Pazartesi, Haziran 28

arçil geldi!



sabah arçil yorgun ve sinirli eve döndü. artık o tek başına festivallere giden, arkadaşlarında sabahlayan çok büyük biri ve büyük insanlar da öyle annelerine yüz müz vermez, tamam mı! onu özlediklerini asla belli etmezler. "n'aber?... yorgunum, sırtım ağrıyor, duşa giriyorum ben," dedi. oysa ben heyecanla konseri anlatmasını bekliyordum. "peki tatlım," dedim.

kakaolu süt hazırladım, dondurucudan simit çıkarıp ısıttım, peynir ve salatalık dilimleyip, odasına kahvaltı servisi yaptım. duştan çıkmış, bilgisayarı açmış, arkadaşlarıyla festival geyiği yapıyordu.  "konserde bir arkadaşa takılamadım, ayıp oldu, ona gideceğim birazdan," dedi. çok özlemiştim arçil'i, gözlerim doldu, belli etmedim, "hay allah, yorgunsun da ama... bıy bıy bıy" diyerek odama  döndüm. öğlen olmuş hala yatakta upuzun yatan tina'yı fırçalarken, arçil kendine gelmiş olmalı ki yanımıza gelip uzandı; festival hakkında kısa bir özet geçti. rammstein son albümünden şarkılar söylemiş genel olarak, arçil'in çok sevdiği bir kaç şarkıyı da söylemiş ama. sahne şovları çok iyiymiş. megadeth'in ses sistemi berbatmış. metallica ve slayer şarkılarını arçil de ezberden söylemiş. metallica çok büyük grupmuş yaa. manowar'ın basçısı bayağı uzun bir konuşma yapmış türkçe. onu taklit etti. çok güldüm. mutfağa çay koymaya gidip döndüm ki, canım oğlum benim yatağımda uyuyakalmamış mı! üstünü örttüm, perdeleri kapattım. uyusun, dinlensin, vakit de geç olsun, arkadaşına gidemesin.


kaçak'la msn'de lafladık biraz. arçil uyanınca ne yemek ister diye düşündüm. elbette makarna. çubuk makarna yapıp, üstüne bol kaşar rendeledim. arçil yoğurdu sadece cacık halinde yiyebildiği için ve peynire de düşkün olmadığı için, kalsiyum alsın diye böyle hileler yapıyorum. kavun karpuz servisinde mutlaka yanına peynir de koyuyorum. ya da pataesli böreği çok seviyor ya, pataesli için içine çeşitli peynirlerden de katıyorum.


evde olmayı sevsin, ev duygusu hoşuna gitsin diye, limonlu kek yaptım. kek yaparken ara sıra sessiz ve loş odaya girip, yorgunluktan baygın düşmüş arçil'e ve güzellik uykusuna yatmış tina'ya baktım.

uyanınca makarna ve daha önce kabuklarını soyup dilimlediğim şeftali götürdüm. "ooo çok sağol ya, sürpriz oldu," dedi:)  sonra markete gidip, sevdiği kaymaklı dondurma, meyve ve karpuz aldım (karpuz meyve gibi gelmez bana nedense). Dondurma servisi yaptım. "bir daha hep bundan alalım, vişneli, limonlu almayalım," dedi. tabii ki.

 "uzan da sırtına voltaren krem sürelim," dedim. sanki hala çocuksu eli. o güzel  parmaklarıyla ağrıyan yerlerini tek tek gösterdi, ben de krem sürüp masaj yaptım. boynu filan da tutulmuş, baş filan mı salladı konserde acaba? ses telleri zarar görmüş aslında, sesi boğuktu biraz. dondurma yemese iyiydi ya, neyse. limonata ve limonlu kek servisi yaptım. şimdi gitar çalıyor odasında. canım oğlum. konsere gitmesi çok iyi oldu. gitar konusuna daha çok eğilir böylece. öyle çok eğlenmiş ki.

ondan, the last station filmini indirmesini rica etmiştim. hani tolstoy ve eşinin hikayesinin anlatıldığı film. "yeni film listesi çıkarsana, bu inmiyor," dedi. hay allah... başka filmler bakayım ben.




















not1: ablamla uzun uzun konuştuk yine telefonda. bir önceki hür'den bahsettiğim yazı çok etkilemiş onu, çok kederlenmiş. sesi titriyordu. adana'ya gidiş tarihimizi netleştirdik. ne hediye götürmeliyiz, diye konuştuk. benim bir türlü netleşmeyen iş durumum hakkında dertlendik.

not2: arçil az önce buradaki fotoğrafını farketti ve bana kızdı. fotoğraflarını kaldırdım bu yüzden. yorumlara yanıt vereceğim de mutfakta çok işim var. vişne, çilek ayıklıyorum. reçel yapacağım. arçil'e vişne suyu hazırlıyorum. taze barbunya aldım, onu ayıklayıp, dondurucuya koyacağım. arçil acıkmış, tavuklu sandiviç, pataes kızartması, yeşil salata ve vişne suyu servisi yapacağım şimdi ona. görüşürüz.

Pazar, Haziran 27

cingöz recai&sherlock holmes
















Peyami Safa’nın Cingöz Recai kitapları, küçük kardeşimle çocukluğumuzun neşesiydi. Onu okuyup taklit etmek de en sevdiğimiz oyunlardan biri. Alkım Yayınevi seriyi tekrar basınca çok, çok sevindim. Cingöz Recai tüm dünyanın tanıdığı, çok zeki, oyunbaz, yakışıklı, ülkesini seven, haysiyetine düşkün, çaldıklarını yoksullara dağıtan karakterli bir hırsız. Mehmet Rıza, işine çok bağlı, çok çalışkan, gece gündüz demeden işini düşünen, dürüst, zeki bir polis komiseri. Birbirlerini çok yakın iki dost gibi tanırlar, her hareketlerinin anlamını bilirler ve çok da saygı duyarlar.


Peyami Safa mı öyle tercih etti, yoksa o dönemin insanları böyle kibar, zarif miydiler, emin değilim ama, bu hikayelerin dili gözlerinizi sevgiden yaşartacak kadar kibar. Öylesine çocuksu ki bir yandan da dil ve kurgu, bu nedenle sanırım kardeşim Hür’le bayılırdık bu hikayelere.

Eğer bir anınız yoksa onunla ilgili, şimdi okumak hoşunuza gider mi, bilmiyorum. Ben zaman zaman açıp bir hikayeyi okuyorum hala. Öyle naif, öyle masum bir zamanın dünyası ki... gözlerim doluyor ve bazen çok, çok gülüyorum o saflığa.

Türk edebiyatının bence en önemli eserlerinden biri olan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu yazan Peyami Safa, Cingöz Recai serisini sadece para kazanmak için, Server Bedi mahlasıyla yazmış. Zamanında gazetelerde tefrika edilmiş, çok popüler olmuş. Bence bir okumayı deneyin.

//
 

sherlock holmes film müzikleri

işte, küçük kardeşim Hür'le oynadığımız oyunun bir parçası:
Offf… Küçük olmak ne zor. Dünyada on yaşındayken (aslında yaşımızı pek hatırlamıyorum) eğlenen biri olmuş mudur acaba? Hiç sanmam. Yapacak hiçbir şey yok. Güneş hep tepede. Gece bile!... karanlık tül bir perdenin ardında kızgınlıkla, sabırsızca bekliyor. Asfalt sıcaktan dalgalanıyor, lastik pabuçlarımız yapışıyor yola sanki. Yürünemez. Serinlemek için sokağa dondurma almaya çıkılamaz. Evde kalmaktan başka çare yok. Evde de oynamak için sadece bir küçük kardeş.


“Gel,” dedim, bir şeyler yapalım. Hür’ün sıcaktan uykusu gelmiş, sedirde oturmuş iskambil kartlarıyla oynuyor.

