa hepimizin yanacağı bir bombayı tutuyor gibi:) ee, n’olmuş yani, derdik. gençlikte olaya bağlı olan sırrın ömrü zaten ne kadardır ki. o, olay biriktiricisiydi. böylelikle her şeyi gündelikleştirir, zamana ve koşullara indirgerdi. ama sır denilen şey de açıklanmadığı sürece değerlidir; gücünü bizzat ifade edilmemesinden alır (eğer ki bir sır sirkülasyonu ile iletişimin merkezinde olmaktan hoşlanılmıyorsa. o niyetli sır tutucusunun durumu değişiktir. geçelim onu.) ifşa edilmemekle değerlenen ve aslında hiçbir kilide uymayan sır böylelikle hiçbir kapıyı açamaz; arkadaşımız, ilişkilerinin üstüne gerdiği bu sır tülünü öylece gergin tutmaktan bitap düşerdi. karakterinin, gaddar, gammaz, hırçın olanla yumuşak ve iyicil olan kutupları arasında bu bomba sırları karşılıklı olarak atıp tutar ve neyse ki iyi tarafı galip gelirdi.
içinde gizli bilginin kodlarını taşıyan bir tohum-bomba olan bu sırrı istediği gibi yeşerteceği toprağı bulamaz, açılıp saçılıp, çiçeklenmeyen sır, artık bir değeri kalmayıncaya kadar bekler, bekler, sonunda küflenirdi. sırrı, grup arkadaşları içinde sıradan bir sohbet sırasında sadece sırrın konusu olan kişinin anlayabileceği şekilde azıcık sızdırırdı eğlencesine, ki bu da gerilim filmlerine benzerdi . "tam olarak göstermiyorum, kalanını karanlıkta bırakıyorum. şu an anıştırdığım şeyin gerçekte ne kadar korkunç olduğunu ima ediyorum; açıklarsam olacakları senin hayal gücüne bırakıyorum artık, ki ne korkunç, di mi!" demek isterdi:)bana sevimli görünürdü. severdim onu.
bir gece ankara'da yüzüncü yıl bloklarındaki onun öğrenci evinde yine ders çalışma niyetiyle buluşup, sohbet ediyorduk. bilgisayarın, cep telefonun icat edilmediği bir dönemden bahsediyorum. ikimizdik. sürekli demlenip acılaşan çayımızı, samsun sigarası eşliğinde içerken laf lafı açıyordu. o, sırlarıyla bir kraliçe gibiydi de artık bu değerli yükünün bir kısmını halefi tayin ettiği bana bırakmak istiyordu. bense sır haline bürünen bu olayların bizzat kendisiyle hiç ilgilenmiyordum. o olay biriktirirdi, ben karakter. olaylarla ilgim sadece o karakteri anlamayı sağlayacak kadar; onun sınırlarını ve derinliğini kavramak içindi. yargılayıcı değildim, ahlakçı hiç değildim. hayata, insanlara kitap okur gibi bakıyordum. işin eğlencesi de buydu. o zamanlar insanları çok dinlememin, kendileri hakkında abuk subuk ayrıntıları sormamın nedeni de buydu. bu nedenle de diyelim arkadaşımın elinde, selim’in eşcinsel olduğu, ali’nin ayşe’yi aldattığı şeklinde bir sır var ise bu beni zerre kadar ilgilendirmiyordu. ali’nin bir katil olması bile umrumda olmayabilirdi. neticede ben, katil olmak ali’ye ne yapmış, bununla ilgilenmeye yöneliyordum. tıpkı bir kitaptaki karakteri inceler gibi, çevremizdeki insanlara ilgimin bir okur-seyirci olmasıyla yetinebiliyordum. hala da öyle.
çok karmaşık, derin, farklı, insan olmanın mucizemsi doğasını gösteren işlenmiş bir karakterin benimle kurduğu ilişki bozuk olabilir ve çok da yaralanabilirim. benimle kurduğu gündelik ilişkiyi ve benim incinmemi kompartımana ayırıp onun karakterini benim yaralı bakışımdan da bağımsız olarak değerlendirmek isterim. karakterinin uzantısı olan beni inciten davranışları ya da beni inciten davranışlarının tekrarından oluşan karakterini eğer takdir edilesi bir tutarlılık, kendisiyle kararlı bir uyum içinde görüyorsam, kendine özgülüğü ile bir parıltısı varsa benim açımdan, benim olayların kötü hatırası ile o karakteri değerlendirmem pek yakışık almaz. bana öyle gelir. hele hele artık olayların tazeliğini yitirdiği geçmişe bakış anlarımda o uzaklıktan karakter değerlendirmesini daha da hakkıyla yapmak isterim. en çok eleştiri aldığım konulardan biri budur. nerdeyse mazoşistçe bir eğilimle kendime hiç acımadığım, bedel ödemeye bunca istekliyken iş bedel ödetmeye gelince bu tür soyutlamalarla karşımdakine gereksiz keyif bağışladığım söylenir. katılmıyorum buna. ne olacak ki, insan çünkü yaralarını onarma becerisi ile doludur. gelir geçer o. hem yanlış yapıyorsam bile bu yanlışlık, gösterdiğim bu tavır nedeniyle kendini üstün gören bir kibir içermesidir bana kalırsa. bu da eşitliği kendi lehime bozmak demektir. arkadaşımla sır konusu olaylara bakışımızın, yaklaşımımızın neden farklı olduğunu anlatabiliyor muyum şimdi, bilmem.
ona da dedim o gece; karakteri yeterince yansız ve doğru incelersen, onun hakkında neredeyse kehanette bulunabilirsin. oyun gibi. çünkü insanın karakteri de bir mimari yapı gibi, birbiriyle tutarlı parçalardan oluşmak ister. bir konuda şöyle düşünen biri, bambaşka bir konuda onun yansıması olan, onunla çelişmeyecek bir düşünce geliştirmek ister insiyaki olarak. bu nedenle bir insanı ifade eden en basit nüvesini incelediğimizde onun hemen her konuda nasıl düşüneceğini ve ne yapacağını kestirebiliriz. (elbette bu oturmuş kişilikler için geçerli. mesela bir ergenin ya da ergenliği yüzyıllar süren birinin zihninin yüzeyi bir tutarlılık gösteriyor gibi görünse de, altı tüm dengeleri bozacak fay hatları ile doludur. çünkü kendini ve hayatı öğrenirken kendine de bize de epey sürpriz yapar.)
tutarlılığı ile dikkat çekici olan karakterin sahibi hakkında kehanette bulunulabileceği fikri çok hoşuna gitti arkadaşımın. insanları çok izlerdim eskiden de. kahvede masama oturup, ders çalışırken arada başımı kaldırıp her masada konuşulan siyasetin, kavganın, derdin, tomurcuklanan aşk hikayesinin farkında oluverirdim tuhaf bir şekilde. gençken insanlar kendilerini açıklamak isterler, yüzlerini, davranışlarını açık bir kitap gibi okuyabilirsiniz. başkalarının sırlarıyla çok ilgili olan arkadaşım kendini benden bir sır gibi saklayamazdı bu nedenle. uzaktan hoşlandığı bir çocuk vardı. o kapıdan ne zaman girse, birkaç saniye ona bakakalır, o sırada anlattığını unutur, çilli yüzü kızarır, dili dolanır, kekelemeye başlardı. okulun bahçesinde, kantinde, kahvede gözü onu arardı. ordaysa rahatlar; değilse için için bugün gelmeyecek mi diye kaygılanırdı. bundan bana açıkça hiç bahsetmedi. ben de sormadım.
o çocukla tanışıyorduk ama farklı grupların insanlarıydık. birkaç kere cebeci’deki evine uğramışlığımız vardı, ama derin bir muhabbetimiz de yoktu. ikisinin birbirlerine açıklanmamakla sır olan ilgi biçimlerini bakışlarından, davranışlarından anlardım; ikisinin de olduğu ortamlarda, onların bu kendilerine bile açıklamadıkları gizli işaretlerinden ortama sanki bir elektrik yayılır, sanki tüm kantin bir mikrodalga fırına sokulmuş gibi nesnelerin molekülleri kıpırdaşır dururdu. ben önce iskemlenin halinden anlardım, onların orda olduğunu, öyle diyeyim.