Bana bakmadan, “git başımdan,” diyor.

“Beni sevmiyor musun?”

“Seni seviyorum, kardeşimsin. Sevmek zorundayım.”

“Gel o zaman aşağı inelim, Cingöz Recai oynayalım”

Sedirden kalkıp, kahverengi üstü pembe çiçekli bol elbisesini terbiyelice düzeltiyor. Annem upuzun gür saçlarını kestirdiğinden beri yüzü  hep asık sanki.

“Ama ben Mehmet Rıza olurum” diyor.

“Her zaman! İstesen de Cingöz Recai olmana izin vermem ki. Cingöz Recai benim. Büyüdüğümde kendime bir sürü ilginç elbise yaptıracağım. Cingöz Recai gibi kılık değiştirip hırsızlık yapacağım. Çaldığım paraları yoksullara vereceğim. Herkes beni çok sevecek.

“Benim pullarımı çaldığın gibi mi?”

“Pullarını çalmadım, onu beş taşta kaybettin sen”

Merdivenden inerken soruyor; “gözlerine mavi lens de takacak mısın?” “elbette. Ve sarı peruklarım olacak. Kızıl peruklarım da… O zaman yeşil lenslerimi takarım ama.”

“Seni yine de tanırım”

“Tanıyamazsın! Sesimi de değiştireceğim. Londra’da ajan okuluna gideceğim. Her şeyi öğretecekler bana. En az on dört çeşit sesim olacak”

“Atma! Yok öyle bir okul”

“Var akıllım! Ama çok gizli. Yoksa herkes ajanların kim olduğunu öğrenirdi. Birbirimizi tanıyabilelim diye elmastan kuru kafa yüzüklerimiz olacak. Gözlerinde de yakut taşlar. Yaaa!”

Aşağısı karanlık. Ahşap merdivenin gıcırdayan basamaklarından inerken birbirimize tutunuyoruz. Evin girişindeyiz şimdi. Yer, kara renkli pürüzsüz beton. Serin. Karanlık...İki kanatlı ahşap kapıyı açıyorum ve beyaz gün ışığı içeriye hücum ediyor. Ta dipte bakliyat, hububat çuvalları ve merdivenin altında da yığınlarca karpuz var. Tam karşı duvara sedir koyduk, çünkü işte serin burası. Çok sıcak günlerde buraya gelip oturuyoruz. Ben kapıyı açarken Hür sedire oturmuş. “Hangisini oynayacağız? Mişon’un definesi’nden sıkıldım ben," diyor.

”Karşısına geçip, “Bodrumda Kalanlar’ı oynayacağız” diyorum esrarlı bir sesle. “Ben şimdi Boğaziçi’nde bir motordayım. Motoru ben kullanıyorum. Kırmızı, büyük bir yalının rıhtımında durur durmaz feneri derhal söndürüyorum.” (Kapıyı hafifçe kapatıyorum bunu derken. Fısıltıyla devam ediyorum.) Çünkü bu gece yalıyı soyacağız. Beni ve yardımcılarımı kimsenin görmesine izin veremem. Kibritimi çakıp saatime bakıyorum. Biri yirmi geçiyor. Karanlık, bu gece ay yok, yıldızlar da. Çok sessiz, sadece dalga sesleri."

Hür, “korkuyorum ben,”diyor. “Aç kapıyı”

Şşş... Yardımcıma işaret edip, fıstık ağacının altında beklemesini söylüyorum. Ben de bir mukavvayı boru gibi katlayıp ağzıma götürüp, öttürüyorum. İşte şöyle. “Huuuuuuu! Huuuuuuuuuuuu!” Bu vahşi hayvan sesi karanlık gecede dalgalanıyor. Yardımcım, “hayret” diyor bana, “sesiniz tıpkı puhu kuşuna benzedi.” Gülerek, “bunun gibi 13 hayvanın sesini daha çok iyi taklit ederim. Londra Hırsız Okulu’nda öğrendim,” diyorum. Hür, “yalancı, “diyor gene.“Öyle bir okul yok. Atıyorsun. Hem ben ne zaman oyuna katılacağım?” Şşş… 200’e kadar sayacağım. O sürenin sonunda yalıya gireceğim.”
 “ Tamam, işte şimdi, merdivenlerden yukarı çıkıp, elektrik fenerini üç kez yakıp söndürüyorum. Oda kapısından bir fısıltı duyuluyor. ses, 'tamam, geliniz' diyor… Kapıya doğru cesaretle ilerliyorum, Hiç korkmuyorum."

Ve şimdi!

“Zrrrrrr!zrrrrrrrrrr!”

Hür, “bu ne?” diye soruyor.

“Telefonun çalıyor. Baksana!” diyorum. Hür, hayali ahizeyi alıp kulağına götürüyor. “alooo?”

Ben bu sefer ince bir kadın sesi çıkarıp “Ünlü polis hafiyesi Mehmet Rıza ile mi konuşuyorum?” diyorum.

Hür heyecanlanıp yerinde kıpırdanıyor.

Kalın bir “Evet” sesi çıkarmayı başarıyor.

“ Ah! Dün gece başımıza büyük bir felaket geldi. Size onu haber veriyorum. Ben kırmızı yalının sahibin eşiyim. Gece biz uyurken yalıya hırsızlar girmiş. Tam kırk bin liralık eşyamız çalınmış!”

Hür “ hay allah!” diyor gerçekten çok üzülmüş gibi.

“Evet evet, kocamı da çalmışlar, alıp götürmüşler!”

“İnanılmaz, süper bir felaket” diyor Hür.


Elimdeki hayali telefonu bırakıp, “N’apıyorsun!? Süper felaketmiş! Başka bir şey bulamadın mı? ‘Korkunç de," diyorum.

Hür, hızla hayali telefonu tutan elini kulağına götürüp “Korkunç bir felaket, hemen geliyorum han’fendi ” diyor.


Böyle devam edip gidiyor oyun.

//


eskiden pek sevmediğim bu dedektif tipi,
inanılmaz hoş olmuş böyle.

Arçil’e istediğim filmlerin listesini çıkarıyorum. O da indiriyor, benim bilgisayara yüklüyor ve her akşam ortalama iki film izliyorum böylece. Blind Side, Ondine gibi kötü filmler de vardı aralarında ya, her dakikasından çok hoşlandığım Antichrist’i de izledim bu arada.


Söylemiş miydim? Terastaki sediri, benim odaya, çalışma masamın karşısına koydum, bilgisayara yeni ses sistemi ekledim ve sedire de  kuş tüyü bir yastık dayadım. Ama bu kuş tüyü yastığı kullanabiliyor muyum? Hayır! Ayaklı lambanın tam altına gelen bu yumuşacık yastık, bu konfor Tina tarafından derhal farkedilip, işgal edildi. Onun izin verdiği ölçüde kullanabildiğim bu rahatlık içinde film izlemek gerçekten çok keyifli. Açık camlardan gelen rüzgarın öyle hoş bir serinliği var ki, üstüme bir pike alıp, masaya tuzlu fıstığımı, meyvemi, çayımı, bazen bir kadeh kırmızı şarabımı hazırlayıp harika zaman geçiriyorum. Bir arkadaşım bana sordu geçenlerde, "nasıl eğleniyorsun?" diye. Ona işte bu akşamlarımı tarif ettim. "Eğlence daha gürültülü, hareketli olur sanki," dedi. Öyle belki ama bu eğlence ile rekabet edebilecek tek şey de yatağıma çapraz, pencereden gelen ışığa doğru uzanıp, sevdiğim bir kitabı okumak. Sıkıcı mı? Ben çılgın gibi eğleniyorsam, kime ne?

Geçenlerde sedirime uzanmış bilgisayarda izlemek için Arçil’in indirdiği Sherlock Holmes filmini izlerken artık eğlencenin tepe noktasında dolaşıyordum. Bu yıl en eğlenerek izlediğim filmdi. Umarım devamı çekilir. Yalvarırım çekilsin. Filmi izledikten sonraki gün, bizim Peyami Safa’nın, içinde Sherlock Holmes’un da olduğu ve Cingöz Recai’nin akıl almaz bir şekilde Holmes’u oyuna getirip, onun kaldığı Pera Palas’ta hırsızlık yaptığı Şeytani Tuzak hikayesini okudum da ondan Cingöz Recai serisinden bahsetmek icab etti.

Sherlock Holmes filmini izlemediyseniz, ah ne şanslısınız, sizin yerinizde olmayı ne çok isterdim, eğlenceli, heyecanlı, komik, nefis anlar sizi bekliyor demektir bu. Kaçırmayın.

not1: sherlock holmes hakkında uzun uzun yazacaktım ama gerçekten yoruldum. filmdeki karakterler, oyunculuk, kurgu, müzik her şey nefis yahu. bizim bildiğimiz o sıkıcı, dikkat kumkuması, sevimsiz, elitist sherlock holmes imgesiyle alakası yok. watson da böyle daha karakterli, daha haysiyetli, sherlock holmes ile aralarında, onun aleyhine yürüyen ilişki bu kez dengelenmiş durumda.

not2 :
kardeşimi bazen deli gibi özlüyorum. çaresiz ve durdurulmaz bir şekilde. ve o anlarda, hani çaresizlik çok, çok sade bir şeydir ya, içim kaskatı, dümdüz bir acıyla doluyor... gözyaşsız ve hareketsiz öylece kalakalıyorum.


not3 :
arçil üç gündür sonisphere festivalinde.  festival karşıda olduğu için arkadaşlarıyla takılıyor. film milm izleyemiyorum dolayısıyla.

not4:
canım biraz sıkkın. adana'ya gideceğim, ailemle biraraya gelmek her seferinde beni çok gerer. sonra alışır, ayrılmak bile istemem, ama gitmeden önce günlerce huzursuz olurum. ayrıca, şimdilik size anlatmak istemediğim bir sürü dert var başımda. yani arkadaşlar kaçak'la ilgili olarak uzaklık, özlem dışında bir sorun yok. yahu, aramızda binlerce kilometre varken ayrılmayı  nasıl becerebiliriz ki? mektuplar için teşekkürler. sizi endişelendirdiğim için üzgünüm. yazdığım zamanlar beyaz, müzik vs koyduğumda kara olacak zemin.

bağlantıları da belki, ama zamanla ve kesinlikle tek tek ekleyeceğim.

sevgiler.












Cumartesi, Haziran 26









































































































...

Perşembe, Haziran 17

öyle demesinler



demişler ki onların arası bozuk. ben bir ağla bir ağla.
sen ağlama sakın ama. öyle sanmasınlar, onlar ayrılacak, demesinler. şimdi fal bakayım, kızma. 
kötü çıkarsa, hayat ne berbat.
iyi çıkarsa mutfakta şarkılar, danslar, ne çok yemek.  
hiç ayrılmayacak çıksın, akşama etli dolma, fırın sütlaç.

Salı, Haziran 15

ne güzel bir yaz günü


müzik için goodmusicbox'a teşekkürler.

şimdi bu müzik açık. yorgun ama mutluyum. dün tansiyonum düştüğü için hiç iş yapamadım ya, bugün evi temizledim. banyolar, lavabolar pırıl pırıl. terası yıkadım. çamaşır astım. çay güzel demlenmiş. sarı stor perde var ya, üstüne bir de perde asayım, diyorum. hem rüzgarda kıpırdanır, hoş olur hem de şu ışığı biraz olsun keser. yazın loş eviçlerini seviyorum. ama sarı perde mi yoksa beyaz perde mi assam? sanırım beyaz asacağım. sabah tina'yı ıslak fırça ile fırçaladım, tüyleri kuruyunca serseri kargalara benzedi:) pis kum sevmiyor kızım hiç. sabah şikayet etti. kumunu da değiştirdim. şimdi bir yerlerde  huzurla uyuyor olmalı. birazdan hava serinleyince, uykulu, küçücük yüzü, incecik ama yüksek, kız sesiyle dolaşmaya başlar.




































fotoğraf la petite bastide'den. thank you!


ah, ne çok soru... akşam yemeği için pizza yapıp, yanında karpuzla mı servis etsem canım oğluma, yoksa peynirli makarna, köfte, salata mı? evde karpuz yok, ona karar verirsem, çıkıp almalıyım. biraz dinleneyim. çay güzel. müzik güzel. terliksiz bastığım parkede hiç toz olmaması harika.

Pazartesi, Haziran 14

zizek ve chomsky açlık grevinde

bir arkadaşım mail göndermiş. şu haberi veriyor:

 

Noam Chomsky, Slavoj Zizek ve Immanuel Wallerstein gibi dünyaca ünlü edebiyatçı, yazar ve entelektüellerin de bulunduğu çok sayıda isim taş atan çocuklar için Taksim'de açlık grevi yapacak.


Zaman gazetesinin haberine göre, 'taş atan çocuklar'a yönelik yasal değişiklik konusunda Meclis'in net bir takvim vermemesi, demokratik kitle örgütlerini harekete geçirdi.


Değişikliğin Temmuz ayında Meclis tatile girmeden çıkarılmasını isteyen sivil toplum örgütleri, eylem yapmaya hazırlanıyorlar.

Bu amaçla Terörle Mücadele Kanunu mağduru çocukların bulunduğu 32 ilden TBMM'ye yürüyüşler düzenlenecek.

Taksim'de yapılacak temsilî açlık grevine ise aralarında Noam Chomsky, Slavoj Zizek ve Immanuel Wallerstein gibi dünyaca ünlü edebiyatçı, yazar ve entelektüellerin de bulunduğu çok sayıda isim katılacak.


İkazlarının sadece hükümete olmadığının altını çizen sivil toplum temsilcileri, CHP, MHP ve BDP'ye de yönelik olacağını vurguluyor.


not: kaçak diyor ki; "bi de halay basi yapmak lazim zizek'i." :)

parlak yıldız

canım sevgilim,
şu anda birkaç dizeyi temize çekmeye oturdum. hiç canım istemiyor, dolayısıyla yapamıyorum. size bir iki satır yazmalı ve bunun kısacık süre için sizi aklımdan çıkarmama yardımcı olup olmayacağını görmeliyim. canım üzerine yemin ederim ki başka bir şey düşünemiyorum. sizi yaşamının gelecek vaat etmeyen sabahlarına karşı uyarma ve öğütler gücüne sahip olduğum günler geride kaldı.


aşkım beni bencil kıldı…


sizsiz var olamıyorum. sizi tekrar görmekten başka bir şey düşünemiyor, yaşamım burada durmuş gibi ötesini göremiyorum. beni soğurup içinize aldınız. şu anda, sanki eriyormuşum gibi bir his var içimde, sizi kısa bir süre sonra görme umudum olmasaydı, tam anlamıyla perişan olurdum.


benim tatlı fanny’m,


duygularınız asla değişmeyecek değil mi? değişmeyecek değil mi aşkım? şu anda aşkımın sınırı yok… notunuz tam şu anda geldi. sizden uzakta mutlu olamam ben. inci yüklü bir gemiden daha değerli notunuz. jestlerinizle bile tehdit etmeyin beni.


insanların din uğruna canlarını vermelerine şaşardım; tüylerim diken diken olurdu. artık olmuyor. şimdi kendi dinim için canımı verebilirim. aşk benim dinim; onun için ölebilirim. sizin için ölebilirim. amentümün adı aşk ve onun tek ilkesi sizsiziniz.