işte o gece ona, madem ki laf da açıldı, o çocuğa olan ilgisini farkettiğimi ve ona olan ilgisini açıklamaya hiç gönüllü olmamasının nedenini anladığımı söyledim. çünkü sırlara merakı ve sırları koruma biçimi, onun bu aşk dolu ilgisini yaşama biçimini de belirliyordu. aşık olduğunu söylemeyecekti, çünkü bu bir sırrın ifşa edilmesi gibiydi. sır da sezdirilebilir ama ifşa edilemezdi; çünkü sahip olunan güçten feragat etmek demekti bu. sırları açık ettiği anda yaşayacağı tatmin duygusu, o çocuğa olan ilgisini açıkladığında ona dokunma imkanını elde etmesi ile benzerdi. ama bu da oyunun bitmesi demekti. bir sırrı ortaya sermesiyle yaşayacağı eğlence, bir aşkın ilan edilmesiyle yaşanacak cinsellik gibi yaşandığı anda kendini tüketen şeylerdi, arkadaşıma göre. o, gerçeğin örgüsünün olayların akışını belirleyecek düğümünü kendi atmak ve onu da çözmek istemezdi. böyle dedim.
kendime övgü çıkardığım bir hayretle dinledi beni. ama sonunda kahkahayı basıp, yanıldığımı söyledi. yanılmış olmamdan da çok zevk alıyordu. bu kadar afili açıklamayı boşuna yaptın, dedi. sana şimdi açıklayacağım ve böbürlenmek için de şu kadar pay bırakmayacağım sana. hmmm… aşk, karakterden sapma göstermemize neden olan belki de yegane şeydir. bunu atlamak tüm teorinin yerle bir olmasına neden oldu n'aber!!:) çok eğleniyordu. anlattı.
yağmurluymuş o gün. aşık olduğu o çocuğu görememekten acılar içinde kıvranmış evde. sonunda dayanamayıp evden çıkıp cebeci’ye, onun evinin kapısına gittiğinde sırılsıklammış yağmurdan. ne diyeceğini, ne yapacağını, onun evde olup olmadığını, evde bir kızın olup olmadığını bile bilemiyormuş. bir an geri dönmeyi düşünmüş, ama kıpırdayamıyormuş yerinden. kapıyı tıkırdatmış. kalbi öyle güçlü gümbürdüyormuş ki, bedeni sallanıyormuş. kapı açılmış. şaşırmış çocuk, bir şey demeye niyetlenmiş ama arkadaşım izin vermemiş. tutup öpmüş çocuğu. hiçbir şey demeden çıkmış gitmiş sonra da. üç gündür ne okula ne kahveye gelmemiş bu nedenle. çünkü, benim anladığım şekilde söyleyecekse, üstünde anlaşmaya vardıkları tüm o işaret dili o öpüşten sonra yerle bir olmuş. öylesine bir boşluk olmuş ki böylece, sanki yeryüzünde hiçbir canlının olmadığı, hiçbir şeyin isminin olmadığı, yerleşik bilginin, kültürün, geleneğin bulunmadığı bir boşlukmuş bu. eğer gelir de kahvede onu görürse, ona ne diyeceğini, nasıl bir yaklaşımda bulunacağını bilemezmiş. çünkü anlıyor muymuşum, bomboşmuş zihni. onu nerde görürse görsün onu öpmekten başka yapacak bir şey kalmıyormuş geriye. bu da, eh yani aptal gösterirmiş onu:)
konunun iyice dağıldığının farkındayım. üstelik öyle salkım saçak oldu ki bu uçları toplayıp bir hisseye bağlamaya da çok üşeniyorum. zaten yazacak onca okuduğum kitap dururken niçin bunlarla oyalanıyorum, hiç bilemiyorum. buraya kadar okuma zahmetine katlanmışsanız sizi hiç değilse bir kek kurabiye tarifiyle göndereyim isterim, ama o da yok. öylece pat diye vedalaşacağız şimdi. ben müziği kısıp, tina’nın tüylerini fırçalarken sizi de bu dağınık metni okumanın pişmanlığı ile başbaşa bırakacağım. hrrr…:) bitti.
Perşembe, Ağustos 25
Salı, Ağustos 23
mutluluk anları
çok güzel. basit. huzur dolu. sanki hayatın tüm koordinasyonları işte şu anda muazzam bir şekilde uyum içinde. akşamüstü yıkadığım terasın kapısı açık. erken bir sonbahar serinliği doluyor mutfağa. mutfakta az önce bol çikolatalı kek ve mısır unlu kurabiye pişti. çay demleniyor. iftarını açan bir kaç komşunun çayına eşlik etsin diye kek ve kurabiye götürdüm. tina mutfak sedirinde esniyor... arçil sayfayı çeviriyor. limonlu çay nefis. poe'nun hikayelerinde mimari yaklaşımı analiz eden bir makaleyi okumaya devam edeceğim. bu sessizlik mutluluk dolu.
Pazar, Ağustos 21
dövüş sanatları
insanın hayatla dövüşme hadisesi bir açıdan hep gülünçtür.
çok saygındır evet ama ince bir sınır vardır;
o sınırı geçip, gelecekteki hayaletinin seyircin olduğunu düşündüğün anda bir ciddiyetsizlik başlar.
hangisinde, hayatla dövüştüğünde mi yoksa dövüşmediğinde mi daha çok sıkılırsın, emin olamazsın. düzenli olarak bir halden diğerine geçersin.
benim gibi hayatını kurgulayan bir insan içinse durum şudur; 'bir hareket yaparsın ve sonuçlarını merakla beklemeye başlarsın'. sıkıntı biraz olsun hafifler. hayaletini bile şaşırtabilmişsen, izlemesi fena da olmaz.
bunları diyorum ya, şu anda dövüş sanatlarındaki üstün becerimi sadece tozlara karşı gösteriyorum:) domestosla yakın, cömert, ortak duygudaşlıkla dolu eylemlerimize mola verip, muse'un klibini izledim. eylemlerimiz devam edecektir. sıra mutfakta.
çok saygındır evet ama ince bir sınır vardır;
o sınırı geçip, gelecekteki hayaletinin seyircin olduğunu düşündüğün anda bir ciddiyetsizlik başlar.
hangisinde, hayatla dövüştüğünde mi yoksa dövüşmediğinde mi daha çok sıkılırsın, emin olamazsın. düzenli olarak bir halden diğerine geçersin.
benim gibi hayatını kurgulayan bir insan içinse durum şudur; 'bir hareket yaparsın ve sonuçlarını merakla beklemeye başlarsın'. sıkıntı biraz olsun hafifler. hayaletini bile şaşırtabilmişsen, izlemesi fena da olmaz.
bunları diyorum ya, şu anda dövüş sanatlarındaki üstün becerimi sadece tozlara karşı gösteriyorum:) domestosla yakın, cömert, ortak duygudaşlıkla dolu eylemlerimize mola verip, muse'un klibini izledim. eylemlerimiz devam edecektir. sıra mutfakta.
Cuma, Ağustos 19
liste
sevgili günlük,
şimdi geldim. ne mutluluk. çok şükür. canım evim. ne serin, ne sessiz. öyle de huzurlu ki. tina sabah bıraktığım gibi sepetinde uyuyor hala. bazen sepetine çok düşkünleşiyor. oyun olsun diye sepetini başka yerlere koyuyorum, arayıp buluyor:) teras duvarlarında güvercinler oturuyor, leğendeki suda yıkananlar da var. evet. eve dönünce öyle sevinçli bir şaşkınlık içinde oluyorum ki, ne yapacağımı bilemiyorum. küçük mum çiçeği hızla büyümüş sanki, kaç saat uzak kaldık ki, kafese sarmıştım minik dallarını, yaprakla dolmuş, çok hoş görünüyor. açıkradyo, dönüş şerefime klasik caz çalıyor. kahve yaptım, dinlenirken yazıyorum şimdi bunları sana.
aspirin de içtim. çünkü berbat bir gündü. başım ağrıdı. devletle bir işim vardı. ben bu iş nedeniyle beş yıl kadar önce yine böyle evden çıkmıştım, hiç unutmam:) devlet ne gizemli, ne anlaşılmaz; bunu unutuyorum her seferinde. yine bugün olduğu gibi ordan oraya gönderilmiş, şu kadar ama şu kadar olsun o gizemi aralayamamış, pes etmiştim. bugün de aynısı. pazartesi artık yeni bir serüven beni bekliyor.
çünkü dün gece uyuyamadım. elime bir not defteri tutuşturup kendimi mutfak masasına yolladım. istemiyorsan uyumayabilirsin, ama ne derdin var listele şimdi onları, görelim, dedim. bazen kendimin annesiymişim gibi davranıyorum kendime. gecenin o saatinde kahve isteyince de, bol sütlü, az kahveli hazırladım. işte onbir maddelik listenin ilkiydi bugünkü mesele. ama iyi hissediyorum, bir adım attım ve olursa arçil için toplu bir para gelecek. yurtdışında ingilizce eğitim veren bilgisayar bilimleri ile ilgili, ekonomik de olduğu söylenen bir seçenek var; listenin ikinci maddesi eğitim danışmanlığı şirketi ile konuşmak bu nedenle. pazartesi oraya da gitmek istiyorum. üçüncüsü yine arçil'in bir mülküyle ilgili avukat bulma hadisesi. eğer satışı mümkün olursa bu yıl içinde şahane olur. ordu'ya gitmem gerekebilir bunun için. dördüncüsü yine arçil'in baba tarafından aldığı paranın geleceği ile ilgili bir mesele. telefonla sağlıklı bilgi alamazsam ve ayrıca şu birinci maddeyi burdan halledemezsem genel müdürlükle doğrudan temas kurmak için ankara'ya gitmem gerekebilir.
bu yıl çalışmayı düşünmüyordum, arçil çünkü dersaneye gidecek ve sıkı bir şekilde hazırlanması lazım ve fakat çok tembel. bu nedenle oturup ona odaklanırım, ders çalıştırırım, diye düşünüyordum. ama kendim için de endişeleniyorum. dün, bir arkadaşımın gönderdiği iki adrese cv gönderdim. hiç umudum yok. ama içimi rahatlatıyor adım atıyor olmak. sigarayı hiç değilse azaltmam lazım. bugün işlerin arasında bostancı istasyon kahvesinde oturmak çok hoşuma gitti. sabah yürüyüş yapıp, orda dinlenmek, gazete filan okumak harika olur, diye düşündüm. böyle sağlık odaklı bir şey yaparken, sigarayı da azaltabilirim hem.
bakalım, başka ne var listede... hmm! eski arkadaşlarım çok gücenmiş bir haldeler bana. böyle içe kapanmanın, görüşmek konusunda isteksiz olmanın kibirli bir görüntüsü oluyor. bora ile ilişkimin geriliminden haberdardılar. o hayat biçiminin gereğini yerine getiriyordum bir şekilde, bağışlanabilirdi bu. ama sonrasında gelen önerileri geri çevirmemin benim için olsa da onlar için hiçbir mantıklı gerekçesi yoktu. arayıp, konuşup, kendimi bağışlatmam lazım.
böyle işte, sevgili günlük. bu sabah alarmla uyandım. çok az uyumama rağmen, yapmam gerekenleri listelediğim için tuhaf bir neşe içinde, kendimdeydim. bugün berbere de gittim. fena olmadı, kendimi güzel filan buldum.
eve dönerken marketten, kocaman, mis kokulu şeftali, üzüm, pide aldım. akşama şehriyeli tavuk çorbası ve meyve yiyeceğim. arçil için zayıf bir menü, ama o dışarda yiyecek zaten bugün. tina da uyandı. mutfağa gelip kendini yere attı, geriniyor şimdi:) ben onunla ilgileneyim.
şimdi geldim. ne mutluluk. çok şükür. canım evim. ne serin, ne sessiz. öyle de huzurlu ki. tina sabah bıraktığım gibi sepetinde uyuyor hala. bazen sepetine çok düşkünleşiyor. oyun olsun diye sepetini başka yerlere koyuyorum, arayıp buluyor:) teras duvarlarında güvercinler oturuyor, leğendeki suda yıkananlar da var. evet. eve dönünce öyle sevinçli bir şaşkınlık içinde oluyorum ki, ne yapacağımı bilemiyorum. küçük mum çiçeği hızla büyümüş sanki, kaç saat uzak kaldık ki, kafese sarmıştım minik dallarını, yaprakla dolmuş, çok hoş görünüyor. açıkradyo, dönüş şerefime klasik caz çalıyor. kahve yaptım, dinlenirken yazıyorum şimdi bunları sana.
aspirin de içtim. çünkü berbat bir gündü. başım ağrıdı. devletle bir işim vardı. ben bu iş nedeniyle beş yıl kadar önce yine böyle evden çıkmıştım, hiç unutmam:) devlet ne gizemli, ne anlaşılmaz; bunu unutuyorum her seferinde. yine bugün olduğu gibi ordan oraya gönderilmiş, şu kadar ama şu kadar olsun o gizemi aralayamamış, pes etmiştim. bugün de aynısı. pazartesi artık yeni bir serüven beni bekliyor.
çünkü dün gece uyuyamadım. elime bir not defteri tutuşturup kendimi mutfak masasına yolladım. istemiyorsan uyumayabilirsin, ama ne derdin var listele şimdi onları, görelim, dedim. bazen kendimin annesiymişim gibi davranıyorum kendime. gecenin o saatinde kahve isteyince de, bol sütlü, az kahveli hazırladım. işte onbir maddelik listenin ilkiydi bugünkü mesele. ama iyi hissediyorum, bir adım attım ve olursa arçil için toplu bir para gelecek. yurtdışında ingilizce eğitim veren bilgisayar bilimleri ile ilgili, ekonomik de olduğu söylenen bir seçenek var; listenin ikinci maddesi eğitim danışmanlığı şirketi ile konuşmak bu nedenle. pazartesi oraya da gitmek istiyorum. üçüncüsü yine arçil'in bir mülküyle ilgili avukat bulma hadisesi. eğer satışı mümkün olursa bu yıl içinde şahane olur. ordu'ya gitmem gerekebilir bunun için. dördüncüsü yine arçil'in baba tarafından aldığı paranın geleceği ile ilgili bir mesele. telefonla sağlıklı bilgi alamazsam ve ayrıca şu birinci maddeyi burdan halledemezsem genel müdürlükle doğrudan temas kurmak için ankara'ya gitmem gerekebilir.
bu yıl çalışmayı düşünmüyordum, arçil çünkü dersaneye gidecek ve sıkı bir şekilde hazırlanması lazım ve fakat çok tembel. bu nedenle oturup ona odaklanırım, ders çalıştırırım, diye düşünüyordum. ama kendim için de endişeleniyorum. dün, bir arkadaşımın gönderdiği iki adrese cv gönderdim. hiç umudum yok. ama içimi rahatlatıyor adım atıyor olmak. sigarayı hiç değilse azaltmam lazım. bugün işlerin arasında bostancı istasyon kahvesinde oturmak çok hoşuma gitti. sabah yürüyüş yapıp, orda dinlenmek, gazete filan okumak harika olur, diye düşündüm. böyle sağlık odaklı bir şey yaparken, sigarayı da azaltabilirim hem.
bakalım, başka ne var listede... hmm! eski arkadaşlarım çok gücenmiş bir haldeler bana. böyle içe kapanmanın, görüşmek konusunda isteksiz olmanın kibirli bir görüntüsü oluyor. bora ile ilişkimin geriliminden haberdardılar. o hayat biçiminin gereğini yerine getiriyordum bir şekilde, bağışlanabilirdi bu. ama sonrasında gelen önerileri geri çevirmemin benim için olsa da onlar için hiçbir mantıklı gerekçesi yoktu. arayıp, konuşup, kendimi bağışlatmam lazım.
böyle işte, sevgili günlük. bu sabah alarmla uyandım. çok az uyumama rağmen, yapmam gerekenleri listelediğim için tuhaf bir neşe içinde, kendimdeydim. bugün berbere de gittim. fena olmadı, kendimi güzel filan buldum.
eve dönerken marketten, kocaman, mis kokulu şeftali, üzüm, pide aldım. akşama şehriyeli tavuk çorbası ve meyve yiyeceğim. arçil için zayıf bir menü, ama o dışarda yiyecek zaten bugün. tina da uyandı. mutfağa gelip kendini yere attı, geriniyor şimdi:) ben onunla ilgileneyim.
Perşembe, Ağustos 18
stella rusya'da
sevgili arkadaşım stella ne yazık, bu yıl pek yazmıyor sitesine. bana yazdığı mektupların öyle kablolar arasına sıkışmasına gönlüm razı olmuyor. daha önce de "ben bir kiraz ağacı olmak isterim" mektubunu yayınlamıştım burda. aşağıda rusya'ya yaptığı geziyi anlattığı mektup var. seyahate çıkmak isteyenler için rusya'yı ciddi bir seçenek olarak düşündürtecek kadar güzel anlatmış. ah unutuyordum, orda beni hatırlayıp nefis, nefis hediyeler alıp gönderdi. biri dostoyevski takvimi! ben bile bana daha iyi bir hediye düşünemezdim kendim için. diğeri de... burayı da stella açıklasın; "takvim 2011 için. 2012 için olanı yoktu, diğer resim de Anna Karanina'dan bir sahne. At yarışı izlerken, arkada Anna'nın kocası ve aşık olduğu Yüzbaşı var. Bunları alırken yaşlı bir Rus teyze ile aşk üzeri sohbet bile ettik, konu aşk olunca aynı dili konuşmadan da anlaşılıyor:)"
"Periciğim, evet lacivert pasaportla ve vizesiz girilebiliyor Rusya'ya, gerçekten çok kolay, hiç bir sorun olmadı. Aslında beraber gittiğim arkadaşım 5-6 yıldır interrail yoluyla geziyormuş ve bu yıl Balkanlar'a gitmek istiyordu. Ben de onun peşine takılayım dedim, ancak vize başvuruları ile uğraşacak ne zaman ne de enerji bulabildim. O zaman Rusya'ya gidelim, dedi o da.