beni karşı duramayacağım bir güçle sürükleyip götürdünüz; ama yine de sizi görünceye dek direnebildim; hatta sizi gördüğüm günden beri sık sık “aşkımın nedenlerine karşı akıl yürütmeye” çabaladım. artık bunu yapamıyorum, bunun acısına dayanamam.


aşkım bencil. siz olmadan soluk alamam.


sonsuza dek sizin olan;




az önce izlediğim parlak yıldız filmi öyle nefisti ki. aşk ne hoş, ne zarif, ne güçlü, ne zalim, ne tatlı, ne acı, ama ne harikulade bir duygu. kaçak bir seferinde bana demişti; aşk ve ölümden sonra hiç bir şey aynı kalmaz, önce sende sonra baktığın evrende her şey ama her şey değişir. gerçekten de öyle. yukarıdaki mektubu keats sevgilisi fanny' ye yazmış. tanıdık geldi mi size de? eğer bir aşk mektubu almışsanız, duygusu, sözcükleri böyle değil miydi onun da? aşkın dili her dönemde, her yerde aynı çünkü. bu çok tuhaf ve büyüleyici bir şey.

film öyle güzel ki...


ben james ivory filmlerini de çok severim. doğa, evler, ışık nefistir... aşk gibi çağıldayan, taşan bir şeyin o eski, katı ingiliz anlayışı içinde hale yola sokulmasında, işte, sözcüklerin öyle tasarruflu kullanılışında, kadınların, göğüslerinden taşan yakıcı nefeslerinin semsert korseli elbiseler içinde tutulmasında... aşk seni yakıp kavururken gündelik hayatın tüm kurallarına bağlılıkla sabretmekte dinsel bir şey yok mu?... çok, çok zarif değil mi bunlar? erkeklerin şövalyece bir duyguyla aşık oldukları kadını kollayışlarında... oysa şimdi ne çok konuşuluyor. aşk için yığınlarca sözcük, daha da sözcük. ve bütün imkanlar aşk için hazırken ne kadar az aşk var dünyada. şimdiki aşklar, çok rasyonel nedenlerin korseleri içinde nasıl boğulup, solup gidiyor, yazık oluyor. şirretleşen garantici kadınlar, sulu gözyaşları içinde aşık rolü oynayan şairane erkekler... pespayelik dizboyu.



filmde yılbaşı gecesi fanny'lerin evine davetli keats öyle güzel bir şiir okur ki... "... seyrettiğim zaman üzerimde gecenin yıldızlı yüzünü... koca bir aşkın büyük, bulutlu, sembolleri" canım, çok tatlıydı orda.

dans etmeyi, dikiş dikmeyi seven fanny ile romantik şiirler yazan ve ne büyüleyici şiirler yazdığını hiç bilmeyen keats, aşık olduklarında nasıl da değişirler. aşktan başka ne, birbirinden bu kadar farklı iki insanı biraraya getirebilir ki. aşk dışında, imkansız olan bir şeyi başka ne olanaklı kılmaya muktedirmiş gibi hissettirebilir insanı? aşk ne büyüleyici bir şey, ne anlaşılmaz, ne acı verici, ne tatlı.

keats diyor ki, fanny'ye; "uzun uzun yazmak için uğraşma, ama hiç değilse 'iyi geceler' yaz ki yastığımın altına koyup öylece uyuyabileyim." fanny de inanılmaz güzel bir elyazısı ile çok özenerek iyi geceler yazıyor. keats öyle tutkuyla okuyor ki o yazıyı. dünyanın tüm şiirlerine bedel çünkü o yazı.

campion, küçük kız çocuğu karakterleri yaratmakta bir usta. ne çok seviyor onları ve ne güzel kızlar onlar. piyano filmindeki ada'nın kızı, buradaki fanny'nin kızkardeşi toots ne tatlılar. hele annesi, tam da öyle bir anne olmak isterim; anlayış, sevecenlik ve huzur dolu.

fanny ile dalga geçiyor keats'in arkadaşı charles, onu sığ filan buluyor. fanny şiir dersi almak istiyor keats'ten. ilk derslerinde çok güzel şeyler söylüyor keats şiir hakkında. diyor ki mesela; "şiir sadece şiirsellikten ibaret değildir. o, var olmuş en şiirsellik dışı şeydir. kimliği yoktur. sürekli başka bir bedeni doldurur... güneşi, ayı. eğer şiir bir ağacın dalından kopar gibi doğal olarak oluşmuyorsa, o zaman hiç oluşmasın daha iyi." elbette! elbette haklısın keats! sonra diyor ki mesela; "şiir gizemi kabul etmesi için ruhu dinlendirir ve yüreklendirir." ahhh...

aşık olduğumuzda o yüzden şiirler bize daha yakın olur, şiir okumak isteriz... şiir okuduğumuzda sanki ruhumuz aşkın gizemini kabul etmeye hazır hale gelir. düşünsenize, aşk olmasa dünya ne sıkıcı bir yer olurdu.

benim gibi bu filmi izlemek için türlü türlü senaryolar geliştirip hiç birinde başarılı olamayıp, filmi izlemeyi bu kadar ertelemişseniz, bence artık filmi izleyin siz de. güzel bir film olduğu için değil sadece, filmden sonra kendinizi de güzel hissedeceğiniz için.







(ezan başladı. bizim imamın sesine hayranım, öyle güzel okuyor ki. işte bu sesten sonra güneş doğuyor burada, dağa bakan penceremde. en kuşkucu insan bile işte bu an ta yüreğinden dualar mırıldanmaya başlar. tanrım, teşekkürler.)

Pazar, Haziran 13

sıradan, ama sıkıcı değil

müzik!


müzik cafe dé pass'tan. teşekkürler.
yemek!
pazar günü ne uykulu market. kalmış sebzeler, meyveler... market pazar günü, süt, gazete, ekmek satış yeri... şimdi ordan geldim. ben bazen markette karar veriyorum ne yemek yapacağıma. taze patates vardı en çekici olarak. etli patates yemeği, pilav ve cacık yapacağım şimdi. birer tane patlıcan ve kabak aldım. belki onları da kızartırım. evde kaymak var, yemiyoruz,  bozulmadan mısır ekmeği yapmak gerek ondan. yoğurdun içine mısır ekmeği, bal ekleyip yemek fena olmuyor sabahları. sıcaktı dışarısı çok. geçen gün limonata yapmıştım, onu içiyorum. limonla birlikte portakal da sıkmıştım, fena olmamış. aslında tarifte bir de kavun suyu ekleyin diyor ama, onu artık sonra denerim. hadi ben mutfağa gideyim şimdi.

bu arada unutmadan:

plan!
akşam bright star filmini izleyeceğim. çok merak ediyordum. jane campion'ın filmi, keats hakkında hani. izleyeyim yazarım belki size.

hadi bana eyvallah.

... ve elbette ben!





geçen gün ayakkabı ayağımı vurmuştu ya, su toplamış  her yanını. bu terlikleri bile güçlükle giyiyorum. bu ayaklara ayakkabı giydirip dışarı çıkarmak hiç mümkün değil. oysa yarın çıkıp akmar'a uğramak istiyordum. hay gidi hay.