Pazartesi biletimizi alıp Cuma yola çıktık. 15 gün kaldık. Önce Moskova sonra Petersburg; dönüş için tekrar Moskova'ya geldik. Çok güzel bir gezi oldu. Nasıl anlatsam bilmiyorum, iki şehir de büyülüyor insanı. Petersburg daha güzelmiş di mi, diye soranlara evet, diye cevap verirken hep ekliyorum; 'böyle diyince Moskova'ya haksızlık ediyormuşum gibi geliyor' diye.
Apar topar yola çıkınca hiç bir araştırma yapamadık şehirler hakkında. Hostel rezervasyonlarımızı bile hava alanında, uçağa binmeden yarım saat önce yaptık. Şansımıza iyi yerler denk geldi. Her iki şehirde de merkeze çok yakın yerlerde kaldık. Ben yola çıkmadan önce şu rehber kitaplardan almıştım. Çok işimize yaradı gerçekten. Müzeler, katedraller, meydanlar hepsi çok etkileyiciydi. Gidip de niye gelmişiz ki, dediğimiz bir yer olmadı sanırım. Moskova'da iki büyük güzel sanatlar müzesi gezdik. Biri Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi'ydi, diğeri de Tretyakov Galerisi.
Stella"
"Periciğim, evet lacivert pasaportla ve vizesiz girilebiliyor Rusya'ya, gerçekten çok kolay, hiç bir sorun olmadı. Aslında beraber gittiğim arkadaşım 5-6 yıldır interrail yoluyla geziyormuş ve bu yıl Balkanlar'a gitmek istiyordu. Ben de onun peşine takılayım dedim, ancak vize başvuruları ile uğraşacak ne zaman ne de enerji bulabildim. O zaman Rusya'ya gidelim, dedi o da.
Pazartesi biletimizi alıp Cuma yola çıktık. 15 gün kaldık. Önce Moskova sonra Petersburg; dönüş için tekrar Moskova'ya geldik. Çok güzel bir gezi oldu. Nasıl anlatsam bilmiyorum, iki şehir de büyülüyor insanı. Petersburg daha güzelmiş di mi, diye soranlara evet, diye cevap verirken hep ekliyorum; 'böyle diyince Moskova'ya haksızlık ediyormuşum gibi geliyor' diye.
Apar topar yola çıkınca hiç bir araştırma yapamadık şehirler hakkında. Hostel rezervasyonlarımızı bile hava alanında, uçağa binmeden yarım saat önce yaptık. Şansımıza iyi yerler denk geldi. Her iki şehirde de merkeze çok yakın yerlerde kaldık. Ben yola çıkmadan önce şu rehber kitaplardan almıştım. Çok işimize yaradı gerçekten. Müzeler, katedraller, meydanlar hepsi çok etkileyiciydi. Gidip de niye gelmişiz ki, dediğimiz bir yer olmadı sanırım. Moskova'da iki büyük güzel sanatlar müzesi gezdik. Biri Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi'ydi, diğeri de Tretyakov Galerisi.
İkisi de çok güzel kolleksiyonlara sahipler. Sonra en çok keyif aldığımız şey ünlü Rus edebiyatçılarının evlerini gezmek oldu. Gorki ve Çehov'un evlerini gezdik önce. Gorki'nin evinden birkaç fotoğraf ekledim, merdiven çok güzeldi, en çok onun resmini çekmişiz. Merdiven mermerdi ama insan parmağını dokunsa şeklini değiştirebilecekmiş gibi hissediyor.
Dostoyevsk'nin ve Tolstoy'un da evlerini gezdik. Sanırım en etkileyici olan Tolstoy'un eviydi, çünkü uzun süre yaşanmış ve eşyaları tamamıyla korunmuş bir evdi.
Dostoyevsk'nin ve Tolstoy'un da evlerini gezdik. Sanırım en etkileyici olan Tolstoy'un eviydi, çünkü uzun süre yaşanmış ve eşyaları tamamıyla korunmuş bir evdi.
Bu fotoğraflar Moskova'dan. Petersburg resimlerinin çoğu sanırım arkadaşımda, onlardan da yollarım daha sonra. Şu anda hangi resimleri eklediğimi göremiyorum, ama sanırım Kremlin'in resimleri var. Bir akşam üzeri tam güneş batımına denk geldik, nehri geçiyorduk ve bulunduğumuz yerden Kremlin çok güzel görünüyordu. Akşam üzeri dediysem saat 22.30 civarıydı sanırım. Metro istasyonlarından birinin fotoğrafları var. Metroda sürekli kaybolduk, ama hiç şikayet etmedik, her biri birbirinden güzeldi. Moskova'da kaldığımız her gün gittik sanırım Kızıl Meydan'a, öyle ihtişamlı ki, insanı kendine çekiyor sürekli.
Hediyelerini alelacele yolladım içine bir not koyamadım, umarım beğenirsin. Sevgiler, öpücükler çok.
Stella"
Çarşamba, Ağustos 17
'ey yolcu!' diyerek uyandırdım kendimi bu sabah:)
"elbette bursa'ya gideceğim. ama bunu gerçekleştirebilmek için önce kuaföre gidip saçımı boyatmam, kaşımı aldırmam, insan içine çıkacak bir hale gelmem lazım. her akşam ertesi sabah kahvaltıdan sonra komşu semtteki kuaförüme gitme planını yapıyor, heyhat, ertesi sabah o planı uygulamak yerine ne kadar tuhaf saçmalık varsa onları yaparken buluyorum kendimi. eğer gideceksem arçil ve tina için iki günlük yemeği de yapıp dolaba koymam gerekiyor ki alışveriş işini de halletmeliyim bunun için. birbirine sıkı sıkıya bağlı bu işler, aynı rengi yanyana getiremediğim o zeka küpleri gibi beni uğraştırıyor, yoruyor, yoruyor; ertesi sabah işleri yoluna koyacağım, taptaze yeni bir sabaha uyanma vaadiyle gece duamı yürekten okuyorum: hala biraz olsun kredim varsa, bana akıl, fikir, güç ver, allahım...bakalım."*
bursa'ya gitmek harika olur.
bursa'daki ablam zeki bir çocuk gibi komiktir. çünkü saf, doğrudan, dümdüz bir bakışı vardır ve bu bakış aslında çok zeki insanlarda olan en karmaşık mekanizmaları sadeleştirerek onu temel, basit bir işleyişe dönüştürebilme yeteneğinden ileri gelir. benim tam karşıtım yani. atıyorum, bana bir makas gösterin, size onun neden uçak olmadığını anlatmakla başlarım analize. işe yarar mı? asla. hakkında onca atıp tutarak anlattığım makası kullanmaya kalkışmışsam, giyilmesi olanaksız bir elbise çıkar ondan. evet evet, öyle.
dediğine göre ablamın komedisini bir tek ben anlıyormuşum. ben hiç komik değilim ne yazık ki, ama müstakbel komediyi daha ablamın yüzünde sezip gülmeye başlarım. ablamı çok özledim sanırım. bilmem ki, içimde bir şeyler çözülüyor... içimdeki o sevimsiz, ciddi yargıçtan kurtulmak, sevdiklerime "seni seviyorum/seni çok özledim/seni kırdıysam beni affet" gibi cümleler kurmak istiyorum. bunu da ölümlü olduğumuzu düşünerek değil de, yaşıyor olduğumuz için, hayat harikulade güzel olduğu için, bunu korumak gerektiği için yapmak istiyorum. bu nedenle bursa'ya kesinlikle gitmeliyim. yine hiçbir hazırlık yapmadan oturup bunu yazıyorum ki, önce makasın neden bir uçak olmadığını iyice anlayalım:p
az önce okur gibi yaptığım poe biyografisini bırakıp, eski seyahatlerimi düşündüm kendimi yola çıkmaya hazırlamak için. bir tanesi var ki, kendimi şimdi hiç o hatıranın kahramanı olarak düşünemedim. soğuk, çok soğuk bir yıldı. kışın ortasındayız. hafta içi deli gibi çalıştığım bir işim var. arkadaşlığın altında gizli bir flörtün de sezildiği bir ilişkimin olduğu arkadaşım bir aylık paralı askerlik yapmak üzere ankara'ya gitti. çok da farklıydık birbirimizden, ama çok gülüyorduk birlikte, aslan burcuydu çünkü:p beden aurası, şuur enerjisi vs gibi şeylerle ilgilenir; ben çok üşüdüğüm için dalga geçer, hakikaten incecik gömleklerle dolaşırdı. göbeğin üstündeki bölgeye yoğunlaşır ve üşümediğimi düşünürsem, nerdeyse yaz günündeymişim gibi ter basacağını filan anlatırdı. acı yok, acıyı unut rocky, olayı.