Cumartesi, Haziran 12

hey dostum takma kafayı, ha...


the imaginarium of dr parnassus filmini elif önermişti, arçil indirmişti, ben de izledim. beğendim. gayet şenlikli. terry gilliam'ın filmlerinde öyle renkli, tuhaf imge bolluğu oluyor ki bir süre sonra dikkatim dağılıyor. zevk sınırını aşmışsın gibi, durman gereken yerde durmamışsın gibi bir boşluk duygusu doluyor insanın içine. ne varsa, allah ne verdiyse kullanmış sanki terry gilliam, fantazma torbasını başınızdan aşağı boca ediyor sanki... sakin yahu. belki bir süre sonra imgelere alışıp bir daha izlemek lazım.

siz mi? elbette izleyin. izlemediyseniz harika vakit geçireceksiniz. dediklerimi de kulak ardı edin. belki size aynı duyguyu vermez.

filmden sonra şunu düşündüm. hani uzun yaz günü, sıcak, hayallere dalıyor insan, tuhaf hayaller... ama insan her hayalden dönüşte başka biri oluyor sanki. bazen suçluluk dolu oluyor, bazen çok, çok eğlenmiş, bazense yorgun ve sıkıntı...  her hayalin bile bir bedeli olabiliyor, artık eski sen olmuyorsun sanki, o hayali kurduktan sonra kendine hayretle bakıyorsun, niçin bunu hayal ettin, diye soruyorsun... dahası hayalini kurduğun şeyi yaşayıp, kanıksamışsın gibi bir sıkıntı bile büyüyor içinde... dr parnassus'un zihninde kendi hayaliyle yüzleşirken insanlar,  herkesin hayalinden çok sıkıldım. sıkılmak değil de, zavallı göründük gözüme, yahu. dr parnassus'un zihninde kendi hayalini yaşayacak olsa insan neyi hayal etmeli acaba? insan kendinden ne ister? insan hayalini kurduğu şey kadarsa, kuracağı hayali nasıl belirler?

bugün, uzuuun bir gündü. sıcaktı. evin yanındaki binayı yıktılar. sabahleyin o sesle uyandık. akşama kadar devam etti gürültü. toz dinince çamaşırları astım terasa. başım sıkışınca çoğu kez yaptığım gibi, tavuk şinitzel,  patates püresi ve salata hazırladım akşam yemeğine. ama gün ne uzundu, bitmek bilmedi.



... filmde şeytan, ki çok sevimli, zeki ve bir şekilde şeytani bir adalet duygusu var; tehlikenin, korkunun ve cehaletin yarattığı yalan saadetin zaruretlerine dayanıyor o. dr parnassus ise, ki ayyaş, sorumsuz, bencil ve yine çok sevimli; hayatlarımızı değiştirmek ve aydınlatmak için hayal gücünün imkanlarını kullanmak gerektiğine işaret ediyor.  şeytan ile dr parnassus'un arkadaşlığı, sohbetleri nefis. filmin en eğlenceli bölümleri. ve ben nedense, tuhaftır ki hep şeytanları çekici bulurum bu filmlerde. insanoğlunun o zavallı zaafiyetlerinin peşinden gitmesine, şeytanla pazarlık yapacak kadar uyduruk istekleriyle dolup taşmalarına asabım bozulur. öyleyse hiç şüphesiz şeytan kazansın, derim. insan çünkü bazen aklından geçirdiği anda kirlenir. herneyse, bir sohbet sırasında diyor ki şeytan sıkıntıdan patlayan dr parnassus'a alabildiğine dostça, "yeni bir dil öğren ya da bir gemi yolculuğuna filan çıksana." önümüzde, uzun yaz günleri var, bir şey yapmalıyım ben de. ya yeni bir dil öğrenmeliyim ya şu avukatlık hadisesine kafayı iyice takmalıyım ya da ne? ne!


filmde tom waits de vardı.

Cuma, Haziran 11

sevgili günlük,




bugün sokaktaydım. insan bu kadar mı gönülsüz çıkar dışarı. çıkmadan önce kendimi kaldırımlarda hayal etmeye çalışıp, en olmaz şey gibi geliyor bu, sonrası malum işte, itekliyorum. arçil'e özel hastaneden aldığımız sağlık raporunu haydarpaşa sağlık ocağında onaylatıp, moda'ya okula gittim. hep yürüyerek. converse'lerim ayağımı vurdu, yolda parmak arası beyaz  terlik aldım, çünkü üstümde ince beyaz biyeli siyah elbise vardı, yarı yolda mola verip nazım hikmet'de çay, sigara içtim. çayları hep çok güzel.



dönüşte sevgili günlük, eve gelmek için sabırsızlanıyordum artık, kadıköy balık pazarına uğrayıp, evet yine iki iri çupra aldım, torbaya buz da koydurdum. şarap aldım. kendime üstü mavi lale motifli bir taş aldım, evet bildiğin taş. arçil'e yazlık, ince pamuklu boxerlar aldım. otobüs yolculuğu uzun sürüyor, ne yorgunluk. nihayet evdeyim. insanın evden çıkması için ya çok geçerli bir nedeni olmalı ya da sosyalleşme krizleri filan geçiriyor olmalı. balık güzeldi, salata da, şarap da öyle. gökyüzü açık, sakin, beyaz bulutlar var, hafif hafif de esiyor. cafe de pass'tan müzik dinliyorum. bu iyi... şimdi çok iyiyim. sağlığınıza.

Çarşamba, Haziran 9

şu bu, ama kitap değil



canım hiç kitap mitap okumak istemiyor bu aralar. elime kitap mı aldım, mesela tina oynayalım diye ayartıyla miyavlıyor mu, derhal bırakıyorum kitabı. yağmur mu başladı, hemen fırını çalıştırıp kek, kurabiye yapmak icap ediyor. takvime mi baktım, gidip manava kiraz alayım, diyorum, şunun şurasında kaç gün ki kiraz mevsimi...

televizyon izlemiyoruz ya biz, yapılacak da pek bir şey yok. işte, boş odadaki naneleri, iyice kurusunlar diye şöyle karıştırıp geliyorum, elimde nane kokusuyla dönerken, salondaki akvaryumda dolaşan balıklara göz atıyorum, hepsi yaşıyorlar çok şükür. odama gelip, sepetindeki tina'nın dikkatli bakışları altında kendimi yatağa atıp biraz mehmet siyah kalem resimlerine bakıyorum.

bugün dışarı çıktık arçil'le. sağlık raporu aldık, okula gitmeyecek arçil, saçımız uzayacak. arçil beni çok güldürüyor. otobüs boyunca gülmekten ıslanan gözlerimi silmekle uğraştım. az çıkıyorum ya dışarıya, çoğu kez dışarıya bakıyorum, aa kuş, aa ağaca bak ne büyük, aa bu renk mi moda bu yaz... arçil okuduğu ingilizce kitaptan başını kaldırmadan, sakin, diyor. hiç öyle dolaşamadık doktordan sonra, arçil derhal eve dönmek istedi. oyun için elbette. oyundaki level'ları anlattı bana ya hiç anlamıyorum ben o oyunları. üstelik anlatıp fikir soruyor, hmm... diyorum, bilmem ki düşünmek lazım üstünde, düşündüğüm filan yok tabii.

arçil film indirdi bana. bugün robin hood izleyeceğim. hadi bakalım, çayı koyalım... fıstık mı yesem, mısır mı patlatsam? hmm...


mısır patlatayım.

Salı, Haziran 8

sis

öyle ıslak ki...
pencereden bakıyorum, çepeçevre sis.
bu sisin ortasından, kocaman, kurşuni bir gemi
sessizce ama hızla eve yaklaşacak sanki.

neden bu kadar korkutuyor beni sis?
dünyanın böyle sislerin ardında kaybolması mı
yoksa benim kaybolmam mı korkunç olan?

böyle zamanlar için kaygısız, yumuşak, sıcak, uykulu bir tina var, neyse ki ve kendinizi güvende ve huzurlu hissedeceğiniz müzik ve brovni ve çay ve michale caine, laurence olivier'li sleuth filmi.
çok şükür, bu geceyi de atlatabileceğiz.

online korku

şu an deli gibi korkuyorum. geç bir saatti yatağa yattığımda ya, uykum yoktu yine. oscar wilde'ın canterville hortlağı hikayesini okuyup bitirdim. çok eğlenceli, çok komik, anlatırım size sonra. hortlak var ama çok matrak, ingiltere'nin eski bir evinde, onurlu bir şekilde hortlaklık yapıp milleti korkuturken, tipik amerikalı bir ailenin o eve taşınmasıyla tüm haysiyeti yerle bir oluyor.

neyse, su almamışım. mutfağa gidip, ışığı açtım, camdan baktım, korkunç, sis içinde, ormana yer yer lambalar yerleştirmişlerdi, sisin arasında donuk donuk parlayışları kanınızı donduruyor. ne yapacağımı bilemedim. perdeleri sıkıca kapadım, ışıkları yaktım, bilgisayarı açtım, sana yazıyorum: korkuyorum.