gittikten hemen sonra telefon etti; donuyorum, dedi. sesi titriyordu hakikaten. aura kuşağı... enerji transferi?... dedim... göbeğin üstüne yoğunlaşacak kafa bırkmadı mı komutanların daha iki gün de?... dedim gülerek. hmm... o artık gülemiyordu:)
o akşam cambaz'da onun arkadaşlarıyla içiyorduk. orhan gencebay çalıyordu, hep birlikte ankara'ya onu ziyaret etmeye karar verdik o sarhoşlukla. sabah gidip, yün çorap, eldiven, dudak ve el kremi aldım, ona vermek için. ancak ankara otobüsünde, sarışın, ipince, solgun, melankolik bir çocukla benden başka kimse yoktu gruptan. hemen hiç tanımıyordum onu. pek konuşmazdı. karamazof kardeşler'den smerdyakov'a benzettiğimi hatırlıyorum onu. sağlıksız görünen bedeni, solgun yüzü, hastalıklı ruhunu olduğu gibi yansıtırdı sanki. yan yana oturduk koltuklarımıza. bir ara uyandım gece, dehşetli susayarak. yanımda, uyanık, dalgın duruyordu. benim için su ister mi, diye sordum. "hayır," dedi. aniden, "ankara'da nerde intihar edilir?" diye sordu. anlamadım. "hani istanbul'da boğaz köprüsü popüler bir seçenektir?" dedi. düşündüm, "bilmem ki, " dedim. "ankara'da öyle gösterişle intihar edilmez. evinde paşa paşa asarsın kendini. havagazı da olur, ilaç da mümkün. ama bileklerini kesmek bile yakışık almaz, ankara'da. kan, biliyorsun, çok süslü." birbirimizi anlıyorduk, başını salladı. "ankara'da insanlar nasıldır?" diye sordu bir süre sustuktan sonra. sanırım uyuyamıyor, canı sıkılıyordu. "herkes, her şey çok kişiseldir aslında sanılanın aksine," dedim. sonra yine uyumuşum. kızılay'da arkadaşımızı bekleyeceğimiz penguen cafe'ye giderken biri "ateşiniz var mı acaba? dedi " sınav için alelacele çıktım da benimkini evde unutmuşum," diye ekledi. "gördün mü," dedim, " ateş isterken hayat hikayesini anlattı sana. ankara böyledir." başını salladı, çıkardığı çakmakla kendi de bir sigara yakarken. arkadaşımız geldi. asker avutmak kolay değildir. sanki içine ölümcül bir mikrop girmiş gibi dehşetli bir umutsuzlukla taşırlar bedenlerini. ordan çıkıp, eski iş ortağımın açtığı restorana gittik. birkaç ay sonra onun ilaç içerek intihar ettiğini öğrenecektim. ama o gün neşeliydi ve sağolsun çok ilgilendi bizimle. asker arkadaşım zengindi ama savruktu, ne kadar parası varsa tüketmiş, cüzdanımdaki tüm parayı ona verince, restoranın mutfağından eski ortağımdan borç para isteyince, sessizce, ikiletmeden vermişti parayı. ziyaretimizi tamamlayıp akşam otobüsüyle, istanbul'a, işe dönmüştüm.
oysa şimdi, şu kadarcık yola çıkmamak için ettiğime bakın. o zamanlar beni böyle yola düşüren içimdeki gençliğin ateşi miydi, yoksa neydi, bilmiyorum. bugün de akşamı ettik:)
*dün, yandaki sütunda yazılanları kaydedeceğim başka bir mecra önerisi geldi. o kadar dağılmayı istemiyorum. hiç değilse günlük paragrafını alıp, devamını yazacağım buraya bu seferlik.
bursa'ya gitmek harika olur.
bursa'daki ablam zeki bir çocuk gibi komiktir. çünkü saf, doğrudan, dümdüz bir bakışı vardır ve bu bakış aslında çok zeki insanlarda olan en karmaşık mekanizmaları sadeleştirerek onu temel, basit bir işleyişe dönüştürebilme yeteneğinden ileri gelir. benim tam karşıtım yani. atıyorum, bana bir makas gösterin, size onun neden uçak olmadığını anlatmakla başlarım analize. işe yarar mı? asla. hakkında onca atıp tutarak anlattığım makası kullanmaya kalkışmışsam, giyilmesi olanaksız bir elbise çıkar ondan. evet evet, öyle.
dediğine göre ablamın komedisini bir tek ben anlıyormuşum. ben hiç komik değilim ne yazık ki, ama müstakbel komediyi daha ablamın yüzünde sezip gülmeye başlarım. ablamı çok özledim sanırım. bilmem ki, içimde bir şeyler çözülüyor... içimdeki o sevimsiz, ciddi yargıçtan kurtulmak, sevdiklerime "seni seviyorum/seni çok özledim/seni kırdıysam beni affet" gibi cümleler kurmak istiyorum. bunu da ölümlü olduğumuzu düşünerek değil de, yaşıyor olduğumuz için, hayat harikulade güzel olduğu için, bunu korumak gerektiği için yapmak istiyorum. bu nedenle bursa'ya kesinlikle gitmeliyim. yine hiçbir hazırlık yapmadan oturup bunu yazıyorum ki, önce makasın neden bir uçak olmadığını iyice anlayalım:p
az önce okur gibi yaptığım poe biyografisini bırakıp, eski seyahatlerimi düşündüm kendimi yola çıkmaya hazırlamak için. bir tanesi var ki, kendimi şimdi hiç o hatıranın kahramanı olarak düşünemedim. soğuk, çok soğuk bir yıldı. kışın ortasındayız. hafta içi deli gibi çalıştığım bir işim var. arkadaşlığın altında gizli bir flörtün de sezildiği bir ilişkimin olduğu arkadaşım bir aylık paralı askerlik yapmak üzere ankara'ya gitti. çok da farklıydık birbirimizden, ama çok gülüyorduk birlikte, aslan burcuydu çünkü:p beden aurası, şuur enerjisi vs gibi şeylerle ilgilenir; ben çok üşüdüğüm için dalga geçer, hakikaten incecik gömleklerle dolaşırdı. göbeğin üstündeki bölgeye yoğunlaşır ve üşümediğimi düşünürsem, nerdeyse yaz günündeymişim gibi ter basacağını filan anlatırdı. acı yok, acıyı unut rocky, olayı.
gittikten hemen sonra telefon etti; donuyorum, dedi. sesi titriyordu hakikaten. aura kuşağı... enerji transferi?... dedim... göbeğin üstüne yoğunlaşacak kafa bırkmadı mı komutanların daha iki gün de?... dedim gülerek. hmm... o artık gülemiyordu:)
o akşam cambaz'da onun arkadaşlarıyla içiyorduk. orhan gencebay çalıyordu, hep birlikte ankara'ya onu ziyaret etmeye karar verdik o sarhoşlukla. sabah gidip, yün çorap, eldiven, dudak ve el kremi aldım, ona vermek için. ancak ankara otobüsünde, sarışın, ipince, solgun, melankolik bir çocukla benden başka kimse yoktu gruptan. hemen hiç tanımıyordum onu. pek konuşmazdı. karamazof kardeşler'den smerdyakov'a benzettiğimi hatırlıyorum onu. sağlıksız görünen bedeni, solgun yüzü, hastalıklı ruhunu olduğu gibi yansıtırdı sanki. yan yana oturduk koltuklarımıza. bir ara uyandım gece, dehşetli susayarak. yanımda, uyanık, dalgın duruyordu. benim için su ister mi, diye sordum. "hayır," dedi. aniden, "ankara'da nerde intihar edilir?" diye sordu. anlamadım. "hani istanbul'da boğaz köprüsü popüler bir seçenektir?" dedi. düşündüm, "bilmem ki, " dedim. "ankara'da öyle gösterişle intihar edilmez. evinde paşa paşa asarsın kendini. havagazı da olur, ilaç da mümkün. ama bileklerini kesmek bile yakışık almaz, ankara'da. kan, biliyorsun, çok süslü." birbirimizi anlıyorduk, başını salladı. "ankara'da insanlar nasıldır?" diye sordu bir süre sustuktan sonra. sanırım uyuyamıyor, canı sıkılıyordu. "herkes, her şey çok kişiseldir aslında sanılanın aksine," dedim. sonra yine uyumuşum. kızılay'da arkadaşımızı bekleyeceğimiz penguen cafe'ye giderken biri "ateşiniz var mı acaba? dedi " sınav için alelacele çıktım da benimkini evde unutmuşum," diye ekledi. "gördün mü," dedim, " ateş isterken hayat hikayesini anlattı sana. ankara böyledir." başını salladı, çıkardığı çakmakla kendi de bir sigara yakarken. arkadaşımız geldi. asker avutmak kolay değildir. sanki içine ölümcül bir mikrop girmiş gibi dehşetli bir umutsuzlukla taşırlar bedenlerini. ordan çıkıp, eski iş ortağımın açtığı restorana gittik. birkaç ay sonra onun ilaç içerek intihar ettiğini öğrenecektim. ama o gün neşeliydi ve sağolsun çok ilgilendi bizimle. asker arkadaşım zengindi ama savruktu, ne kadar parası varsa tüketmiş, cüzdanımdaki tüm parayı ona verince, restoranın mutfağından eski ortağımdan borç para isteyince, sessizce, ikiletmeden vermişti parayı. ziyaretimizi tamamlayıp akşam otobüsüyle, istanbul'a, işe dönmüştüm.
oysa şimdi, şu kadarcık yola çıkmamak için ettiğime bakın. o zamanlar beni böyle yola düşüren içimdeki gençliğin ateşi miydi, yoksa neydi, bilmiyorum. bugün de akşamı ettik:)
*dün, yandaki sütunda yazılanları kaydedeceğim başka bir mecra önerisi geldi. o kadar dağılmayı istemiyorum. hiç değilse günlük paragrafını alıp, devamını yazacağım buraya bu seferlik.
koş... koş!
"şiir, fazlaca şiir kokuyor. felsefe, fazlaca felsefe kokuyor. her ikisi de iğrenç bir tekrarcılıktan mustarip. sözün yapmacıklığı, derinliğin yapmacıklığı. her ikisi de canımızı sıkıyorlar doğrusu."
baudrillard, siyah an'lar, s.93
evet! dedi, evet!... kendine, "canım sıkılıyor," demeyi yasaklamış olan.
Pazartesi, Ağustos 15
şiirli günler
sarhoşmuşcasına esrik oluyorum şiirli günlerde.
öylesine tutkulu oluyorum ki, bu bende nerdeyse yapaylığa dönüşüyor.
ayılmışcasına hüzünlü oluyorum kitabı kapadığımda da.
siz de okuyun. şerefe.
uyurgezer romans
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
yeşil rüzgar. yeşil dallar.
deniz üstünde gemi
ve dağdaki at.
beline gölge vurmuş
düş görüyor terasta,
yeşil ten, yeşil saçlar,
gözleri soğuk gümüş.
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
çingene ay altında,
ona bakıyor her şey
oysa görmüyor birini
*
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
iri yıldızları kırağının,
gelir karanlığın balığıyla
şafağın yolunu açan.
sürter incir ağacı rüzgarını
dallarının zımparasıyla,
dağ, o hırsız kedi
kabartır acı sabırotlarını.
gelen kim ki! nereden!
düşlüyor hala terasta,
yeşil ten, yeşil saçlar, kız acı denizi
*
dostum değişmek istiyorum
atımı evinle,
eyerimi aynanla,
hançerimi battaniyen.
dostum, geliyorum kan revan içinde,
kabra geçitlerinden.
bana kalsa, delikanlı
kabul ettim gitti.
gayrı ne ben benim.
ne ev benim evim.
dostum, bari adam gibi
öleyim yatağımda.
olursa çelikten,
çarşafları hollanda.
bak, yaralar içindeyim
bağrımdan boğazıma.
ak gömleğinin göğsünde
üç yüz koyu gül.
kokuyor sızan kanın
çepeçevre kuşağından
gayrı ne ben benim.
ne ev benim evim.
bari, çıkayım, bırak
yüksek korkuluğa.
suların yankılandığı
ayın korkuluğuna.
*
çıkıyor iki arkadaş
yüksek korkuluğa.
bırakıp kandan
ve gözyaşından bir iz.
küçük teneke fenerler
titriyordu çatılarda.
bin kristal tef
yaralarken tanyerini.
*
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
yeşil rüzgar, yeşil dallar.
çıktı yukarı iki arkadaş.
uzun rüzgar ağızda,
safradan, naneden, fesleğenden,
bırakıyordu tuhaf bir tat.
dostum! söyle nerde o?
nerde senin acı kız?
ne kadar bekledi seni!
ne kadar beklesindi seni!
serin yüz, siyah saçlar,
bu yeşil terasta!
*
sarnıcın yüzünde
salınıyordu çingene kızı.
yeşil ten, yeşil saçlar,
gözleri soğuk gümüş.
aydan bir saçak
tutuyordu onu suda.
küçük bir alan gibi
cana yakındı gece.
sarhoş korucular
yumruklarken kapıyı.
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
yeşil rüzgar. yeşil dallar.
deniz üstünde gemi.
ve dağdaki at
f.g. lorca
öylesine tutkulu oluyorum ki, bu bende nerdeyse yapaylığa dönüşüyor.
ayılmışcasına hüzünlü oluyorum kitabı kapadığımda da.
siz de okuyun. şerefe.
uyurgezer romans
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
yeşil rüzgar. yeşil dallar.
deniz üstünde gemi
ve dağdaki at.
beline gölge vurmuş
düş görüyor terasta,
yeşil ten, yeşil saçlar,
gözleri soğuk gümüş.
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
çingene ay altında,
ona bakıyor her şey
oysa görmüyor birini
*
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
iri yıldızları kırağının,
gelir karanlığın balığıyla
şafağın yolunu açan.
sürter incir ağacı rüzgarını
dallarının zımparasıyla,
dağ, o hırsız kedi
kabartır acı sabırotlarını.
gelen kim ki! nereden!
düşlüyor hala terasta,
yeşil ten, yeşil saçlar, kız acı denizi
*
dostum değişmek istiyorum
atımı evinle,
eyerimi aynanla,
hançerimi battaniyen.
dostum, geliyorum kan revan içinde,
kabra geçitlerinden.
bana kalsa, delikanlı
kabul ettim gitti.
gayrı ne ben benim.
ne ev benim evim.
dostum, bari adam gibi
öleyim yatağımda.
olursa çelikten,
çarşafları hollanda.
bak, yaralar içindeyim
bağrımdan boğazıma.
ak gömleğinin göğsünde
üç yüz koyu gül.
kokuyor sızan kanın
çepeçevre kuşağından
gayrı ne ben benim.
ne ev benim evim.
bari, çıkayım, bırak
yüksek korkuluğa.
suların yankılandığı
ayın korkuluğuna.
*
çıkıyor iki arkadaş
yüksek korkuluğa.
bırakıp kandan
ve gözyaşından bir iz.
küçük teneke fenerler
titriyordu çatılarda.
bin kristal tef
yaralarken tanyerini.
*
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
yeşil rüzgar, yeşil dallar.
çıktı yukarı iki arkadaş.
uzun rüzgar ağızda,
safradan, naneden, fesleğenden,
bırakıyordu tuhaf bir tat.
dostum! söyle nerde o?
nerde senin acı kız?
ne kadar bekledi seni!
ne kadar beklesindi seni!
serin yüz, siyah saçlar,
bu yeşil terasta!