şimdi yatacağım. sanırım ışığı kapamayacağım, gözlüklerimi de çıkarmayacağım. bu ileri miyop gözlerle odanın içinde her şey hiç tekinsiz kıpırdayabilir. karnıma sancılar giriyor. saçma olduğunu biliyorum, ama korkmaktan kendimi alamıyorum. 


Pazartesi, Haziran 7

harika...



bu nefis pazar günü neşesini sürdürmek için, tim burton'ın, alice harikalar diyarında filmini izlemeye başladım. heyhat, hiç de umduğum gibi eğlenceli bulmadım başlarda. o sırada, filmi pause edip, kaçak'a, "film hiç de umduğum gibi eğlenceli değil. hayret" notu gönderdim. geri dönüp play'e bastım, izlemeye devam ettim. hayır hayır film çok eğlenceli... nefis. bildiğimiz bir sürü sembollerle dolu alice harikalar diyarında filminde,  kendini tanıdıkça güçlenen, ne istediğini bilince karakterli olan bir alice var. alice bu kez kanlı kraliçeye karşı devrim girişiminde bulunan harikalar diyarı halkını zulümden kurtaran mürthiş bir lider. bayıldım.

alice çocukken girdiği harikalar diyarı'na, on üçyıl sonra tekrar girer ve şapkacı ile alice'in konuşmaları bakın, ne romantik, ne hoştur!

şapkacı: daha önce geldiğindeki gibi değilsin. eskiden çok daha "çok"tun. çokluğunu kaybetmişsin.
alice: çokluğumu mu?
şapkacı (alice'in kalbini göstererek): burada bir şeyler kaybolmuş.

(ah şapkacı haklısın, zamanın bize kattığı hiç bir şey yoktur, kalbimizden eksilip dururuz.)


şapkacı: niye her zaman ya çok uzun ya çok kısasın?

(ilişki denilen şey çok tuhaf şapkacı. karşımızdakini ya yüceltiyor ya küçümsüyoruz. dengeyi bozan sadece o budala bakışımız işte.)

alice: keşke uyanabilseydim.
şapkacı: hala rüyada olduğunu düşünüyorsun, değil mi?
alice: tabii ki. hepsini ben uyduruyorum.
şapkacı: yani ben gerçek değil miyim?
alice: maalesef. sen benim hayalgücümün ürünüsün. ben de olsa olsa yarı deli birini görürüm zaten.
şapkacı: evet, evet. ama bunu görmek için de yarı deli olman gerekir.
alice: öyleyimdir o zaman. uyandığımda seni özleyeceğim.
(bana kalırsa da aynen böyle; karşımızdakini biz kurgularız. başkasının kurgusunda reddedilen biri, bizim kurgumuzda ideal sevgili rolündedir.)

alice (savaşmak zorunda olduğu korkunç canavar jabberwocky'yi görünce): bu imkansız!
şapkacı: sadece öyle olduğuna inanırsan.
alice: bazen kahvaltıdan önce tam altı imkansız şey düşünürüm.
şapkacı: çok güzel bir alıştırma. fakat bu anda tek yapman gereken jabberwocky'ye odaklanmak.
(gerçekleşmesini istediğin imkansız ama arzudan deliye döndüğün tek bir şey söyle! tek bir şey! yoksa, hayatın çok sıkıcı demektir.)

şapkacı: burada kalabilirsin.
alice: ne kadar çılgın, saçma ve mükemmel bir fikir bu. ama kalamam...
(ve alice gerçeğe döner; yeni dünyanın tavşan deliği çin olduğu için de gemiye binip...)

ben geciktim izlemekte ya, izlemediyseniz izleyin mutlaka. arçil'e birlikte izleme teklifinde bulundum, ama o 17 yaşında kocaman biri olduğu için, hafif küçümser bir tavırla gülümseyerek, "sana iyi eğlenceler, anne" dedi.

Pazar, Haziran 6

neşeli pazar için adolf born




bu gülen insan şunları diyecek şimdi:


born'u tanıyanlar söylüyor; o asla yalan söylemez, böbürlenmezmiş. 
ondan asla ucuz bir şaka duyulmazmış.

Size sorulsa, “en sevdiğiniz kelime nedir,” diye, ne diyeceksiniz? Doğru yanıtı söyleyeyim size derhal: Neşe! Evet, neşe!diye çığlık atmalıyız ve bundan hiç ama hiç taviz vermemeliyiz. Bugün, şu nefis yağmur sonrasında pencereden içeriye çekin başınızı, ocağa çayı koyun, çikolatalı kekiniz de varsa şahane olur ve sonra gidip kütüphanenizden Adolf Born’un Seyahat kitabını çıkarın. Ah, sizin yok mu? Ne acı. Almalısınız hemen. Böyle neşenin tarafını tuttuğunuz günler için hazırda bekleyen Adolf Born kitabınız olmalı muhakkak.

Teklifsiz, sarhoş işi ve müstehcen mizaha dayanamazmış.

Adolf Born, Çekoslavakyalı bir kitap illüstratörü, karikatürist, grafik sanatçısı. Çizgileri çok özel, nefis ama onu asıl güzel yapan dünyaya bakan güzel gözleri. İnsanları, hayvanları öyle komik çizer ki. Ama asla alay etmez, kimseyi, hiçbir canlıyı küçük düşürmez. Hayat onunla asla sıkıcı olmaz, olumlu, yürekli, zarif, komik… şahane biri bu adam ve onun baktığı yerden dünya bir karnaval yeri gibi.

çok zorlama mizahı ve ne pahasına olursa olsun güldürmeye çalışmayı da küçümsermiş.

Karnaval yeri gibi dediysem, bakın yani, hiç öyle duygularına, şakacılığa kapılıp alelusül bir şey çizmemiş. Çok, çok titiz, bilinçli, disiplinli bir çalışmanın ürünü olduğu belli değil mi sizce de çizimleri?

aykırılıktan, abartıdan ve saçmalıktan çok hoşlanır, üstü kapalı çizimleri severmiş.

Born’un illüstrasyonlarını yaptığı kitapları görebilsem, birine sahip olabilsem keşke. Brecht’in Cesaret Ana’sı mesela. Diyorlar ki, bu kitapta Born, hiç öyle Brecht hakkında yazılan siyasi yazılardan filan etkilenmeyip gayet önyargısız bir şekilde kendi imgelerini oluşturmuş. Eylemin geçtiği çevreyi hatırlatan tüyler ürpertici semboller kullanmış.

örtük bir espriyi ve zekice öneriler taşıyan komediyi tercih edermiş

Sonra, Shakespeare’in Hamlet’ini çizmiş. Ben bazı kitaplardan korkuyorum. Hamlet bunlardan biri. Hakkında öyle çok yorum, analiz, şu bu var ki, kendi okumama güvenemiyorum, tamam mı. Yani nasıl okursam okuyayım, eksik okuma olacakmış gibi. Çok sıkılıyorum bundan. Adolf Born, bildik hikayeye, bakış açısına filan sırt çevirmiş ve hem hikayenin kolay anlaşılır bir görünümünü sunmuş, ama hem de kendisi nasıl görüyorsa Hamlet’i işte öyle, yani grotesk bir arka planda Hamlet’in hayali görünümlerini resimlemiş..

born zavallı hayvanlar için,"hayvan bireylerin fiziksel ve 
ruhsal özelliklerinin insanlarla karışmak zorunda kaldıkları için 
gerilediği bilimsel bir gerçektir," demiş.