*
sarnıcın yüzünde
salınıyordu çingene kızı.
yeşil ten, yeşil saçlar,
gözleri soğuk gümüş.
aydan bir saçak
tutuyordu onu suda.
küçük bir alan gibi
cana yakındı gece.
sarhoş korucular
yumruklarken kapıyı.
yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
yeşil rüzgar. yeşil dallar.
deniz üstünde gemi.
ve dağdaki at
f.g. lorca
Pazar, Ağustos 14
tuhaf
uyuyalı henüz çok az olmuştu. ama sanki biri beni şiddetle sarsıyormuş gibi uyandım. baktım, güneşten başka görünürde hiçbir neden yok. doğruca gidip perdeyi kapattım, yeniden yattım. olmadı. zihnimde minik düşünce cinleri el kol sallayıp dikkatimi bir şeye çekmeye çalışıyorlar. ne var!? birinin doğumgünü filan da onu mu hatırlamam gerek? düşündüm, yok. niçin böyle alarmdayım? çay demledim, kahve yaptım, teras kapısını açıp, iskemlemi kapıya dayayıp ada'ya baktım. sis var. manzara gri. pek bir şey görünmüyor. sessiz. bugün pazar, dedim. bunu idrak etmiş olmama sevindim. ama sanki manzarayla birlikte zihnime de çökmüş o sis. bir güvercin gelip onlar için koyduğum leğenden su içti, beni farkedince telaşla kanatlarını çırpıp uzaklaştı. bu telaşlı, endişeli kanat sesi, kafamdaki cinleri tekrar harekete geçirip yine dikkatimi bir şeye çekmeye çalıştılar. ne yapmam lazım acaba? kalkıp vitamin içtim. evin içinde dolaştım. güne ilişkin bir şeyi anlamadığımda hep yaptığım gibi en yakın kitabı alıp sayfasını gelişigüzel açıp kitap falı baktım:
"sandığınızın aksine, gerçekler tersyüz edilemez. içeri girebiliyor olmanız, dışarı çıkabileceğiniz anlamına gelmez. girişler çıkışa dönüşmezler, az önce girdiğiniz kapının dönüp baktığınızda hala aynı yerde olacağını kesinleyecek bir şey yoktur. yanıtı bildiğinizi düşündüğünüz her zaman, sorunun bir anlam taşımadığını farkedersiniz"
"onlara bakmaktan vazgeçti, onlar da varolmamaya başladılar."
paul auster
bu falın, unutkanlık ya da ne bileyim idraksizlik sisine bulanmış zihnimi aydınlatacak hiçbir etkisi olmadı. arçil'e çay götürdüm. kahvaltıda ne yemek ister, diye sordum. omlet, tost ya da klasik kahvaltı önerilerinin hepsini reddetti. zaten dışarıya çıkmayacağım, yatıp uyuyacağım ben, dedi. dersaneye gidecekti ve ben de ona eşlik etmek için çıkacaktım. gece yaptığımız plan buydu. sen çıkmayacaksan benim çıkmam abes olmaz mı, diye sordum. çok abes olur, yat uyu, dedi. bunu, tembel bir insanın kendiyle tutarlı bir yanıtı mı, yoksa bugün benden daha aklıselim görünen birinin sağduyu dolu sesi mi diye tarttım ona bakarak. deniz kıyısında kitap okumayı istemiştim, sis var, deniz de güzel olmaz aslında sanırım, diye mırıldandım. bunu duymadı.
fincanımdaki kahveyi döküp, çay koydum. teras kapısındaki iskemleye oturdum tekrar. akşama balık yapmak harika bi fikir, dedim. bu nedenle çıkıp kadıköy'den balık almak zorundayım. çıkmak zorundayım. bu kararlı fikir, zihnimdeki sisi yararak geçen bir uçak gibi hoşuma gitti. aşağıda, çok uzakta bana telaşla el kol sallayan cinleri gördüm. teras duvarında iki güvercin önce bana, sonra önlerine bakarak aralarında gurr gurr diye konuştular. bu, dün yaşadığım anlamsız, kısa bir sahneyi hızla hatırlamama neden oldu; markete giderken, annesinin elinden tutmuş, yürümeyi yeni öğrenmiş bir bebekle karşılaşmıştım; onları geçince neden bilmem arkamı dönüp bakmıştım ve hayret, bebek de arkasını dönmüş bana bakıyordu. o an sevimli görünen bu sahneyi hatırlamak nedense içimi ürpertti.
keşke akşama balık yapmayı planlamasaydım, dedim odaya giyinmeye giderken, dışarı çıkmak zorunda kalmazdım. ama mecburum. balık, çünkü harika bir fikir.
"sandığınızın aksine, gerçekler tersyüz edilemez. içeri girebiliyor olmanız, dışarı çıkabileceğiniz anlamına gelmez. girişler çıkışa dönüşmezler, az önce girdiğiniz kapının dönüp baktığınızda hala aynı yerde olacağını kesinleyecek bir şey yoktur. yanıtı bildiğinizi düşündüğünüz her zaman, sorunun bir anlam taşımadığını farkedersiniz"
"onlara bakmaktan vazgeçti, onlar da varolmamaya başladılar."
paul auster
bu falın, unutkanlık ya da ne bileyim idraksizlik sisine bulanmış zihnimi aydınlatacak hiçbir etkisi olmadı. arçil'e çay götürdüm. kahvaltıda ne yemek ister, diye sordum. omlet, tost ya da klasik kahvaltı önerilerinin hepsini reddetti. zaten dışarıya çıkmayacağım, yatıp uyuyacağım ben, dedi. dersaneye gidecekti ve ben de ona eşlik etmek için çıkacaktım. gece yaptığımız plan buydu. sen çıkmayacaksan benim çıkmam abes olmaz mı, diye sordum. çok abes olur, yat uyu, dedi. bunu, tembel bir insanın kendiyle tutarlı bir yanıtı mı, yoksa bugün benden daha aklıselim görünen birinin sağduyu dolu sesi mi diye tarttım ona bakarak. deniz kıyısında kitap okumayı istemiştim, sis var, deniz de güzel olmaz aslında sanırım, diye mırıldandım. bunu duymadı.
fincanımdaki kahveyi döküp, çay koydum. teras kapısındaki iskemleye oturdum tekrar. akşama balık yapmak harika bi fikir, dedim. bu nedenle çıkıp kadıköy'den balık almak zorundayım. çıkmak zorundayım. bu kararlı fikir, zihnimdeki sisi yararak geçen bir uçak gibi hoşuma gitti. aşağıda, çok uzakta bana telaşla el kol sallayan cinleri gördüm. teras duvarında iki güvercin önce bana, sonra önlerine bakarak aralarında gurr gurr diye konuştular. bu, dün yaşadığım anlamsız, kısa bir sahneyi hızla hatırlamama neden oldu; markete giderken, annesinin elinden tutmuş, yürümeyi yeni öğrenmiş bir bebekle karşılaşmıştım; onları geçince neden bilmem arkamı dönüp bakmıştım ve hayret, bebek de arkasını dönmüş bana bakıyordu. o an sevimli görünen bu sahneyi hatırlamak nedense içimi ürpertti.
keşke akşama balık yapmayı planlamasaydım, dedim odaya giyinmeye giderken, dışarı çıkmak zorunda kalmazdım. ama mecburum. balık, çünkü harika bir fikir.
***
bulanık çıkmış, yelkenliler görünmüyor. ama sanki daha da hoş olmuş böylesi.
Pazartesi, Ağustos 8
öpüşmek
öpüşmek, argo dilin uzanmadığı cinsellikle ilgili en bakir alanlardan biri. cinselliği içeren en mahrem eylemler için argo, onu yozlaştıracak, çirkinleştirecek, manasızlaştıracak, gülünç kılacak aşırı bir yorumda bulunur dil ile de iş öpüşmeye geldiğinde o dil susar, utangaçlaşır, imgenin kendisi dışında bir dil geliştirilmez olur. öpüşmek bu nedenle de çok güzeldir. ergenin, cinselliğe ilişkin ilk eylemi öpüşme fantazisi çevresinde döndüğü için mi, çocukluktan derhal çıkıp, büyüklerin liginde yer almanın ilk provası olduğu için mi bilinmez öpüşmek bir eşiktir. aşk eğer dedikleri gibi bir efendi ve köle yaratırsa, öpüşmek bu dengesiz ilişkinin en eşit parçasını oluşturur. bir tehdit olarak duran dişlerin nezaretine rağmen, barış dolu, gönüllü bir mübadele eylemidir. her şey karşılıklıdır. öpüşmek, bütün bir cinsel ilişkinin tüm klişelerini içeren, vaat dolu bir imadır. bir öpücük, müstakbel bir cinsel ilişkinin tüm biçim ve koşullarını içerebilir.
öpüşme stillerini biz filmlerde görüp, inceleriz. elbette yabancı filmlerde. modern türk filmlerinde hala çocuksu bir ergenin ne yaptığını bilmez ve yapmakta olduğu şeyden, partneri ile bir yakınlık, bir içli dışlılık halinde olduğunu sezmemizi sağlasın diye çabalayan, telaşlı, beceriksizliği ile izleyene utanç veren sahnelerdir öpüşme sahneleri. ülkemizde parkta, sahilde, otobüste öpüşen çiftler kınanır, ahlaksızlık suçlamasıyla karşılaşırlar. halkın ar ve haya duygularını incittiği, çocukları yanlış etkilediği düşünüldüğünden bu tür hadiseler hep revaçta olan muzır kurulları, muzır yasaları ile kontrol altında tutulur. arapça hücnet kökünden gelen müstehcen, ayıp, kusur demektir. neyin ayıp olduğu zamanla değişen bir konu elbette. eskiden bağırsak demek ayıpmış da, yerine em'a demek lazım gelirmiş.
öpüşmek sözcüğü, öpüşmek fiilini pek ifade etmez sanki. buse sözcüğü de kuru, yavan, tatsız tuzsuz bir yemek yiyormuşsun duygusu verir. gerçi biz yediğimiz her şeyle bir öpüşme ilişkisi yaşarız da bu konu freud'u ilgilendiriyor. geçelim bugün. dünya dillerinde öpüşmeye kaynaklık eden köklerin hemen hepsi, burun sürtmek, yalamak anlamlarına gelen bus ve kus türetmeliymiş. insan düşünüyor ki, öpüşme fiili oldukça yeni bir icat. eski anadolu romanlarında da köylü iğrene iğrene, kötülük olsun diye öpüşüyor. ağzını kadının ağzının üstüne bastıran erkek, kendince intikam almak için yapıyor bunu (kemal tahir, körduman, 1957). anadolulu'nun öpüştüğüne dair pek bilgi yok. halk türkülerimiz öpüşmekten pek bahsetmese de "entarisi ala benziyor, şeftalisi bala benziyor," şeklinde oldukça erotik göndermeler yapabiliyor ve hayret, bu türküler halkın ar ve haya duygusunu rencide etmiyor. zamanında batılıların göz önünde öpüşmesi çinli ve japonları da şoke etmiş. 19. yüzyılda avrupa romanları çince'ye çevrilmeye başlandığında batı türü öpüşme için çinliler alfabalerine yeni bir karakter eklemişler.
hz. muhammed, "... önce öpüşüp, güzel sözler söyleyin," öğüdünde bulunurken öpüşmekten kastın ne olduğu pek açık bulunmamış. "cima ederken öpenin veledi sağır olur," şeklinde osmanlı'da bir inanış varmış. islam'da inananların eşleriyle cinsel ilişkilerinde liberal bir yaklaşım varken, hıristiyanlık, çocuk doğurmak dışında zevk içeren cinsel birleşmeyi karı koca arasında bile günah saymış.
dünyanın öpüşmeyi holüvut'tan öğrenmiş olması gülünç bir sav gibi görünebilir, ama her davranış biçiminde olduğu gibi cinsellik de taklit edilen, biçimi öğrenilen bir mesele olduğundan pek de abes gelmiyor bu bana. buna inanacak olursak, holüvut sansür kurulunun belirlediği kuralların tüm dünyanın yatak odasının gidişatını etkilemiş olması pek mümkün. buna göre, en ideal öpüşme, ağzın değil de sadece dudakların kontrolünde, dudakların birbirine bastırılması ile son bulan ve sekiz saniyeyi geçmeyen bir eylem. (gerçi holüvut savını düşünürken, kamasutra da on tür öpüş olduğu bilgisini, binbir gece masalları'nı, nefsavi nin ıtırlı bahçesi'ni görmezden gelmeliyiz o başka. başka ama kamasutra yı ben bile okumadım, ama yüzlerce holüvut filmi izledim, diyip şu parantez içinde girdap yaratayım kendi kendime.)
dün bir film izledim ve filmde virtüozlük düzeyinde bir öpüşme sahnesi vardı uzun uzun. o zaman düşündüm eski siyah beyaz filmlerden bugüne holüvut filmlerindeki yükselen öpüşme grafiğini. öpüşmek ne güzeldir, derken bu yaşadığımız dünyada biraz gerikafalı, eski moda bir şeye de dönüşüyoruz sanki. günümüzde cinselliğin çok ticari bir akışa sahip olması, çok sunulması, mekanikleşmesi ve sömürüye konu olması nedeniyle değil; steril zihnin hep işin içinde olması, kendini didikleyen, anlamaya çalışan, bilinçaltını konuşturmaya çalışan, bedeninin haz olanağı hakkında kafa patlatan, bedenine hep zihnin aracılığı ile başvuran insanın yarattığı bu curcunadan ilkel beden kendine özgü o dili bulup nasıl konuşacak, kendi arzusunu nasıl ifade edecek, gibi sorular nedeniyle. zihin keşke bazen o kirli, bilmiş, tahakkümcü elini beden üzerinden çekse.
gündelik hayatımızın tarihi- kudret emiroğlu
öpüşme, gıdıklanma ve sıkılma üzerine- adam phillips
yazıda yararlanılmadı ama, aşağıdaki kitaplar sıcak yaz günlerinde hoş bir serinlik olarak okunabilir.
baştan çıkarma üzerine-baudrillard
baştan çıkarıcının günlüğü-kierkegaard
siyah an'lar-baudrillard
bir aşk söyleminden parçalar-barthes
Pazartesi, Ağustos 1
pass, ferzan, iyilik, güzellik...
"yatak gece cam kenarındaydı ipod yastığın altında yastığın yanında da bir kitap vardı. gece dediysem saat 4 15 filan. sabah uyandım. yatak duvar kenarındaydı ipod yatağın altındaydı ve yatağın içinde iki kitap vardı. sabah dediysem saat 14 10 filan. kalktım. salona gittim. bilgisayarı açtım. dün geceki maçla ilgili bir kaç yorum okudum bir kaç fotografa baktım. gözlerimden bir kaç damla yaş aktı. tutamadım. kalktım. yatağa gittim. yattım adornonun süper sıkıcı kitabını okumaya başladım bırak bu ibnelikleri adorno diyerek kitabı kapatıp uyudum. saat 15 30 filan. pat pat kapıyı vurdular. sinirlendim. biraz bekledim kapıdaki gitsin diye. gitmedi. devam etti vurmaya. kalktım açtım. gel pass çay içiyoruz dedi. gelmiyorum uyyorum dedim. gitti. kapıyı açık bıraktım. kapı açmak istemedim. gittim uyudum. kapı açıldı. komşulardan biri yemek yapmış pişirmek için benim ocağımı seçmiş. zaten başka bir seçenek de yoktu. kalktım ne yemek yaptın dedim. ne cevap verdi ne de ben yemeğe baktım. gittim. uyudum. kapı açık gelip bakarsın dedim uyumadan. uyudum. kapı açıldı. passs kalk hava çok güzel insanlar sokaklarda eğleniyor koşuyor sen neden hala yataktasın kalk sarma saralım yemek yiyelim ne güzel bir gün diye bağırınarak içeri girdi. sen yalancısın git burdan dedim. uyudum. biraz evde gezindi, geldi konuştu, beni uyandırmaya çalıştı. tınmadım. gitti. uyudum. uykuyla uyanıklık arasında gözümün önünden tümerin attığı serbestvuruş geçti mütemadiyen dün geceki küfürlerin aynısını tekrarladım içimden. uykum var. dedim. uyudum. gözlerimi açtım. saat 17 20 filan. artık uyanmalıyım dedim. canım öyle karpuz çekti öyle karpuz çekti ki. sabah uyandığımdan beri hayalini kuruyorum ama yirmi metre ötedeki manava gitmek öyle kolay bir şey değil. epey fikri hazırlık plan proje geliştirdim kafamda. herşey hazırdı. saatimi kurdum. planımı işletmeye başladım. önce tuvalete gidecektim. sonra da apartman kapısından çıkmayı başaracaktım. kapıcıyla karşılaşmamalı müdürü görmemeli bir araptan laf yememeliydim. plan hala tıkır tıkır işliyor . akşam ezanı okunmadan dükkanlar kapanmadan o manavdan içeri girmeliyim diye kendime telkinde bulunuyorum. her planın ilk aşaması hayal kurmaktır. başaracağıma inanıyorum. devasa boyutta bir arap karpuzunu gövdeme indirecek kapasitemin olduğunu biliyor daha da gururlanıyorum. belki manavın on metre ötesindeki markete gidip buz gibi taze ayran bile alabilirim. kendime çok güveniyorum. ama yine uykum geliyor. uyumadan dışarı kaçmalıyım. yoksa bir büyük plan daha çöpe gidecek. korkuyorum. bugün de bu kadar. bugün dediysem saat 17 45 filan."
26 Haziran 2008
sonra her şey değişir... çok güzel bir şey olur.
yukarıdaki yazıyı, pass yıllar önce yazmış. iki gün önce tesadüfen, hazırlıksız yakalandım yazıya. gerçek, yalın, kederli, mizahi, çok güzel bir yazı. apansızın çıktığından mı karşıma bilmem, biraz ağladım. araya aylar koyarak mektuplaşma trafimiğiz var pass'la. iki gün sonra mektubu, affan ali ferzan'la geldi. bir bebek insana çok doğru bir şey yapanlarda görülen huzur, neşe, sükunet, sıkıntılara dayanma gücü... dahası bir sürü de yetenek verir. hayata yeniden ikna olur, ona güvenmeyi seçer, yola devam edersin. bebek olağan bir mucizedir.
bana kalırsa annen yıllardır seni bekliyordu... hoşgeldin, ferzan.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)