Ben bu aralar yine Salinger için ölüp bitiyorum ya, Adolf Born Gönülçelen’i de resimlemiş. Ayrıca Gogol’ün Ölü Canlar’ını ve Edgar Allen Poe’nun hikayelerini de.


born'un rüya parçaları, hayal gücü, eğlenceli bir yaratıcılık, saçmalık, 
abartı ve tuhaflıkla, ayrıca anlamsızlık ve hicivli bir alayla doludur.

Born’un mizahi çizimleri kadın erkek ilişkilerine dayalı. Kadınların hükmü altında ezilen zavallı erkekler! Bu küçük şakacıklar zamanla karanlıklaşmış ve dehşetli bir kara mizaha dönüşmüş. Kadın ve erkek bir arada… bırrr! Çok Korkunç olabilir bu gerçekten de :p Born, bu serisine Bornografi demiş gayet mizahi şekilde. 

Bence alışveriş listenize, bir adet leziz mi leziz Adolf Born Seyahat kitabı ekleyin, neşelenin... Yapı Kredi Yayınları’ndan. 

born, çeklerle türkler arasında, mizah duygusu da dahil olmak üzere, 
pek çok benzerlik gördüğünü vurgulamaktan hoşlanır.



Ah, unutmadan, size kimlerden kaçınmanız gerektiğini de söyleyeyim, işimizi sağlama alalım: mizah duygusu gelişmemiş insanlardan gücünüz yettiğince ve arkanıza asla bakmadan uzaklaşın. Kaçın!



Cumartesi, Haziran 5

bak!


yağmur yağıyor. rüzgar da var. 
güzel kokuyor hava. 
bulaşık yıkadım. 
tezgahta sabah bir damla krep hamuruna üşüşen karıncaları öylece bırakmıştım. 
hala çalışıyorlar ve o bir damla krep hamurunun yarısını bile bitirememişler.
insan yükselip yükselip, kendi macerasını bu karıncaları izler gibi izleyebilir ve derin bir umutsuzluğa düşebilir.
düş!



prince dinlerdim bir ara gizlice. 
bu şarkısına da bayılırdım. 
insan böylesine neşeli bir şarkıyı sevdiği eski kendisini hatırlayıp gözyaşları içinde kalabilir.
kal!

Cuma, Haziran 4

"hiçbir pul hiçbir zarfa yakışmıyor"

hiçbir pul hiçbir zarfa yakışmıyor
hiçbir zarf üçbeş satıra
ne zaman yanyanayız işte o zaman
doyamıyoruz tenlerimizin bitmez tükenmez sorgusuna.

bırakmak bırakılmak demeyelim
durmadan yer değiştiriyor anlamlar da
ben ki bir boşluk kadar büyümüşüm bu yüzden
sanki kış aylarında bir uçurumda.

anlarım sedir ağacının dilinden
ve usta bir aslan terbiyecisinin ruhundan da
hiç anlamaz olur muyum öpüşünü de kalbimi
o öpen sensen bir de dalgaları çekiştiren bir kız çocuğuyla.

hepsini biliyorum, hepsi aklımda
hepsi de hiç kımıldamayan bir duman gibi havada.

e.cansever


dün

sana diyeyim, çoktan yaz geldi buralara. 
bunu en çok kızların elbisesinden anlıyoruz, ki kadıköy onlarla doluydu bugün. ne çok biliyorlar güzel olmayı... bir erkek gibi değil elbette ya, bir erkek kadar hoşuma gidiyor onları izlemek, saçlarını savuruşları, çenelerini kaldırışları, başka bir kızla gizli, rekabetçi, meraklı bakışmaları... hiç dalgın değiller, güzelliklerine püruyanıklar, hoşuma gidiyor kızlar, konuşsan bir numara yoktur ya, bu güzel olma maceralarında, o elbiseyi o edaya yakıştırmalarında oyun dolu, ayrıntılarla süslü, kıpır kıpır dalgalı, heyecanlı bir yan var. erkek olsam bir kıza şunu sormak isterdim, nasıl bildin o eteğin o bakışa yakışacağını, ha? nasıl yapıyorsun, ellerin saçlarında, gözkapakların yarıkapalıyken, yüzünü tam zamanında uzaklara çevirmeyi?... bakıyorum çok kızlara.. sevinç sevinç dokunuşlarla geziniyorlar caddelerde. bir iddiası var hepsinin, düşünsel müşünsel hikayeleri yemişim, dedirtiyorlar adama, hayatı şu kıyafetlerindeki tarzla yürütme konusunda iddiaları, meydan okur gibi salınmaları filan var ya, güzel yani... neyse, diyeceğim bu değildi. şehirde işte bitkiyle böcekle göremiyorsun baharın, yazın gelişini ama, işte kızlar var böyle. istanbul yazında.


ve bugün nedense bir aslan kibriyle durmayı seçen tina'nın yanındaki kiraz dolu tabaktan anlıyoruz elbette yazın gelişini. kiraz, pencereden içeriye dalan rüzgara -evet sertcene esiyor bugün-, kediye, kedi dediysem, pardon yani, tina'ya çok yakışıyor da, bana hiç yakışmıyor şimdi. çünkü canım, nasıl kederliyim bilemezsin. bunu, işte buraya yazışımdan anla. kötü kötü yazışımdan anla. biraz sarhoşum. sarhoşum dediysem, hepi topu bir bira içtim. ama metabolizmamın işleyişini öylesine asgari ölçülere indirdim, öylesine sembolikleştirdim ki her şeyi, yani bir lokma yemek doymama, bir yudum su susuzluğuma, eh bir bira da sarhoş olmama yetiyor. böylesine basitken, yaşayabilmek böylesine basitmişken, uyumak yerine, kahroluyorum. oysa kuş kadar uyusam yeter. o kadar basit... yaşamak o kadar zor ki.

böyle olunca, bir neşe süsü verebilir insan kendine, vermek ister, hafiflemek filan, terazinin bir kefesine, işte yolları, uzaklığı, zamanı koy, öbürüne sokaktaki kızları, çiçekli entarilerini, çingenelerin çiçek kokularına gömülmeyi, tiramisunun kahvesini... dengeler mi dersin, asla, ama çaban bu olur işte.  insan, hani kalbi o kederli, karanlık suda dalgalanıp dururken, söküp alın bunu benden, dayanamıyorum, bile der ya... canım, işte karışık bu işler... efendi gibi acı çekmeyi bilmiyorum ben yahu. arkamdaki otobüsün canhıraş geçişiyle, önümdeki vitrindeki mavi elbise arasındaki tercih arasında bir an, bir an hiç bir fark yok.

kalbimin içinde değilim, dışındayım, ona bakıyorum ve başım dönüyor, acıdan deliye dönüyorum. sana nefis mektuplar yazacağım yine. bir yoluna koyayım kendimi. çabam, çabamdaki tuhaf, metalik görüntü, sevmediğin, her şeyi rasyonalleştiren itici hal bundan.

beni affet.







Perşembe, Haziran 3

bugün senden*

* siteye uğrayan okurlardan zaman zaman çok hoş mektuplar alıyorum. sevinçle, heyecanla okuyorum ya, okuduktan sonra tekrar zarfa koyup kaldırmak acı veriyor. istiyorum ki bazı mektupları burada yayınlayayım. bu sitede kategoriler yok, çünkü her yazı birçok kategoriyi içerebiliyor. sadece başlık olarak belirleyelim istedim bu kategoriyi ve "bugün senden" olsun istedim. aşağıda fotoğrafını gördüğünüz ayça'nın mektubu var bugün. keyfini çıkarın...


Parmağın Halleri

İzmir'de ilk kez boyoz yediğim gün, "gece olmasa Homeros Vadisine giderim" demiştim. Genelde seyyar satıcılar haşlanmış olarak satıyor boyoz yumurtasını, aslı fırında pişiyor. Çıtır çıtır, sıcacık bir poğaçanın yanında veriyorlar yumurtayı, misinayla keserek beş altı dilim halinde. İstenirse bir de üçgen peynir ama onu da mutlaka seyyar satıcı çıkarıyor folyosundan. Büyük bir özenle hazırlanmış kahvaltı gibi, eğer yakınlarda çay ocağı varsa çayını alıp boyozcunun yanına gidebiliyorsun. Çaycı da sormuyor, alıp bardağını nereye gittiğini. Boyoz tezgahının üstünde bir güzel kahvaltı yapıyorsun, tanımadığın başka boyoz severlerle birlikte. Kahvaltı edemeyip evden çıkanlar için bir çare değil İzmir'de boyoz, tercih edilmiş bir kahvaltı. Üstelik ilk yediğimde akşamdı. Homeros vadisine gidebileceğim tek bir taşıt bile bulamazdım.

Ben sesli düşündüğümü bilmiyordum vadiye gitmek istediğimi söylerken, arkamdan bir ses "Bende geceleri boyoz yediğimde Homeros Vadisini düşünürüm."dedi. Arkamı döndüğümde, Sevgi Yolun'nda takı tasarlayıp satan kızı gördüm. Orada performans yaparken, tezgahını bırakıp gelen takıcılardan biriydi. Oyun esnasında gördüğüm yüzlerin bazılarını unutmam. O da unutmadığım yüzlerden biriydi ve şimdi gülümseyerek yanıma geliyordu. Satıcıyla hiç konuşmadan ellerini yatay biçimde, avuç içleri birbirine bakacak biçimde kapadı. "Hemen abla" dedi satıcı. Ben bakıyorum ellerine, o hareket neyi ifade ediyor diye. "Birazdan görürsün" dedi. Satıcı hemen iki poğaça arasına üçgen peynir koydu, ezdi, yanına da hemen bir yumurta dilimledi. Gülümsedi kız, bana dönüp göz kırptı.

Rıhtıma indik, dalgakıranın üstüne oturduk. Çok güzel görünüyordu şimdi sadece ışıklardan oluşan şehir. İskelenin yanındaki midyeciye yürüdüm, ikinci mideyeyi yerken takıcı kız geldi. "İndirim yapmayın ama limonu bol sıkın lütfen.", "hay hay" diyor adam, gerçekten de lafta onay verenlerden değil kandırmadan sıkıyor limonu. "Mardin'in neresindensiniz."diyorum ağzımdaki yağı silmeden. Nereden anladığımı bilmiyor takıcı kız adamın nereli olduğunu, oysa hiç şiveli de konuşmuyor. "Midyat" deyince takıcı kız soruyor "nasıl bir yer", adam sadece "çok güzel" diyebiliyor gözleri dolu dolu. "Sarı... Gri ve çıplaktır." diyorum. Başını hayretle sallıyor adam gözlerime bakıp. Nasıl özlemiş memleketini. Sayıyoruz kabukları, fazladan veriyorum. Tekrar dalgakırana giderken takıcı kız sormak istiyor, o sormadan söylüyorum "Midyecilerin çoğu Mardin'lidir. Onların denizi yoktur ama midye yapmayı onlar iyi bilir." Bu kez ben göz kırptım.

Sessizdik. Takıcı kız şarkı söylemeye başladı, bulutlar çekilince, ay çırılçıplak kaldığında. Deniz kapkaranlık ve ay yakamoz oluşturmayacak kadar yakınımızdaydı. Dalgaları görmüyor ama sesini duyuyorduk. Şarkıyı bitirince küçük bir kağıt attı denize cebinden çıkarıp. Sormadım neden attı, ne vardı kağıtta, gördüğüm tek şey yüzen beyaz kağıdın denizi belirginleştirmesiydi. Ne kadar yüksekti su, nasıl deviniyordu görüyordum şimdi. Karanlık suyun içinde kağıt bembeyaz parlıyordu.

Eve döndüm, çok güzel bir uyku çektim, çay kokusuyla uyandım. Akşam olunca performansa çıkıp, rıhtıma gittim. O midyecii duruyordu orada, gülümsedim. Adam beni görünce gülümsedi, karnım toktu, gece için paket yaptırmak istedim. O midyeleri koyduğu torbaya, peçete ve limonda koymayı ihmal etmedi. "Midyeleri yedikten sonra arkadaşım şarkı söylemeye başladı." dedim. "Arkadaşınız kim?" dedi, anlamadı. "Birlikte midyelerinizi yediğimiz, memleketinizin nasıl olduğunu soran kız." dedim. Hiç bir şey anlamadım.

Midyeleri alıp, oturduğumuz yere koştum. Suda bembeyaz bir parça kağıt yüzüyordu. Parmağımla göstermiş ama konuşamamıştım.

Sevgiyle...
Ayça Yaşıt

Çarşamba, Haziran 2

arçil yaa! aman yaa!


arçil'in en çok sevdiği korpiklaani'nin vodka şarkısını da 
en kısa zamanda ekleyeceğim. şimdi uğraşamadım.
.
- Arçil, çıkar şu kulaklığı kulağından, bir saniye ara ver şu oyuna, allahaşkına yaa!

- Tamam anne, ne vardı?

- Arçil, hiç konuşmuyoruz, farkında mısın? Sevmediğin bir şey dediğimde ya da yaptığımda "üfff, püff" diyorsun sadece, çok üzülüyorum. “Yapma, lütfen” ya da “istemiyorum, mersi” gibi bir şey diyemez misin, öflemek püflemek yerine!? Biz neticede şey değiliz ki... hmm...(burada bir hayvan adı düşünüyorum, ama öfkemin şiddetini belli edecek bir hayvan adı. Arçil yüzüme sabırsızlıkla bakıp bekliyor beni. Öküz, çok kaba. Eşek, komik. Kedi olmaz, Tina alınır.)… Ayı! Evet, ayı değiliz biz Arçil, tamam mı!

- Evet anne, değiliz, haklısın.

- Aman yaa.

.
- Arçil günaydın, kahvaltın hazır.

 - Arçiiil, uyan hadi. Bugün hava serin, üstüne bir şey alacaksın değil mi çıkarken?
….
- Şu vocabulary kitabını yanına al, otobüste, okulda çalış lütfen biraz. Bomboş geçiyor günlerin, akşam da oyun oynuyorsun, lütfen yaa. Söz ver bana, çalışacak mısın?

- Üstüme bir şey almayacağım, anne.

- Asimetrik cevap vermeyi kes arçil. Konuşamıyorum sen’le yaa.


.
-Arçil ciğim, yepyeni şu Korn’lar, niçin Korn giymiyorsun? Hem Slipknot’ın renkleri ne kadar hoş yaz için, iki kez giymedin, yaa.

- Dinlemiyorum artık onları anne, nasıl giyeyim.

- Hem bak ölüp bitiyordun Children of Bodom için, şimdi yüzüne bakmıyorsun.

- Boşver anne, yaa.

- Megadeth’le Lamb of God mı dinliyorsun şimdilerde?

- Evet, nerden anladın?

- Çünkü sürekli onları yıkıyorum…. Atacağım artık şu Metallica’ları Arçil, lime lime olmuş.

- Sakın anne!


bütün gün dışardaydım, yorgunluktan öldüm. sanki çözümmüş gibi GNC'ye gidip, içeriğinde B vitaminlerinin oranı yüksek full vitamin aldım. az önce içtim. istiyorum ki, silinip gitsin üstümden şu yorgunluk, tamam uzanacağım, ama bu haldeyken değil. tina yatakta, saray önü aslan heykelleri modeli oturmuş bana bakıyor, arkamı döndüğümde bakışıyoruz. ikimiz de sakiniz.